Örneğin, HSYK, yasama, yürütme ve yargı güçlerinin üçünü birden kontrol edebildiğini hayretle gördük. AYM, HSYK, Danıştay,Yargıtay gibi unsurlardan oluşan ve onların hepsini de kontrol altında tutup yönetecek bir Genel Kurmay Başkanlığına bağlayarak adeta bir müstemleke valiliği düzeninin kurulduğunu gösteriyordu belgeler ve süre giden duruşmalar..

Danıştay, haddi hesabı olmayan iptal kararları ile ülkeye tamiri mümkün olmayan zararlara sokmuştu. Bunların sebeplerini şimdi daha iyi anlıyoruz. TÜPRAŞ, TEKEL, Kardemir, İGDAŞ, limanlar, şeker fabrikaları gibi çok sayıda kamu ve belediye iktisadi teşekkülünün satışı hep Danıştay'a takılıp kalıyordu. Danıştay'ın diğer idari kararları da hep yasaklardan yana işlemişti. YÖK 'ün son yıllarda üniversitelere girişte uygulanan katsayı adaletsizliğini kaldırmak için attığı her adımda karşısında bu yüksek yargı kurumunu bulmuştu. Yükseköğretimde kız öğrencilere uygulanan eğitim eşitsizliğinin kaldırılmasını engelleyenlerden biri de Danıştay'dı. Diğer taraftan Yüksek mahkeme, 377 kararı ile askerlerin sivil mahkemelerde yargılanmasını sağlayan düzenlemeyi iptal etmişti. Meclis'in üniversitelerde eğitim özgürlüğü adına alınan kararları da bu kurumca hep geri çevrilmişti.

Diğer taraftan ülkenin hayrına bildiğimiz kanun maddeleri niçin Anayasa Mahkemesi engeline takılıyordu? Şimdi perde arkasını daha açık seçik görülebiliyoruz. Bu iptallerle ülke çoğu kere kaosun eşiğine getirilmişti. Ortaya çıkan maddi maliyetler korkunç boyutlardaydı. Örneğin bugüne kadar 27 siyasi parti kapatan mahkeme, sadece iktidar partisi hakkında açılan kapatma davası ile ülkeye doğrudan ve dolaylı 20 milyar doları aşan maliyete yol açmıştı. Aslında geçmiş yıllardaki iptalleri düşünürsek ülkenin trilyonluk zararlara uğradığını tahmin etmek hiç de zor değildir. Hatta, Amerika'da ikamet eden ünlü bilim adamı Prof. Dr. Nejat Veziroğlu oturmuş bu kayıpları dile getiren bir yazı bile hazırlamıştı (Misak dergisi, 1997, sayı 85).

Üniversitelerimiz Dönüşümün Neresinde?

Son zamanlardaki gelişmelere bakarsak, ülkemizin milli güçleri, tıpkı kurtuluş savasında olduğu gibi, ülkenin bizzat kendi kurumları tarafından kuşatılmış ve işgal vaziyetine karşı tarihi bir mücadele veriyor. Adeta bir kurtuluş savaşı bu! 12 Eylül Referandum sonucu "evet" çıkarsa bu kurtuluş savaşında önemli bir zafer kazanılmış olacak ve tarihi bir adım atılmış olacak.. Bu savaşta en büyük katkıyı sanırım hukukçularımız ve istihbarat emniyet güçlerimiz veriyor. Bir de sayın başbakanın cesur ve kararlı tavrı etkili oluyor. Bu konuda bazı gazetecilerin katkılarını unutmamak gerekiyor. Örneğin Şamil Tayyar gibi cesur gazeteciler ve Taraf gazetesi gibi gazeteler, gerçekte neler olduğunu kamu oyu ile paylaşarak bu sürece olumlu katkıda bulunuyorlar.

Şimdi asıl sorulması gereken soruya gelmek istiyorum. Peki üniversitelerimiz bu sürece akademik anlamda hangi katkıyı sunuyorlar acaba? Niçin bu süreçte etkili bir şekilde yer alamıyor akademik dünya?

Hangi mekanizma ve sistemlerle bu hakimiyetin sağlandığı, toplum mühendisliği yöntemleri ile insanımızın nasıl manupule edildiğinin açığa çıkarılması, herkesten çok bilim adamlarımıza ve üniversitelerimize düşen bir sorumluluk ve görev olduğu kanaatındayım.

Derin Güçler ve YÖK Sistemi

Derin güçlerin üniversitelerin başına bela ettiği açıkca belli olan öyle bir YÖK sistemi var. Bu sistem akademisyenlerin ülkenin gerçek ve stratejik ihtiyaçlarına yönelik bilimsel çalışma ve araştırmalara karşı elini kolunu bağlamaktadır. Örneğin firmalara, piyasaya danışmanlık gibi görevler yaptığınız takdirde başınız belaya girebilir. Hatta ülke kurumlarının faydasına çalışmalar yapmış olsanız bununla suçlu duruma düşebilirsiniz. Çünkü bu tür faaliyetlerin kanun ve yönetmeliklerde yerini bulamazsınız. Bu faaliyetlerin akademik terfilerde vs bir faydasını da göremezsiniz.

Bu yüzden de kimse oturup sanayiye, kültüre ekonomiye, iş dünyasına faydalı; halkımızın derdine deva projelerde görev almak istememektedir. Öyle bir sistem kurulmuş ki TÜBİTAK ve BAP'ın hatta DPT'nin proje desteklerini, inovasyon niteliği taşıyan, buluş ve üretime yönelik, yada hizmet sektöründe yeniliklere dair çalışmalarda kullanamazsınız. Kullansanız bile istisna mesabesinde kalır. Bilimsel çalışma olarak, sadece yabancı dergilerde yayınlanmış makaleler önem ve öncelik arz etmekte, bir bakıma bu şekilde ülkenin stratejik bilgilerinin yurt dışına taşınması sağlanmaktadır. Türkçe yayın yapmak adeta yasak hale getirilmiş durumdadır YÖK sisteminde.

Ergenekonvari derin güçlerin gerçek yüzlerinin ortaya çıkarıldığı şu tarihi günlerde üniversite hiç değilse kendi üzerinde, eğitim ve bilim dünyamız üzerinde oynanan kirli oyunların farkına varacak çalışmaların içine girebilir ve eğitim, araştırma ve bilim dünyamızda yapılması gerekli reform ve değişimlere öncülük edebilir. Hiç değilse bunu önce panel, sempozyum, forum vb aktiviteler başlatır. Sonra da tez çalışmaları ile devam ettirebilir.

Üniversitelerin başına öyle bir YÖK yasası diye bilinen üniversiteler kanunu musallat edilmiş bulunuyor ki, diğer unsurları bir yana, örneğin sadece rektör seçim sistemi, üniversiteleri huzursuz etmeye ve kendi içinde problemli hale getirmeye kafi gelmektedir. Rektörlere ve YÖK başkanına verilen olağanüstü yetkilerle üniversitelerin kolayca tek tipleştirilebildiğini görmüştük. Kemal Gürüz gibi YÖK başkanları, Kemal Alemdaroğlu gibi üniversite rektörlerinin uygulamaları buna açık örneklerdi.

Gazeteci Mustafa Yürekli "Ergenekon'daki Sebataycı Profesörler" başlıklı yazısında eski YÖK Başkanlarından Kemal Gürüz'ün marifetlerinden söz etmektedir. Bu yazısında özetle Kemal Gürüz'ün İsrail'de stratejik araştırmaları ile tanınan, İsrail'in derin politikalarının belirlenmesinde önemli rol oynayan Tel Aviv Üniversitesi Moşe Dayan Enstitüsü'nün Mütevelli Heyeti Üyesi olduğunu ve Ergenekon'dan sorgulanan Kemal Gürüz, Kemal Alemdaroğlu ve Yalçın Küçük'ün üçünün asıl ortak noktalarının Sebataycı olmalarından söz eder. Ayrıca derin devletin dönme ve mason ağırlıklı yapısına vurgu yapar. (http://www.haber7.com/haber/20090109/Ergenekon8217daki-Sabetayci-profesorler.php)

Bu yazıdaki gerçekleri bizzat yaşadığımızdan çok hayret etmemiştim. Ancak, hayret ettiğim en önemli nokta şurası olmuştu: Düşünün ki, ülkenin en saygın iki kurumunun (TÜBİTAK ve YÖK) başkanlığı yapmış kişi (Kemal Gürüz), bu ülkenin Cumhurbaşkanına, Başbakanına, hükümete, Milli Eğitim Bakanına kafa tutabiliyordu. Acaba bu zat hangi güçlere güveniyordu? Gerçekten arkasında başka güçler bulunuyorsa, bunların akademik anlamda açığa çıkarılmasının vazifesi öncelikle biz bilim adamlarının değil mi?

Olayların Perde Arkası

Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu emekli olduktan sonra yazdığı eserlerinde Türkiye'de üniversiteler ve topyekün eğitim dünyamız üzerine oynanan oyunlardan sıklıkla söz eder. Amerikalılar'ın Avrupalıların, İsrail'in büyüyen ve gelişen bir Türkiye görmek istemediklerine dikkat çeker ve bu amaçla eğitimi nasıl eğitemez hale getirmek için hangi metotları kullandıklarını anlatır.

Sayın Prof. Dr. Nejat Veziroğlu ve Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu gibi duyarlı insanlar Amerika'dan bu gidişatın arka yüzünü görüp, kitaplar ve makaleler yazıyor ve tehlikeli gidişe dikkat çekiyorlar. Acaba bizim üniversitelerimiz, bilim dünyamızın başında bulunan sayın rektörlerimiz bu konuda hangi proje faaliyetlerine başlamış bulunuyorlar? Bazı kayıtlara göre 1948'li yıllarda başlayan süreçte ülkemiz eğitiminin direksiyonuna Amerikalı danışmanlar geçti. Acaba bu yönlendirme hala devam ediyor mu? Devam ediyor olmalı ki Milli Eğitim Bakanlığı henüz doğru bir eğitim politikasına sahip olamadı. Milli Eğitimde yap – boz sil baştan uygulamaları devam ediyor. Bakanlığın en önemli bir atılımı olan "Yeni müfredat" yozlaşmaya başladı. Çünkü henüz akademik bir ölçme - değerlendirme sistemi kurulamadığından, teste dayalı SBS ve ÖSS gibi merkezi sınavlar ve hazırlık dersaneleri, okul ve eğitimin yerini almış görünüyor.

Eğer ülke ordu-yargı-medya üçgeni kuşatması altında bulunuyorsa, kolayca fark edilmeyen bu üçgenin büyük bir ustalıkla oluşturulmuş olduğu açıktır. Bu Şeytan üçgeninin ortaya çıkarılması ve gerekli kurtuluş stratejilerinin oluşturulması için ciddi araştırma ve çalışmalara ihtiyaç bulunmaktadır. Bunu da kapsamlı ve akademik anlamda gerçekleştirebilecek yerler ise üniversitelerdir. Bu aydınlanma sürecine zaman geçirmeden bilim dünyamız da dahil olmalı ki, suçları örtüp saklayan perde bir an evvel aralansın ve böylece toplumu körlüğe iten malum medya ve çevrelerin rolü daha kolay bir şekilde ve bilimsel delilleri ve yöntemleri ile ortaya çıkarılabilsin. Sonuçta suç ve suçlu birdenbire sahnenin ortasında çırılçıplak kalabilsin.

Bilime Dayalı Kalkınma

Ülkemiz insanı kadar yetkililerin, hatta bilim çevrelerinin malum güçlerce nasıl uyutulduğuna şöyle bir bakalım ve ibret almaya çalışalım. Bugün ülkede sanayi hangi tür araştırmalar yapmalıdır? Bu belli değil. Hangi tür araştırmalara yönlenmelidir? Üniversitelerimiz ne tür yatırımlar yapmalıdır? Hangi tür konularda doktoralı bilim adamları yetiştirmeliyiz? Nerelere yönlenmeliyiz? Ülkemizin ulusal kaynaklarını bilim ve teknoloji açısından nasıl değerlendirmeliyiz? Sanayiyi nasıl motive etmeliyiz? Bu konularda açıklık yok. Varsa da kağıt üstünde vardır ve kimseyi bağlamayan sistemsel yaklaşımdan yoksun bir şekilde vardır.

Bakın üniversitelerde yüzlerce binlerce tezler araştırmalar yapılıyor ama bunlar genelde sinai, ekonomik ve kültürel hayatımız ve geleceğimizle alakalı değil. Düşününki 100 kadar üniversite ve on binlerce öğretim elemanı taşıyorsunuz ve onlardan istifade etmeyi bilmiyorsunuz. Bir ülkenin geleceği için bundan vahim daha ne olabilir? Bu tür konular basınımızın bile gündeminde yer almamasını nasıl yorumlamalıyız acaba? Kalkınmanın temelinde üretime dayalı eğitim ve buluş, yenilik, inovasyon bulunduğu halde TV kanallarımız bir mankenin hayatını önemsediği kadar bilimi ve araştırmayı neden önemsemiyor acaba? Medyamızın bu kadar bilim ve eğitim meselelerinin uzağında kalmasını nasıl yorumlamalıyız?

Bilim, hayatımızda bir aksesuar olarak kalmaya devam ediyorsa altında güçlü bir neden bulunmalıdır. Günümüzde belirleyici tek gücün buluşçuluk yenilik, icat olduğunu dünyada çok insan anladı ise de bizim henüz anlayamamış olmamızı insanımızın yeteneksizliği, ufuksuzluğu ve dar görüşlülüğüne bağlayabilir miyiz? Ülkenin önü olumlu adımlarda hep kesilmişse ve yıllardır hep kaos ve terör içinde bırakılmışsanız, eğitim ve üniversiteniz yabancı danışmanlarca yönlendiriliyorsa, bu ülke, eğiten ve kazandırıcı bir eğitime sahip olamayacağı gibi, sanayide dışa bağımlı durumda kalmaktan kurtulamayacaktır.

Eğitim Üzerindeki Oyunlar

Yeni Dünya Düzeninde, küreselleşmenin bir unsuru olarak köle milletler sınıfı içinde yer alan ülkelere bakın eğitimleri bilgi ve sınav odaklıdır. Üretmeyen ancak tüketen toplumlara biçilen rol ezberci eğitimdir. Bu ülkelerin okullarda öğretilenler gerçek hayattan kopuktur.

Günümüz dünyası artık ikiye ayrılmış görünüyor aslında. Birincisi, icat ve yenilik yoluyla üretenler. Bunlar aynı zamanda bu şuura varamamış toplumların kaderlerine hükmetmekte ve onların sırtından geçinmektedir. İkincisi buluşların estirdiği rüzgârlara kapılıp oradan oraya sürüklenen, tüketen ve kopyalayan ülkeler. Bu ülkelere günümüz dünyasının "yeni köleleri" diyebiliriz.

Ülkemizin hangi sınıf içinde mütalaa edilebileceğini artık siz düşünün! Özellikle merkezî sınavlarla okullarımız birer "şartlandırma" merkezleri haline getirilmekte, dolayısıyla mevcut dersane merkezli - test odaklı eğitimle insanımız zihnen köleleştirilmeye çalışılmaktadır.

12 Eylül referandumu sonucu, özlediğimiz bilimsel gerçeklere uygun eğitim anlayışı ile zihnen özgürlüğümüzü elimize geçireceğimiz günleri getirebilir. Çünkü

ülkemizin diğer kurumları üzerinde olduğu kadar eğitim ve bilim dünyamız üzerinde etkili olduğu belli olan derin güçlerin etkisinin büyük oranda kaybedeceği gün olarak görüyorum 12 Eylül refarandumu sonucunu.

Bu eğitim sürecinden geçen insanımız neden birbiri ile kavgalı hale geliyor ve hayatı ve olayları at gözlüğü ile (neredeyse açısız) seyretmeye başlıyor? Her şeyin cevabı öğretilen bir eğitim yapımız olduğundan kendimize ezberletilmiş, belletilmiş cevapları başkalarına ezbere belletmeye çalışan bir eğitim yapımızolduğu için.

Okuma, düşünme, konuşma,yazma ve araştırma gibi en temel hayat becerilerinin bile öğretilemediği, öğrencinin hep bilgiyle yüklenen nesne konumunda kaldığı bu süreç kendisine güvensiz becerisiz yığınlar oluşturmaya hizmet etmektedir.

Diğer taraftan, üniversitelerimiz toplum sorunlarına karşı bu kadar sessiz kalıyorsa, bunun birinci nedeni akademik özgürlüğü ve özerkliği öldüren mevcut YÖK yasası olduğu açıktır. Hiç kimse, tüm geleceği rektör denen olağanüstü yetkiyle donatılan bir kişinin dudağının ucunda olduğu bir akademisyenin üniversitelerde, kendisini özgür ve bağımsız hissetmesini beklemesin. Duruşu ve kişiliği sağlam, bilimsel derinliğe sahip bir bilim adamı olarak yetişmesini ve özgün ve yeni şeyler üretebileceğini de...

Sonuç olarak 12 Eylül Referandumu bir miladın başı olabilir. Çünkü bu referandum, Türkiye'nin gelişiminin önünü kesen kurumların yeniden yapılanmasıı sağlanacaktır. Artık engeller kalkacağına göre, kapsamlı bir anayasa değişikliğinin önü açılmış olacaktır. Halka hizmeti yasaklayan YÖK yasası ve Tuhaf seçim ve siyasî partiler yasasından tutun da 28 Şubat'tan kalma yasadışı başörtüsü yasağı, katsayı haksızlığı ve diğer dayatmalara son verecek bir Anayasa değişikliği ile kurumlarımızın hukuki ve demokratik bir kimliğe kavuşacağı günler yaklaşmaktadır. (Zaman)

Prof. Dr. Osman Çakmak / Gaziosmanpaşa Üniversitesi