Hayatta Öğrendiğim Her Şeyi Üç Kelime İle Özetleyebilirim: ‘Hayat Devam Ediyor.’ Robert FROST

MANCHESTER BY THE SEA / YAŞAMIN KIYISINDA!

Hepimizin hayatında mecburen yaptığımız, görevimiz olduğu için yaptığımız şeyler vardır. Bunların dışında bir de seçerek ve severek yaptığımız şeyler vardır. Hemen herkes gibi şahsen ben de yapmak zorunda olduğum şeyleri olanaklarım ölçüsünde yaptım, yapıyorum. Ve elbette mesleğimi de severek icra ediyorum.

Ama son zamanlarda sevdiğim şeyleri, seçtiğim şeyleri, beni mutlu eden, bana keyif veren şeyleri daha çok yapıyorum. Mesela daha çok okuyorum, daha çok müzik dinliyorum, daha çok yazıyorum, tiyatroya, sinemaya, konsere, operaya daha çok gidiyorum. Beni kentin gürültüsünden, gündelik yaşamın monotonluğundan ve rutininden kurtaran kentin dışına yaptığım günlük gezileri daha çok yapıyor, yani kendimi daha çok gezdiriyor, daha çok seyahat ediyorum. Eşimle, kızımla, köpeğim Tarçın’la daha çok birlikte oluyorum. Daha çok yürüyorum. Daha sağlıklı besleniyor, daha çok dinleniyor, daha düzenli uyuyorum. Daha az konuşuyor, daha çok düşünüyor, daha çok dinliyorum. İnsanlarla birlikte olmaya ayırdığım zamandan çok daha fazlasını, onlardan biraz uzak durmaya ayırıyorum. Bunu yapamadığımda, hayata insanların bulunduğu yerde dahil olmak gerektiğinde ya da bunu istediğimde veya buna ihtiyaç duyduğumda, bana sıkıntı vermeyen, aksine pozitif enerji veren, sohbetinden keyif aldığım, bilgisinden, görgüsünden, deneyimlerinden yararlandığım, bilmediğim şeyleri, yeni şeyleri öğrendiğim, benimle olmaktan mutlu olduğunu bildiğim, benim de birlikte olmaktan keyif aldığım insanlarla beraber olmayı tercih ediyorum. Özetle kendime daha çok zaman ayırıyorum.

Birkaç gün önce sinemaya gittim mesela. Başrolünü Casey Affleck’in, diğer rollerini Michelle Williams, Kyle Chandler, Gretchen Mol ve Lucas Hedges’in oynadığı, yönetmenliğini ve senaristliğini Kenneth Lonergan’ın yaptığı, 13 dalda Oscar’a aday gösterilen, 3 dalda Oscar ödülü alan Manchester By The Sea/Yaşamın Kıyısında isimli filmi seyrettim.

Bu yazıyı yazmaktan amacım, size filmin hikayesini, özetini anlatmak değil elbette. Kaldı ki anlatılası bir film de değil, aksine izlenilmesi gereken bir film. Hayatın, insan hayatının, hepimizin hayatının nasıl pamuk ipliğine bağlı olduğunu, iyi giden bir şeylerin bir anda nasıl ters yüz olabileceğini anlatan duygu yüklü bir film.

Hemen hepimizin hayatında birçok şeyin yolunda gitmediği, bazı şeylerin eğilip büküldüğü, ters gittiği, inişlerin, çıkışların olduğu anlar, zamanlar vardır. Böyle anlarda ve zamanlarda hayatın ve kaderin bize bağışladığı pek çok şey kaybedilebilir, bizden geri alınabilir. Hayat, hayatımız elimizden kayıp gidebilir. Hangi alanda ve konumda olursa olsun insan için bir hareket alanı kapanabilir. Bir iş adamının işleri bozulabilir ve hatta o iş adamı iflas aşamasına gelebilir. İnsan işinden atılabilir. Kamuda çalışan bir kişi için var olan bir terfi standardı ortadan kaldırılabilir veya amirlerin tercihleri değişebilir. Evli olan bir kişinin aile düzeni bozulabilir ve hatta o kişi eşinden boşanabilir. İnsan annesini, babasını, eşini, çocuğunu veya çok sevdiği birisini kaybedebilir. Arkadaşlığa, dostluğa, sevgiye, sevdaya, aşka dair olan pek çok şey ve kişi sizin için artık bir anlam ifade etmeyebilir.

Bu gibi durumlarda insan, her zamankinden daha çok belirsizlik, endişe, korku, tatminsizlik, hayal kırıklığı duyabilir ve bunları yaşayabilir. Bütün bunlar, kuşkusuz, bunları yaşayan insan için yaşanması, baş edilmesi, dayanılması, taşınması gerçekten zor olan şeylerdir.  İnsanı “yaprakları büsbütün dökülmüş zamanla” yüz yüze getiren ve hayata küstüren şeylerdir. İnsan bunları yaşayabilir ama yine de Nazım’ın dediği gibi “…Biz bıraktığın gibiyiz. / Ustalaştık biraz daha taşı kırmakta, / Dostu düşmandan ayırmakta…” diyerek yoluna devam edebilir. Zira bunların hiçbirisi insanı “yaşamın kıyısına” getiren, köşeye sıkıştıran, hayatla ölüm arasındaki bir yere getirip bırakan şeyler değildir. İnsan bütün bu yaşadıklarına rağmen, yine de hayatın ince biçimde örülmüş ağı içinde “hayat problem çözmektir” diyerek ve kendisine bir yol açarak veya bir yol yaparak hayatına devam edebilir.

Ama insan bazen öyle şeyler yaşar ki, yaşadıkları onu ölüm ile hayat arasındaki o ince ve her an kırılabilir çizgi üzerinde bir yerde sıkıştırabilir. İnsan ölmek ister ama ölemez. Yaşamak ister ama yaşadığı, geride bıraktığı şeyler onu rahat bırakmaz. Zira öyle anlarda ve zamanlarda hayat, her zamankinden daha çok insanın ru­hundan içeri süzülerek giren anılarla doludur. İnsanın yaşama sevincini ve hevesini alıp götüren ve yakasından bir türlü düşmeyen bu anıların ağırlığı ve yüküyle birlikte insanın hayatına devam etmesi zor, hatta imkansız hale gelir.

İşte “Yaşamın Kıyısında” isimli film, böyle bir hayatın, Casey Affleck’in baş rolünü başarıyla oynadığı böyle bir insanın, hiçbir özelliği olmayan sıradan bir insanın, eşi ve çocuklarıyla birlikte mutlu ve sade bir hayat süren kendi halinde bir insanın, Lee Chandler’in hikayesidir. Gerçek hayattan, yaşanmış bir hayattan alınmamış olmakla birlikte, gerçek hayatta örneği ve hatta örnekleri yaşanmış olması muhtemel olan Lee Chandler’in hayatını anlatan film, Oscar ödüllerinin yanı sıra, sinema eleştirmenlerinden de genellikle olumlu eleştiriler aldı. Filmin müzikleri kompozitör Lesley Barber tarafından yapılmış. Hepsi ama hepsi tek kelimeyle olağanüstü. Mesela benim çok sevdiğim, her zaman keyifle dinlediğim Albinoni’nin unutulmaz  eseri “Adogio” da filmin müzikleri arasında.

Eleştirmenlerin    ”acı ve mizahın başyapıtı” olarak nitelendirdikleri film, gerçekten “trajedi ile baş etme konusunda” önemli dersler veren ama hiç de komik olmayan, mizahla ilgisi bulunmayan, izleyenlerde daha çok “yara izi bırakan, güçlü ve duygusal bir drama.” Bütün bunları yaşamış olan bir insanın hayata, hayatına devam etmesi mümkün değildir yaklaşımını bertaraf eden ve Robert Frost’un o güzel ve anlamlı sözünü, yani “hayat devam ediyor” maksimini doğrulayan bir sinema yapıtı, bir sanat eseri.

Sinemadan çıktıktan sonra aklıma ilk gelen, delilik ile dahilik arasında gidip gelen, bir delilik anında eşi Héléne’i boğarak öldüren, ruhsal yönden hasta olduğu için ceza-i ehliyeti bulunmayan ve o nedenle de yargılanmayan, uzun yıllar psikiyatri hastanesinde yatarak tedavi gören bir adamın, Fransız Marksist Louis Althusser’in yaşanmış hayat hikayesi oldu.

Olay anıyla ilgili olarak hiçbir şey hatırlamayan ve hiçbir şey de anlatmayan ama ceza-i ehliyeti olmadığı için yargılanmamış olmaktan dolayı son derece rahatsız olan Althusser, “Gelecek Uzun Sürer” adıyla yazdığı otobiyografik eserinde, bir yandan hayatını, siyasal görüşlerini, bu bağlamda Fransız Komünist Partisi, genelde sol, özelde Fransız solu içindeki ideolojik görüş farklılıklarını anlatır, diğer yandan eşini öldürmesiyle ilgili olarak savunmasını yapar.

Kendine masal anlatmamak: bu formül benim için materyalizmin tuttuğum tek tanımıdır…” diyerek materyalizme eleştirel bir göndermede bulunan Althusser, “beni fark edin” modunda olduğu erken zaman solculuğuyla ilgili olarak, bizim sözde pek çok solcumuzda da örneğini gördüğümüz itiraflarda bulunur, bu bağlamda “bir dönem beğenilmek için yapmacık davrandığınırol yaptığını, herkesin hoşuna gidecek şeyler söylediğini” itiraf eder.

Peki, bütün bunların “Yaşamın Kıyısında” filmiyle ilgisi ve bağlantısı nedir? Eşi Héléne’i öldürdüğünde 62 yaşında olan ve 72 yaşında vefat eden, yani o trajik olaydan sonra 10 yıl daha yaşayan Althusser gibi, dikkatsizliği ve tedbirsizliğiyle iki çocuğunun ölümüne neden olan ve Amerikan hukuk sisteminin özelliğinden dolayı yargılanıp mahkum olmayan Lee Chandler de, yaşadığı bu büyük travmaya rağmen hayata tutunur ve yaşamaya devam eder.

Nasıl ve neden mi? Althusser otobiyografisini anlattığı “Gelecek Uzun Sürer” isimli eserinin sonunda bunun nedenini ve nasılını yazıyor. Okuyalım: “…O günden beri dostluklarım ve sevgilerim de dahil bütün işlerimi kendi elime aldım. O günden beri sanırım sevginin ne olduğunu da öğrendim: atılganca kendi duyguları üstüne ‘abartmalı’ iddialara girmek değil, karşısındakine özenle davranmak, onun arzularına ve ritmine saygı göstermek; hiçbir şey istememek, verileni kabul etmeyi öğrenmek ve bununla yetinmek; her armağanı yaşamın bir sürprizi olarak kabul etmek; aynı armağanı ve aynı sürprizi iddiasızca, hiç zorlanmaya başvurmadan, karşıdakine de yapabilmek. Özetle, yalın özgürlük! Cezanne neden Sainte-Victoire Dağının her anının ayrı resmini yapmıştı? Her anın ışığı ayrı bir armağandır da ondan. Demek ki, yaşam, tüm dramlarına karşın, hala güzel olabilirmiş. Altmış yedi yaşındayım; kendim için sevilmediğimden gençlik tanımamış olan ben, şimdi kendimi hiç olmadığım kadar genç hissediyorum. Bu iş yakında bitecek olsa da. Evet, bazen gelecek uzun sürüyor.

Lee Chandler’da öyle yapar. Bir an gelir dostluklarını, sevgileri de dahil bütün işlerini kendi eline alır. Yaşının hakkını veren, bu amaçla sevdiği ve istediği şeyleri yapmak isteyen ölen abisinin oğlu Patrick üzerindeki baskılarına ve zorlamalarına son verir. Onun kendisini gerçekleştirmesine ve ifade etmesine imkan vermek için onu özgür bırakır. Kendisine de “hayat devam ediyor ve gelecek uzun sürer” diyerek yeni bir hayat kurma şansı, yani ikinci bir şans verir ve öylece yoluna devam eder.
Evet, değerini bilirsek eğer “her anın ışığı ayrı bir armağandır” insana.