Kayalar, ağaçlar, yanaklarımızda rüzgar! Toprak ana! Gerçek dünya! Sağduyu! Temas! Temas! Kimiz biz! Neredeyiz!’ Henry David Thoreau, The Maine Woods.

FİLİSTİN! KUDÜS! TÜRKİYE! NEREDESİN İNSANLIK? NEREDESİN İNSAN HAKLARI?

İnsanız. İnsan olduğumuz için sahip olduğumuz haklarımız var. Kişisel haklar, siyasal haklar, sivil haklar, insan hakları. Peki! Hak nedir? Ahlaki bir kavram, ahlaki bir bağ olan hak, hukukun tanıdığı yetki, koruduğu menfaat, bireyin eylem özgürlüğünü toplumsal boyutta ve kapsamda tanımlayan ve onaylayan vicdani bir ilkedir. Amerikalı düşünür, romancı ve objektivizmin kurucusu Ayn Rand’ın özlü ifadesiyle hak, her bir bireyin eylemlerine rehberlik eden ilkelerden, o bireyin diğer bireylerle olan ilişkilerine rehberlik eden ilkelere geçiş sağlayan, bireysel ahlakı toplumsal temelde muhafaza eden ve koruyan bir kavram, bir insanın ahlaki ilkeleri ile bir toplumun hukuki kuralları arasındaki bağdır, etik ile siyaset arasındaki ilişkidir.

Haklar kategorisinin oldukça önemli ve geniş bir alanına sahip olan birey hakları,  birey ile toplum arasındaki ilişkilerin temelini oluşturur. Diğer bir deyişle bu ilişkilere aracılık eder. Bireysel haklara nazaran daha dar ve sınırlı bir alanda etkili olan ve kullanılabilen siyasal haklar ise, bireye siyasete seçmen olarak dolaylı biçimde katılma veya profesyonel siyasetçi olarak doğrudan siyaset yapma olanağı veren bir araçtır. Sivil haklar, diğer bir deyişle yurttaşlık hakları, bir ülkede yaşayan insanların o ülkenin pozitif hukukuna, yani yasalarına bağlı olarak sahip olduğu haklardır. Siyasal haklardan daha kapsamlı olan sivil hakların temeli, felsefi olmaktan daha çok yasalara dayanır.

Ve devlet, bireylerin temel hak ve özgürlükleri ile kişisel haklarını korumak, farklı özelliklere ve düşüncelere sahip olan bireyleri bir arada, yani toplum halinde tutmak ve barış içinde yaşatmak için vardır.

Günümüzde pozitif bir çerçeveye kavuşan hak kavramının temeli, kadim Yunandaki doğal hukuk öğretisine, bu öğretiyi benimseyen, savunan ve temsil eden Stoacı Felsefeye dayanır. Doğal hukuk öğretisini kadim Yunandan alan ve Roma Hukuk Felsefesine aktaran ise hukukçu ve aynı zamanda devlet adamı olan Çiçero’dur.

Mesela Cicero’nun yer verdiği yükümlülüklerden olan; ‘size hizmet edenleri onurlandırın (gratia)’, ‘adaletsizliklerle/haksızlıklarla ve yanlış yapılan şeylerle mücadele edin (vindicatio)’ şeklindeki ahlaki ve vicdani emirlerin kaynağı doğal hukuktur.

Antik çağdan sonraki süreçte, bu bağlamda aydınlanmayla başlayan modern çağda, doğal haklar öğretisinin en önemli teorisyeni büyük İngiliz düşünürü John Locke’dur. Locke’un ‘God given rights/Tanrı bağışı haklar’ olarak nitelendirdiği ‘hayat hakkı, özgürlük hakkı ve mülkiyet hakkı’ doğal haklardandır. Zira bu haklar insanlara dünyevi iktidarlar tarafından değil, Tanrı tarafından bağışlanmış ve doğan her insan bu haklara sahip olarak dünyaya gelmiştir. Vazgeçilmez nitelikteki bu hakları ihlal etmek, bu hakları tanımamak hiçbir dünyevi iktidarın hakkı da, haddi de değildir.

Locke’un düşünceleri esas alınarak İngiliz Parlamentosu tarafından 1689’da hazırlanan, ‘Bill of Rights/Haklar Bildirgesi’ doğal hakların pozitif haklara dönüştürülmesinin siyasi ve hukuki ilk örneğidir.

Bütün insanlar doğuştan özgür ve bağımsızdırlar, vazgeçilmez haklara sahiptirler. Bu haklar, yaşama ve özgür olma, mülk sahibi olma, mutluluğu arama ve elde etme haklarıdır. Hiçbir yönetim, hiçbir sözleşmeyle gelecek nesilleri bu haklardan yoksun kalmaya zorlayamaz ve onları bu haklardan yoksun bırakamaz’ diyen 1776 tarihli ‘Virginia Haklar Bildirgesi’, bunu izleyen aynı içerikteki 1776 tarihli ‘Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’ ve 1787 tarihli Amerikan Anayasası, doğal hakları tanıyan ve kabul eden diğer siyasal ve hukuki belgelerdir. .

Yukarıda sözü edilen siyasi ve hukuki belgelerden etkilenen, bu belgeleri benimseyen ve kendisine örnek alan bir diğer siyasi ve hukuki doküman 1789 tarihli Fransız ‘İnsan ve Yurttaş Hakları Beyannamesi’dir.

Bugün bizim insan hakları olarak kabul ettiğimiz hakların öncüsü olan bu siyasi ve hukuki belgeleri, bu belgelerde yer alan ilke ve kabulleri, dünya geneline ve ölçeğine taşıyan ve dolayısıyla insan haklarına evrensel bir boyut kazandıran ilk belge Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından 1948 yılında kabul ve ilan edilen ‘İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’dir.

Birleşmiş Milletleri bu beyannameyi kabul ve ilan etmeye götüren kırılma noktası, İkinci Dünya Savaşı sırasında yaşananlar ve buna takaddüm eden Hitler’in Nazi Almanya’sındaki soykırımıdır. Soykırımcı, zalim bir despotun kendi yurttaşlarına ve işgal ettiği kimi Avrupa ülkelerinin insanlarına yaşattığı facia tüm dünyayı ayağa kaldırmış, insanların ve insanlığın bu onurlu ayağa kalkışı önce Birleşmiş Milletler ‘İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin kabulünü, sonrasında ve 1950 yılında ise daha bölgesel nitelikteki ‘Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin imzalanmasını getirmiştir.

Peki! İnsan Hakları nedir? İnsan hakları, insanların, salt insan olmalarından dolayı sahip oldukları haklardır. En üstün ahlaki haklardır. Bir insanın bu haklara sahip olması için herhangi bir şey yapmasına, belli edimleri, belirli yükümlülükleri yerine getirmesine gerek yoktur. Zira bu haklar, sadece insan olduğu için ve insan olmasından dolayı insana ait olan haklardır.

Bu bağlamda, insan haklarına sahip olmak için bir devletin yurttaşı olmak gerekli olmadığı gibi, bir devletin yurttaşı olmamak, yani vatansız olmak da bu haklara sahip olmaya engel değildir. Bu haklara sahip olmak konusunda herhangi bir ırkın, herhangi bir dinin, herhangi bir mezhebin mensubu olmak da şart değildir. Yine her insan, rengine, cinsiyetine bakılmaksızın bu haklara sahiptir.

Uluslararası nitelikteki İnsan Hakları Sözleşmelerinde de işaret edildiği üzere, insan hakları ‘insan olarak bireyin özündeki ahlaki değerden ve onurdan’ kaynaklanır. Onun için insan haklarının öznesi insan olmakla, insan hakları, sivil ve siyasal, iktisadi, sosyal ve kültürel diğer haklar gibi bireysel haklardır. Bu bağlamda, insan haklarının, toplumun veya başka bir topluluğun hakları niteliğinde sayılabilecek herhangi özel bir kategorisi yoktur. Esasen toplulukların hakları olmadığı gibi, toplumun bireylere karşı meşru iddiaları da olamaz. Bireylerin ise insan olarak topluma karşı sadece bazı ödevleri vardır.

İnsan haklarının tanınması, bu hakların korunması, bu haklara saygılı olunması hukuk devleti olmanın asgari koşuludur. Esasen devlet kendi başına kutsal bir varlık değildir. O nedenle, hukuksal bir insani kurum olan devlet, meşruiyetini insan hakları ve halkın egemenliği unsurlarından alacak şekilde ve sivil ve şeffaf bir hizmet örgütü olarak yapılandırılmalı, bu şekilde çalışmalı, çalıştırılmalıdır.  Kamu kurum ve kuruluşlarının örgütlenmesi, yönetilmesi de aynı şekilde olmalıdır. Hukukun oluşturulmasında yurttaşların; devletin üyesi olarak kamusal özerkliği, toplumun üyesi olarak kişisel özerkliği ve devlet ile toplum arasında aracı olarak iş gören sivil alanın bağımsızlığı ve özerkliği esas alınmalı, sonuç itibariyle devlet sivil alana ve sivil topluma müdahale etmemelidir.

Değerli anayasa hukukçusu Prof.Dr.Mustafa Erdoğan tarafından tercüme edilerek Türkçeye kazandırılan Amerikalı siyaset bilimci Jack Donnelly’nin ‘Teoride ve Uygulamada İnsan Hakları’ isimli eserindeki özlü yaklaşımıyla, ‘…Modern toplumun standart tehditlerine karşı kişi onurunu korumak için insan zekasının bugüne kadar geliştirdiği en iyi ve en yetkin siyasal araç olan insan hakları, birey ile devlet arasındaki ilişkinin temelini, insan hakları ile korunan alanlarda bireyin devlete önceliğine dayandırır. Bu bağlamda, kaynağı insanın ahlaki doğasına dayanan insan hakları, siyasal meşruluğun da kıstasıdır. Zira siyasal iktidarlar ile onların bu iktidarı kullanma biçimleri, insan hakla­rına saygılı oldukları ve bu hakları korudukları ölçüde meşrudurlar.

Jack Donnelly’nin az yukarıda yollamada bulunduğum eserinden ödünç alarak ifade etmek isterim ki: ‘insan hakları talebi burjuvazinin kendi sınıf çıkarlarını koruma taktiği olarak başlamış olsa da, evrensel ve vazgeçilmez kişi hakları mantığı bu kökenlerden çoktan kopmuş durumdadır. Sosyo-politik bireyselleşme ve devlet kurma süreçleri Batıda gerçekleşmiş olmakla birlikte, bunlar zamanla bütün dünyaya yayılmıştır. Eşit ve özerk bireylerden oluşan bir toplumun yapısal temeli böylece, kökeninin tarihsel bakımdan özgül ve rastlantısal olma­sına rağmen evrenselleşmiştir. O nedenle, insan hakları, gitgide artan ölçüde, yalnızca ahlaki idealler olarak görünmemekte, fakat aynı zamanda insan onurunu korumak ve gerçekleştirmek için hem nesnel ve hem de öznel bir zorunluluk olarak görülmektedir.

Ne var ki, insan haklarının haklılaştırılması son derece zor bir iştir. Bu zorluğun bir kısmı, İngiliz siyaset bilimci Maurice Cranston’un, ‘What Are Human Rights/İnsan Hakları Nelerdir’ (New York: Basic Books, 1964) isimli eserinde ifade ettiği üzere, insan haklarının evrensel karakterinden kaynaklanır. Ahlaki haklar ya da bir kısım pozitif haklar yönünden böyle bir zorluk yoktur. Zira ahlakın göreceliğinden dolayı ahlaki haklar, insan hakları kapsamında kabul edilmekle birlikte, kazanılmış haklar kapsamında olan ekonomik ve sosyal haklar, evrensel nitelikte olmadıkları için kolayca tanınabilir ve haklılaştırılabilir. Oysa insan hakları sonradan ve herhangi bir işleme bağlı olarak kazanılan bir hak niteliğinde olmamakla, doğumla elde edilen ve insanın şahsında doğal olarak mevcut olan ve haklılaştırılması için başkaca argümanlara ihtiyaç duyan bir hak niteliğinde bulunmakla, haklılaştırılması gerçekten zor olan haklardandır.

Bu ve başkaca nedenlerle, Birleşmiş Milletler ‘İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin ve yine ‘Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin ekonomik ve sosyal hakları insan hakları kapsamına almasının yanlış olduğuna işaret eden Maurice Cranston, az yukarıda yollamada bulunduğum eserinde bu konuda şunları yazar: ‘…Ekonomik ve sosyal haklar iddialarıyla aşırı derecede yüklenmiş bir evrensel beyannamenin etkisi, siyasal ve sivil hakları ahlaki zorlayıcılık alanının dışına çıkarmakta ve ütopyacı özlemlerin bulunaklığına itmektedir. Bir hakkın anlaşılmasında hiçbir şey bir hakkın ideal olmadığının kabul edilmesinden daha önemli değildir. İdeal gerçekleştirilmek istenen bir hedeftir, fakat tanımı gereği, hemen ve derhal gerçekleştirilemez. Bunun aksine, hak, saygı gösterilebilecek ve ahlaki yönden hemen şimdi saygı gösterilmesi gereken bir şeydir. Eğer hak ihlal edilirse adaletin kendisi kötüye kullanılmış olur.’     .

İnsan haklarını, sivil ve siyasi haklar ve sosyal ve ekonomik haklar şeklinde tasnif etmenin felsefi temelden yoksun olduğunu ileri süren Jack Donnelly’de aynı görüştedir. O da Maurice Cranston gibi ekonomik ve sosyal hakların kazanılmasının ve korunmasının bir ölçüde devletin pozitif edimini yerine getirmesine bağlı olduğunu, bunun da ekonomik kaynaklarla doğrudan ilgisi bulunduğunu, ekonomik kaynakların elvermemesi durumunda bu nitelikteki hakların sınırlandırılabileceğini, oysa insan haklarının sınırlama kabul etmediğini düşünmektedir.

Modern demokratik anayasaların da temelini oluşturan insan haklarının tanınması ile korunması düşüncesi, giderek ulusal ve uluslararası düzeyde barışın sağlanmasının ve sürdürülmesinin de ön koşulu haline gelmiştir. Zira Kant’ın yüklediği anlamda ‘sürekli/kalıcı barış’ düşüncesine ulaşılmasının yegane yolu olan uluslararası sistemin demokratikleştirilmesi, ancak ve ancak ulusaşırı düzeyde insan haklarının tanınması ve korunması ile mümkündür.

Bu bağlamda, insan haklarının tanınmaması ve korunmaması durumunda, demokrasinin; demok­rasi olmadığı takdirde, çatışmaların barış temelinde çözüme ulaşmasının asgari koşullarının mevcut olmayacağı açıktır. O nedenle, insan hakları, demokrasi ve barış üçlüsü, yukarıda sözü edilen tarihsel hareketin vazgeçilmez unsurlarıdır. Demokrasi bir yurttaşlar toplumu olmakla, tebaa, ancak temel haklara sahip olduğu zaman yurttaş statüsünü kazanır. Kalıcı ve sürekli barış ise, bir devletin yurttaş­larının, kendilerini sadece o devletin yurttaşı olarak değil, bir dünya yurttaşı olarak gördükleri zaman sağlanabilir.

İnsan haklarını, insan deneyimini ve onun yazılı kayıtlarını bütün çeşitliliği ve tikelliği içinde kav­ramak istiyorsak eğer, savaş yıllarını Türkiye’de sürgün olarak geçiren, yirminci yüzyılın büyük edebiyat adamı Erich Auerbach’ın, ulusal ya da bölgesel sınırları aşmak isteyen herkes için model olarak ak­tardığı, on ikinci yüzyılda Saksonya’da yaşamış keşiş St. Victor’lu Hugo’nun şu sözlerine kulak vermek zorundayız: ‘Terbiye görmüş kafa için, görünmez ve geçici şeyler hakkında, yavaş yavaş fikir değiştir­meyi öğrenebilmek, sonradan bunları tamamen ardında bırakabilmesini sağladığından büyük bir erdem kaynağıdır. Memleketini güzel bulan insan daha yolun başındadır; her yeri kendi yurdu gibi gören insan güçlüdür; ama bütün dünyayı yabancı bir ülke gibi gören insan mükemmeldir. Yolun başında olan ruh sevgisini dünya üzerindeki tek bir noktaya sabitlemiştir; güçlü olan insan sevgisini her yere yaymıştır; mükemmel insan ise sevgisini söndürmüştür.’

Hugo’nuniki kere, güçlü ya da mükemmel insanın, bağımsızlığa ve tarafsızlığa, bağları reddederek değil, onları işleyerek ulaştığını ifade eden ve güzelliği ile insanı büyüleyen sesine kulak vermediğimiz takdirde, bilgiye eşlik eden özgürlüğe değil, önyargı ürünü olan dışlama ve tepkilere bağlı kalırız.

Son iki söz.

Birincisi  kendimize. Ne yazık ki ülke olarak insan hakları karnemiz kötü. Hem de çok kötü. Başta ifade ve basın özgürlüğü olmak üzere en temel özgürlüklerimiz ayaklar altında. Çok sayıda gazeteci hapiste. En temel insan haklarından olan savunma hakkını yerine getiren pek çok avukat tutuklu. Niteliği itibarı ile bir tedbir olan tutukluluk infaza dönüşmüş durumda. Daha henüz haklarında dava açılmamış, iddianame hazırlanmamış olan ve fakat iki yıla yakın zamandır tutuklu ve hatta hücrede bulunan binlerce insan var. Yargılaması tutuklu olarak devam eden pek çok sanığın davasında duruşmalar iki üç ay sonraya talik ediliyor. Amacını aşan kanun hükmünde kararnameler ile sorgusuz sualsiz işinden çıkarılmış olan ve yargı yolu kapalı olduğu için hakkını arayamayan binlerce insan var. Bir siyasi partinin başkanı ve kimi milletvekilleri tutuklu. Seçimle gelmiş çok sayıda belediye başkanı yargı kararı olmaksızın görevlerinden alınmış durumda. Genelde hakların, özelde insan haklarının koruyucusu olan yargı ve yargıçlar, tarafsız ve bağımsız bir şekilde yargılama görevlerini ne yazık ki yapamıyorlar. Ve bugün ‘Dünya İnsan Hakları Günü.’ İnsanın içinden kutlamak gelmiyor doğrusu. Yani tam da bir ‘ört ki ölem‘ durumu

İkincisi insanlık alemine, yani dünyaya. Tarihin en büyük insan hakları trajedisinin mağduru olan Yahudilerin devleti İsrail’in, arkasına dünyanın büyük abisi Amerika Birleşik Devletleri’nin gücünü de alarak yıllardır mazlum Filistin halkına yaptığı zulüm, gerçekten insanlık dışıdır ve bu zulme kayıtsız kalmak insanlık adına bir utançtır. Dünyanın üç semavi dini olan Museviliğin, Hıristiyanlığın ve Müslümanlığın tarihinde ortak bir yeri, değeri ve anlamı bulunan kadim Kudüs’ün İsrailleştirilmesi/Yahudileştirilmesi, sadece dünya barışına ihanet etmek değil, aynı zamanda Müslümanlığın ve Hıristiyanlığın kutsallarına karşı son derece ağır bir saldırıdır.

Gerçeği ancak pek çok sesin buluştuğu bir konserden elde edebilirsiniz.’ diyor Carl Jung. Ve Walden Ormanları’ndan bir ses, sivil itaatsizliğin sesi, Henry David Thoreau, ‘Kayalar, ağaçlar, yanaklarımızda rüzgar! Toprak ana! Gerçek dünya! Sağduyu! Temas! Temas! Kimiz biz! Neredeyiz!’ diye soruyor hepimize. Evet! Kimiz biz! Neredeyiz! Neredesin insanlık?  Neredesin insan hakları? Neredesin sağduyu? Sesini mi yitirdin? Filistin için, Kudüs için ses ver. Ses ver ki, hep birlikte gerçeği bulabilelim!