Yazılı ve görsel medyada da bu iki madde yoğun bir biçimde tartışılıyor; ancak, benim kişisel kanım, bu tartışmaların doğru bir zeminde yapılmadığı yönünde. Özellikle, bu iki maddenin yani Anayasa Mahkemesi'ni ve Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'nu (HSYK) ilgilendiren maddelerin tartışılması esnasında, referandum sonucunda bu iki maddede gerçekleşecek değişiklik nedeniyle "hayır" oyu kullanacaklarını deklare eden kişiler, aralarında maalesef hâkimler de var, bir konuya ısrarla ve özenle girmiyorlar. Bu konu ise kanımca yüksek yargıya ilişkin tartışmaların özünü oluşturuyor.

Tartışılan mesele, öne sürülen iddia hep kimin, kimlerin, kimi, kimleri nereye, nerelere atayacağı ve bu atama mekanizmaları nedeniyle de yasama ve yürütmenin yargı erkine hakim olabileceği yönünde; bu tartışmaya girmek istemiyorum, çok da anlamlı bulmuyorum.

Çok daha anlamlı gördüğüm nokta mevcut ya da yarınki yargı yapılanmasının, kişileri ve idieolojileriyle birlikte ürettikleri yargı kararlarının niteliği meselesi; daha önce de bu yorum sahifesinde, yüksek yargı kararlarının AİHM'de Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin en azından bir maddesine aykırı bulunmasında Türkiye'nin uzak ara önde olduğunu ve bu durumun yüksek yargının en büyük ayıbı, ülkenin de utancı olduğunu yazmış idim. İlginçtir, hayırcı yazarlar, yargıçlar nedense bu konuya, yüksek yargı kararlarının Avrupa standartlarından daima sınıfta çakma konusuna hiç girmiyorlar ama bu mesele yüksek yargıya kimin kimi atayacağından çok daha önemli bir konu.

Mevcut sistemin yüksek yargıçları şimdi dört elle sarıldıkları 82 Anayasası'nın 90. maddesini bile yine ısrarla ve özenle görmezden gelerek üstelik bir de anayasa suçu işliyorlar.

Dünkü (31 Ağustos, Pazartesi) Radikal gazetesinin üst manşeti "Düşüncede Hrant reformu" diye atılmış idi; altındaki yazı Sayın Murat Yetkin'e ait ve yazının ana fikri, bir haber niteliğinde, yine birinci sahifede göze çarpıyor: "Yeni karar: Artık AİHM'deki ifade özgürlüğü davalarında savunma verilmeyecek."

Hrant Dink'in ailesinin AİHM'ye açtığı davaya Türkiye'nin verdiği savunmanın tepkiye yol açması Ankara'yı yeni bir tavra sevk ediyormuş, ifade özgürlüğü davalarında devlet artık savunma vermeyecekmiş, dostane çözüm aranacakmış.

İlk okuduğunuzda devletin bu kararı doğrusu kulağınıza hoş geliyor, ama biraz daha düşündüğünüzde de, itiraf edeyim, boş geliyor.

REFERANDUMU DAHA ANLAMLI KILAN MADDELER

İfade özgürlüğü konularında devletin savunma vermeyip durumun sorumluluğunu üstlenmesi çok çağdaş bir tavır, bu kararı alanları kutluyorum; ancak, meselenin iki sorunlu ayağı var ve bu konular hiç tartışılmıyor. Birinci konu devlet dediğimizde ne anladığımızdan kaynaklanıyor; devlet, daha ortaokulda öğretilir, yasama, yargı ve yürütme birlikteliği demektir. İfade özgürlüğü konusunda devletin AİHM tarafından mahkum edilmesine neden olan kararlar da Yargıtay (yargı/devlet) kararları, savunma verme durumunda olan ve artık bu konularda sorumluluğu üstleneceğini deklare eden yürütme (Adalet, Dışişleri, Maliye) de devlet. Yapılması gereken, devlet içindeki farklı fazları harmonize etmek.

İkinci sorunlu ayak ise doğrudan yüksek yargı (ifade özgürlüğü konularında spesifik olarak Yargıtay); Anayasamızın (1982) 90. maddesinin son paragrafında 2004 senesinde yapılan bir değişiklikle şöyle bir ifade yer alıyor: Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır.

Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi bu maddede ifadesini bulan milletlerarası andlaşmaların en önemli örneği; bu Sözleşme'nin 10. maddesi şöyle başlıyor: Herkes görüşlerini açıklama ve anlatım özgürlüğüne sahiptir. Bu kısa ifadenin içini ise AİHM içtihadı doldurmuş ve özellikle 1976 tarihli Handyside kararı temel ifade özgürlüğü prensiplerini belirlemiş.

Bu kararın 49. paragrafında mealen şöyle deniyor: İfade özgürlüğü sadece hoşa giden düşünceler icin degil, "devleti ve toplumun herhangi bir kesimini inciten, şoke eden ya da rahatsız eden" görüşler icin de geçerlidir. Bu durum çoğulculuk, hoşgörü ve açıkgörüşlülük temelinde söz konusudur.

Şayet, Yargıtay hâkimlerimiz, Anayasa'mızın 90. maddesini uygulamak isterlerse, ellerinde AİHM içtihadı olarak yukarıdaki paragraf var; yüksek hâkimler ifade özgürlüğü kararlarında 90. maddeyi ve bu alıntıyı (Handyside, paragraf 49) beraber uygulamayı içlerine sindirir, kapalı toplum alışkanlıklarını bir kenara bırakırlar ise sorunun en büyük bölümü çözülmüş olacaktır.

Yok, Yargıtay hâkimlerimiz, ısrarla ve özenle, "biz kuruluş ideolojisi değerlerini, kapalı toplum ideallerini Anayasa'mızın 90. maddesinin önüne koymakta kararlıyız" tavırlarını sürdürürlerse, devletin AİHM'de ifade özgürlüğü davalarında mahkum olması ve yürütmenin de savunma ızdırapları çekmesi kaçınılmazdır.

Yargıtay'ın, yüksek yargının bu hukuk dışı, çağdaş çerçeveler dışı ısrarları 12 Eylül referandumunu, malum iki madde değişikliğini daha da anlamlı kılmaktadır. (Zaman)


Eser Karakaş