2004 yılında benim için de öyle olmuştu. Fakülteyi tam 4 yılda fena olmayan bir ortalamayla bitirmişim, hemen peşine de Özel Hukuk üzerine yüksek lisansa başlamışım ki bendeki özgüven ve meslek aşkı üstad Turgut Kazan’da yok (kulakları çınlasın sayın üstadın). Her şeyin en doğrusunu, en hakkaniyetlisini, en ilkelisini yapan bir hukukçu olacaktım. Hukuktan, etikten, ilkeden taviz vermeyecektim. Bildiğin, memleketi stajyer halimle ben kurtaracaktım.
 
Bakırköy’de genç bir kadın avukatın yanında staj yapıyordum. Gerçekten de bana meslektaş olarak yaklaşan, maddi-manevi her anlamda hakkımı teslim eden bir avukattı. Az ama öz işlerimiz vardı, birkaç tane de şirket danışmanlığı.
 
Müvekkil şirketlerden birinin bir alacak davası vardı, muhasip bilirkişi defter ve hesaplar üzerinde inceleme yapacaktı. Patron dedi ki, “Gökmen, yarın şu saatte bilirkişi inceleme yapacakmış müvekkil şirkette. Ödevin filan yoksa sen de orada olsan keşke, müvekkil ilgisiz olduğumuzu düşünmesin”. “Olur, tabii” diye cevap verdim.
 
Ertesi gün müvekkil şirkete gittim belirlenen saatte. Yenibosna’nın içlerinde, kuş uçmaz kervan geçmez bir yer. Çok geçmeden muhasip bilirkişi de geldi. 10-15 dakika oyalandı, yazdı, çizdi, not aldı. Çaylarımız da bitince müsaade isteyip kalktık.
 
Şirketin önüne bir taksi istedim. “Ben de geleyim mi?” diye sordu bilirkişi. “Tabii, buyrun” dedim. Bindik arkaya, soluma oturdu. “Stajyer misin, nere mezunusun, ne olacaksın” gibi kısa süreli lüzumsuz muhabbetlerden sonra “Ne tarafa gidiyorsun?” sorusunu yöneltti. İncirli’de inip, oradan dolmuşla ofise devam edeceğimi söyledim. Hayatında ilk defa gördüğü insanla “sen” formunda konuşan; ısrarla “siz” formunda cevap vermene rağmen “sen” diye devam eden çiğlikten o zaman da nefret ediyordum ama o esnada sorun etmedim. Adam alacaklı olduğumuz dosyada bilirkişi nihayetinde, polemiğe hiç gerek yoktu.
 
Biraz ilerledik, bu aniden “Ben Topkapı’ya gideceğim ama” dedi. İncirli’ye gideceğimi, isterse oraya kadar benimle gelebileceğini veya benden sonra devam edebileceğini söyledim. Bunun üzerine, “Beni Topkapı’ya bırak” diye talimat vermesin mi bana! İncirli’ye gittiğimi, isterse oradan devam edebileceğini net bir şekilde tekrarladım. Taksici de bizi kesiyor dikiz aynasından. Yolumu değiştirip bilirkişiyi gitmek istediği yere bırakamazdım. Yapmamalıydım, yapılmamalıydı, akıldan bile geçirilmemeliydi.
 
İşte ne olduysa ondan sonra oldu. “Demek bırakmıyorsun şimdi! İyi, görürsün o zaman!” demesin mi bu, kafasını hafif bir şekilde sağ-öne doğru eğip yukarı aşağı sallayarak… O an taksiciyle yine göz göze geldik dikiz aynasından. “Lan sen neyle tehdit ediyorsun beni” diye sesimi yükseltip buna çıkışmamla sağ elinin tersini suratıma yedim.
 
Olay artık dalaşmadan çıkıp fiziki şiddet boyutuna girmişti. Bu arada bilirkişi dediğim adam 40-45 yaşlarında, ama iri yarı bir herif. Hatta bu yaşıma kadar gördüğüm en iri bilirkişi diyebilirim. Hani ben de çok ufak tefek sayılmam ama adamla yan yana gelince Cersei ile Sir Gregor Clegane gibi duruyoruz yemin ederim.
 
Biz başladık avuç içi kadar arka koltukta dalaşmaya. O bana vurmaya çalışıyor ben ona ama doğru düzgün vuramıyoruz da, hareket alanı kısıtlı. Kaplamış zaten arka koltuğu gebeş gebeş… Derken taksici sağ eliyle el frenini çekip aynı anda sol eliyle de kapısını açtı. “Aha” dedim, “Bir de şoförden dayak yiyeceğim” ki İstanbul taksicilerini de hiç sevmem bu arada.
 
Taksici indi, arka sol kapıyı açtı, tek hamlede yakasından çekip indirdi aşağıya bizim bilirkişiyi. Allahım, taksici bir dövüyor, bir dövüyor bizim bilirkişiyi, nefes almadan vuruyor. İndim… Gittim sol tarafa, taksiciyi ayırmaya çalışıyorum. Neyse, güç bela ayırdım taksiciyi. Bizim bilirkişiyi kan revan içinde, üstü başı paramparça bıraktık E-5’in kenarında, bindik taksiye, devam ettik yolumuza.
 
İncirli’ye gelene kadar bilirkişiye sövüp durdu taksici abi. Meğer en başından beri bizi dinliyormuş, mevzuyu anlamış. Bizim bilirkişinin pozisyonunu kullanarak taksi parasını avantaya getirmesine sinir olmuş sayın abim. İncirli’ye geldik, iyi bir bahşişle beraber ödemeyi yapıp indim. Minibüs bekliyorum, ofise geçeceğim.
 
Derken telefon çaldı. Müvekkil arıyor. Zahmet edip kendilerini yalnız bırakmadığım için teşekkür etmek istemiş garip. “Bilirkişi n’aptı?” diye sordu, “Ya biz taksiciyle beraber bilirkişiyi dövüp E-5’in kenarına bıraktık. Ne yaptı sonra bilmiyorum” dedim ve “Taksicileri sevmem ama Allahtan taksici abi de bilirkişileri sevmiyormuş. Zaten bilirkişi de beni sevmemişti, heh he!” diye de ekledim gevreyerek. Adamcağızın telefonda sesi soluğu kesildi yemin ediyorum. Hiçbir şey diyemedi. Kapattı telefonu. İşte o an yavaştan ayıkmaya başladım. Evet, sıvamakla kalmamış, bu telefon konuşmasıyla tüyü de dikmiştim.
 
Ofise yaklaşınca minibüsten indim. Köşedeki pastaneden de ekler aldım, çayla yeriz diye (Bak bak, karaktersizliğe bak! N’oldu, az önce ilkesel duruşunla üstat Turgut Kazan’la yarışıyordun; şimdi fırça çekmesin diye patrona ekler alıyorsun! Ekler de ekler olsa, çamur gibi, bayat bir şey).
 
Ofise geçtiğimde, patron beni kapıda bekliyordu. Dünyalar kibarı, o güne kadar tanıdığım en naif kişi olan o kadının yüzündeki ifadeyi hiç unutmayacağım. Bana kızgınlığı ile müvekkile olan mahcubiyeti, “muhtemelen” beni göndermiş olmanın verdiği pişmanlık duygusuna karışmış ve yüzüne oturmuştu. Ağzımı açamadım. Allahı var o da bir şey demedi.
 
Bir süre sonra bilirkişi raporu geldi. Aleyhe tabii… Sonra da o ofisteki maceram sona erdi.
 
Amerika’ya yerleşene kadar ara ara görüşüyorduk üstatla. Bir defasında konu açıldığında “Senin gibi stajyer gelmedi be Gökmen” dedi ve ekledi “İnşallah da gelmez!..”
 
O günden beri ne zaman bir muhasip bilirkişi ile karşılaşsam, sanki bir şey isteyecekmiş ve vermesem de dövecekmiş gibi gelir bana hep. O travmayı atlatamadım. Çok şükür ki benden bir şey isteyen muhasip bilirkişi de çıkmadı henüz… Üstadın dediği gibi, inşallah da çıkmaz…
 

Gökmen GÜNDOĞDU / AVUKADOS

Kaynak: https://www.avukados.com/single-post/2017/04/14/Stajyer-travmasi