Yani ne bileyim, bir beyin cerrahı ameliyattayken yanına birisi gelip, ‘Bak yanlış kesiyon, sol lob kısa kaldı’ demez herhalde. Ya da ne bileyim öğretmen tahtada ders anlatırken vatandaşın biri ağzında sigarayla sınıfa girip, ‘Hocaa hocaaa! Önce harfleri, sonra heceleri öğret, birleştiriversin yavrucaklar’ diye atar yapıp gitmez diye düşünüyorum. Ha, bak futbolculara akıl veren çok olabilir. ‘Tekniğini geliştirmen lazım, kafa toplarına daha hâkim olmalısın, kanatta yavaş kalıyorsun’ gibi eleştiriler alabilirler. Bir de avukatlar.

Sabahtan akşama kadar duruşmaya girmişiz, günü bitirmişiz. Akşam 18.00 sularında büroya dönmüş, ortağımla oturmuş yorgunluk kahvesi içiyoruz. Amacımız çok naif. Kahvelerimizi içeceğiz, espri yapıp birbirimizi güldüreceğiz ve evlerimize gideceğiz. Daha kahvenin dibini görmeden kapının zilini gördük. Karşımda bizim mahalleden bir amca. “N’apıyonuz gençler” diyerek içeri girdi. Sen gelene kadar iyiydik.

Amcacığım oturdu. Etrafa bir göz attı. Biliyorum, herhangi bir işi yok. Amcanın genelde hiçbir işi yok. Mahallede de beni yakaladığında 30 dakika kilitlemesi garanti. Canı aşırı sıkılıyor. “Eee, n’apıyonuz” diye konuya girdi. Bir şey yapmadığımızı, duruşmaları bitirdiğimizi ve birazdan bürodan ayrılacağımızı söyledim. Söylemez olaydım. Şöyle bir gerindi, bacak bacak üstüne attı ve anlatmaya başladı:

“Bak oğlum, siz daha gençsiniz. Duruşmada nasıl davranılacağını bilmezsiniz. Konuşurken hâkimin gözünün içine içine bakacaksın. Müvekkilin suçlu mu? Alacaksın, hâkimin önüne kadar götüreceksin, yüzünü avuçlarının içine alıp ‘Bakın hâkim bey, şu surata bakın’ diyeceksin. Yoksa sen dava mava kazanamazsın.”

O an olay yeri raporu, Adli Tıp incelemesi, svap, delil poşeti gibi mühim kurumların ne kadar anlamsız olduğunu anladım. Beraat garantili savunmanın özü meğerse müvekkilin yüzünü oyun hamuru gibi sıkıp hâkime göstermekmiş.

Amcayı durdurmanın imkânı yok. Sessiz geçen yılların acısı bizim büroda çıkıyor. Biz mahallemizin amcasıdır, efendiliği koruyalım diye kafa salladıkça amca iyice coşuyor:

“Siz şimdi toysunuz bilmezsiniz. Avukat dediğin atak olacak. Tuttuğunu koparacak. Kafa kopartacak. Adamın ciğerini sökecek. Vurdu muydu ses getirecek…”

Anladım. Cenge gidiyoruz. Nerede benim topuzum! Atımı getirin! Okçular tepelere dizilsin! Mancınıklar alevli taş atsın! Süvariler hilâl taktiğiyle düşmanı anasından doğduğuna pişman etsin! Yürüyün yiğitler! Taş üstünde taş, gövde üstünde, baş koymayın! Vurun!

Ortağımla birbirimize bakıyoruz. Bir an önce büroyu terk etmek için bir fırsat kolluyoruz. Boş bardakları toplayarak mutfağa götürdüm. Biraz da oyalandım. Yani gidiyoruz yahu! Haydi kalk. Bak boşları da topladım. Daha ne yapayım? Ama yok. Amcam engin deneyimiyle bizi aydınlatmaya, pırıl pırıl yapmaya, ışıl ışıl gezdirmeye kararlı. Akıl akıldan üstündür deyimi çok yanlış anlaşıldı.

“Bakın, sizin bilmediğiniz çok yönü var bu mesleğin. Bizim zamanımızda Ramazan diye bir avukat vardı. Daktilosunun şakırtısı ta çarşının girişinden duyulurdu. Yazdın mı öyle yazacaksın. Daktilo sesini duyan, ‘Ramazan Bey yine ipten adam alıyor’ derdi. Siz öyle misiniz ya şimdi! Almışsınız ellerinize birer telefon, cip cip cip oynayıp duruyorsunuz! Koymuşsunuz önünüze bir bilgisayar, oh ne kolay! Bırak ya bırak, sizden avukat mı olur!”

Benim kafanın sol tarafında bir damar var, o atınca çok kötü oluyor ama amca onu bilmiyor. Dozaj yükseldikçe yükseliyor. İpten adam almak için (idam da kalktı ya neyse) daktilonun şart olduğunu, hatta daktilo da yetmez şangır şungur yazmak gerektiğini, eğer parmaklarımız yetmezse daktiloya hoparlör bağlayarak sokağa yayın yapmamızın şart olduğunu, ha bunu yapmaz da bilgisayar falan kullanırsak bizden avukat olmayacağını öğrenmiş bulunuyoruz. Engin deneyim lafı çok yanlış anlaşıldı.

Amcaya anlayacağı bir şekilde ve kibarca biraz yavaş gelmesini, müvekkilimiz bile olmadığını, bizim nasıl çalıştığımızı bilmesinin de mümkün bulunmadığını, ha bizden sebepsiz yere çok nefret ediyorsa Ramazan Bey’le görüşebileceğini söylüyoruz. Ramazan Bey’in 22 yıl önce öldüğü ama bizim onun tırnağı bile etmeyeceğimiz, bu kafayla gidersek milletin ocağını söndüreceğimiz bilgisini alıp, Allah’ın bizim belamızı vermesi gerektiği sonucuyla karşılaşınca benim soldaki damar tık diye atıyor.

Beni süratle sakinleştirmeye çalışan ortağım, amcayı alıp dışarı çıkartıyor. İçeride bir yarım saat daha kalıp evlerimize dağılmak üzere büroyu terk ediyoruz. Akşam akşam neydi bu? Ve neden? Müvekkilimiz bile değilsin. Bizimle herhangi bir işin hiç olmamış. Doğru düzgün tanımıyorsun bile. Tamam, canın çok sıkılıyor, bilmem hangi devlet dairesinin yanındaki çay ocağından kurum çalışanlarına çok fazla hizmet etmiş olmandan dolayı bürokrasiye de hukuka da son derece hâkimsin ama neden bizden avukat olmuyor, neden biz hiçbir şeyi bilmiyoruz ve neden durduk yere Allah bizim belamızı veriyor?

Ve dahası, böyle bir cesareti insanlar nereden alıyor? Genç olmamızdan mı? Avukatlık mesleğinin içine düştüğü itibarsız durumdan mı? Yargının güya kurucu unsuru olan savunma makamının bizim gibi devlete tapan toplumların gözünde beş paralık değerinin olmaması, avukatlığın arkasına devlet otoritesini alamamasından mı kaynaklanıyor? Davasını vermek için gelen müvekkille ananevi olarak pazarlık edilmesinden ve bunun da avukatlığı bir esnaf faaliyeti haline getirmesinden dolayı mı yaşanıyor tüm bunlar? Ha deyince bir hâkimin ya da savcının odasına giremezken, bir yığın zırvayı kusup kendi kendine terapi yapmak, avukatın bürosuna rahatlıkla gelebilmekten mi kaynaklanıyor? Avukat-müvekkil ilişkisini tüccar-müşteri ilişkisine düşüren zihniyet mi yol açıyor tüm bu densizliklere? Bilgi satın almanın direkt mideye inen bir ekmeğe benzememesi mi değersizleştiriyor bizim mesleği? Bilmiyorum.

Tam evime girerken amca tekrar karşıma çıkıyor. Kızgın kızgın bakıyor. Ne yapmalıydım amca? Hakaretlerini dinlemeyi reddettiğim, psikolojik terapini yapmayı kabul etmediğim için neden öfkeyle bakıyorsun? Yanına gidiyorum. Beni dellendirmemesini, kendisine başka bir meşgale bulmasını öğütleyip eve geçiyorum.

O günden sonra gelmedi. Mahallede de ters ters bakıp kafasını çevirmekten başka bir şey yapmadı. Ama meselemiz tuhaf bir adamın tuhaf davranışları değil. Mesele, bu tuhaflığa nasıl bu kadar rahatlıkla maruz kalabildiğimiz. Mesele, bu tuhaflığın, toplum ve sistem gözünde olağan bir durum haline çoktan gelmiş olması. Tehdit edilen, hakarete uğrayan, dosyadaki usulsüzlüklerle veya bürokrasiyle mücadele etmekten davanın esasına bile giremeyen, dayak yiyen, rahatlıkla öldürülen, müvekkili için imza toplarken yaka paça gözaltına alınıveren ve ‘kendine zarar vermesin’ diye ters kelepçeye maruz bırakılan, başkalarını savunurken bizzat kendisi hukuksuzluğa maruz kalan ve bundan sonuç dahi alamayan bir meslek bu. Nasıl bu hale gelinmiş? Kabahatin çoğu bizde demeye de dilim varmıyor ama galiba kabahatin çoğu bizdeymiş.

(Av. Erdem Oktar / Solhaber)

http://haber.sol.org.tr/blog/diren-terazi/av-erdem-oktar/kabahatin-cogu-131797