Önceki dönemlerde görev alan çok değerli baro başkanlarım, değerli meslektaşlarım ve avukatlık mesleğinin geleceğini oluşturan stajyer avukatlar ve basınımızın fedakâr emekçileri, hepinizi şahsım ve Adana Barosu’nun tüm organları adına sevgi ve saygıyla selamlıyorum.

Öncelikle, 2013-2014 Adli Yılının tüm meslektaşlarımıza, hakim ve savcılarımıza ve adliye personelimize, ülkemize ve ulusumuza hayırlı uğurlu olmasını diliyor, Yargının tüm sorunlarının çözüme kavuştuğu bir adli yıl olmasını ümit ediyorum.

Geçen yıl aramızdan ebediyete uğurladığımız meslektaşlarımıza rahmet diliyorum.

Değerli meslektaşlarım,
Toplumlarda devlete duyulan ihtiyaç, adalete olan ihtiyaca bağlı olarak gelişmiştir. Adalet, toplumsal ihtiyaç olarak devletin varlık sebebini oluştururken, bir vicdani güç olarak da; meşruiyetinin kurucu unsuru ve sınırlarının belirleyicisi olmuştur. Cumhuriyetimizin kurucusu, büyük devlet adamı Atatürk de bu durumu, “istiklal, istikbal, hürriyet, her sey adaletle kaimdir” sözleriyle ifade etmiştir.

Yeni bir adli yıla ümitle girmek isteyip, karamsarlığa kapılmak istemesek de yargının içerisinde bulunduğu sorunların her geçen gün alabildiğine arttığını gözlemlemekteyiz. Hâkim-savcı açığından, adliye binalarının yetersizliğine, mahkemelerin iş yüküne, ağır aksak bir şekilde işleyen yargının verdiği kararlar toplumsal vicdanı rahatsız etmektedir. Giderilemeyen altyapı eksikliklerine, ‘adalet’ gibi kutsal bir kavrama hizmet eden yargının, yeni yasalarla birlikte yurttaşın hak arayışının ve adalete erişiminin paralı hale getirilmesi sonucunda içinden çıkılmaz bir hale dönüşmüştür. Gerekli altyapısal çalışmalar yapılmaksızın açıklanan yargı paketleriyle, eşitler arasında önde gelmesi gereken yargı, maalesef hak ettiği yerde bulunmamaktadır.

Yargı bağımsızlığı sorunu, özellikle 2010 Referandumundan sonra daha da önem kazanmıştır. Adli ve idari yargıdan sonra Yüksek Yargı da vesayet altına girerek, iktidara bağlı (yandaş) bir yapıya dönüştürülmüştür. Ülkemizde yargı, rejimi dönüştürebilmenin ve siyasi iktidar mücadelesinin aracı haline getirilmiş, topluma yargı üzerinden mesaj verilmeye devam etmektedir.

Yargının görevi ve yetkisi; Anayasanın 9. Maddesi gereği, Türk milleti adına bağımsız mahkemelerce kullanılır. Yargının iktidar mücadelesinin aracı olma gibi bir görevi yoktur. HSYK, bizzat Adalet Bakanlığı’nın bürokratlarının da üye olduğu ve yine söz konusu bakanlığın dairelerinden biri gibi iş gören, bağlı bir kurum haline gelmiştir.
Yargı organları; kendilerini ağır-bürokratik hantal anlayıştan kurtarmalı, sistemi ve devleti koruma refleksleriyle hareket etmekten vazgeçmelidir. Anayasal sistemimizde eşitler arasında önde gelen yargı mensuplarının, devlet memuru anlayışı içinde olmamalarını, yargının önceliği; yasaları hızlı-tarafsız biçimde uygulamak, insan hak ve özgürlüklerini korumak olmalıdır.

Yıllarca süren davalar, ağır aksak işleyen bir yargı sistemi tükenmişliği ifade etmektedir. Siyasi iktidara düşen, kendi yargı sistemini oluşturmak, yargı düzenini etki altına almak değil, toplum vicdanını kanatan, sisteme olan güveni erozyona uğratan ve tamamen bitiren sorunları çözmek, gerekli yasal düzenlemelerin yapılmasını sağlamak, yeterli kadro,  fiziki ve teknik olanakları sunmak olmalıdır.

Değerli meslektaşlarım,
Adalet gibi çok ulvi ve kutsal bir kuruma hizmet etmekteyiz. 2013 yılı Adalet Bakanlığı bütçesinde adalet harcamalarının GSYH’ya oranı binde 43’tür. Bu harcamalara bakıldığında; hâkim-savcı, personel maaşlarıyla, Ceza ve Tevkif Evleri Genel Müdürlüğü ile Cezaevi-Tutukevi yapımına harcandığı, yeni adliyelerin yapılması ve işletilmesiyle, bilim-teknoloji ve AR-GE çalışmalarına ayrılan paylar, AB ülkeleriyle kıyas yapıldığında çok düşük kalmaktadır.

Bütçe; sadece personel maaş ve özlük haklarına değil, teknik donanımı da yapılmış çağdaş adliye binalarına, bilim ve teknolojiye kullanılmasına ve AR-GE çalışmalarına da hak edilen payın ayrılması gerektiği düşüncesindeyim.

Değerli meslektaşlarım,
Ülkemiz son zamanlarda ağırlaşan insan hakları ihlalleri, hukukun değil üstünlerin hukukunun egemen kılındığı, toplumun bizden olan-olmayan şeklinde ayrıştırıldığı, demokrasinin sadece seçim ve sandığa indirgendiği, toplumsal muhalefetin sesinin kısıldığı, otoriter-totaliter rejimlere özgü uygulamaların her türlüsünün yaşandığı bir dönemden geçmekteyiz.  Kuvvetler ayrılığı “Demokrasinin, hukuk devletinin, birey –yurttaşın hak ve özgürlüklerinin güvencesidir. Hukuk devletinin yaşama geçirilmesini, yetkilerinin denetlenebilir olmasını ve erkler arasında dengelemeyi amaçlar” Anayasa Mahkemesinin 7 Maddesi ‘yasama yetkisi TBMM’nin, görevidir’ demektedir. 87. Maddesi yasama yetkisini kullanan TBMM, Bakanlar Kurulunu ve Bakanları denetleme görevi de verilir. Bugün yasama, siyasi iktidarı denetleme ve onun üzerinde denge oluşturabilecek yönü kalmamıştır.

11 yıllık siyasi iktidar uygulamaları süresince, toplumun ayrıştırıldığı, kamplaştırılmaya çalışıldığı, yurttaşın aşağılandığı, yok sayıldığı, ötekileştirildiği bir dönem olmuştur. Cumhuriyetimizin bütün kazanımları yok edilmiş; Cumhuriyetin göz nuru- alın teri olan, istihdam ve KDV yaratan, zarar etmeyen, teknoloji anlamında kendisini yenileyen KİT’ler haraç-mezat satılmış, elden çıkartılmıştır. İnsanların yatak odalarına kadar giren, doğum yöntemi ve doğuracak çocuk sayısına kadar müdahale edilen, laik-seküler anlayıştan din devletini esas alan uygulamalar eğitimde ve birçok kamusal alanda yoğun bir şekilde yaşanmaktadır.
Bu yok sayılma ve ötelenme ile birlikte 29 Mayıs’ta başlayan İstanbul Gezi Parkı olayları ülkenin dört bir yanına yayılmış ve toplumsal hareketlenme tarihimizde hiç olmadığı kadar farklı düşünce ve grupları ortak bir paydada buluşturmuştur.

 Sorunlarına duyarlı insanların uluslararası sözleşmeler, anayasa ve yasalarla güvence altına alınmış demokratik haklardan olan protesto hakkı, güvenlik kuvvetlerinin devlet terörü olarak nitelenecek uygulamalarıyla bastırılmaya çalışılmıştır. Toplum şiddete dönüşmeyen, kamu düzenini bozmayan, barışçıl taleplerini dile getirmeye çalışmışsa da TOMA’larla, biber gazı ve tazyikli su ile, polis copuyla insan hakları ihlalleri sergilenmiştir. Bu olaylarda biri polis memuru olmak üzere 6 insanımız hayatını kaybetmiş, 11 insanımız gözünü kaybetmiş, 78 kişi ağır yaralanırken, binlerce insanımız da çeşitli yerlerinden yaralanmıştır. Olaylarda 130 bin biber gazı kapsülü kullanılmıştır. Bu miktar 14 Avrupa ülkesinin bir yılda kullandığı biber gazının iki katına denktir. Gezi olaylarına katılan yurttaşlarımıza yapılanlar ne hukukla, ne insanlıkla ne de vicdanla örtüşüyor. Siyasi iktidar, yurttaşlarına karşı devlet terörünü uygulayıp, zafer kazandığından bahsetmektedir. Kendi yurttaşına her türlü aşağılamayı yapan zihniyetin kime karşı zafer kazandığını bizde merak etmekteyiz. İstanbul Çevik Kuvvet Şube Müdürlüğü'nde olaylarda görev yapan polislere 24 yevmiye ödül verilmesi de devlet terörünün taltif edilmesinin bir örneğidir.

Değerli meslektaşlarım,
Demokrasi; şiddete dönüşmeyen,  her türlü düşüncenin kendini ifade edebildiği, örgütlenebildiği, kural ve kurumların işletilerek güvence altına alındığı yurttaşın özgür iradesiyle seçimini yapabildiği rejimin adıdır.

Demokrasiyi, sadece seçimlere ve sandığa indirgememek gerekmektedir. Sandıkta azınlıkta kalanların da yok sayılmadıkları, uygulamaları eleştirip-protesto hakkını kullanabildikleri, oylama yapılıp her şeyin bitemeyeceği, alınan oya göre davranılamayacağı, uygulamaları benimseyenlerin sorgulayabileceği taleplerini dile getireceği, açıklama yapıp, konuşacağı rejimin adıdır; demokrasi. Basın özgürlüğü ve onun işletilmesi, bir ülkedeki demokrasinin varlığının olup olmadığının en önemli göstergesidir. Demokrasinin ayrılmaz unsuru olan basının, özellikle Gezi olayları sırasında yurttaşın doğru bilgilendirilmesi ve haber alma hakkının bizzat medya tarafından yandaş tarafgir yayınlarla ortaya konmuş ve medya bu anlamda sınıfta kalmıştır. Ülkenin büyük bir çoğunluğu sokağa çıkmış, protestolarını dile getirirken medya ya suskunluğa bürünmüş ya da haberleri çarpıtmıştır. Oysa ki eylemler meşruluğunu haklılığından almaktadır. Ve Cumhuriyet tarihimizde görülmemiş şekilde milyonlar sokağa dökülmüş birkaç münferit olay dışında kamusal düzen hiçbir şekilde bozulmamıştır.

Türkiye’yi “yazarına sahip ol, yoksa karşıma gelip ağlama” diyen zihniyet yönetmektedir. Bugün TMSF aracılığıyla medya gruplarına el konulmuş, yayın politikaları siyasi iktidarın gölgesinde belirlenmiş,  gazete ve TV’ler yandaş işadamlarına satılmıştır.  Sadece Gezi olaylarında siyasi iktidarı eleştirdiği için 71 gazeteci kapı önüne konulmuş ve halen 64 basın mensubu sadece gazetecilik faaliyetinden dolayı  tutukludur.

İktidar, medya patronları üzerinde baskı oluşturmamalı, medyayı sınırlandırmamalı ve medyayı biçimlendirmemelidir.

Değerli meslektaşlarım,
2013 yılı savunma mesleğine, onun temsilcilerine ve avukatların örgütlü sesi olan barolara açılan davalar, demokratik tepkilerini ortaya koyan avukatların evleri olan adliyelerde giysileri yırtılarak, yerlerde sürüklenerek, yaka-paça gözaltına alınmaları, aldıkları davalar üstlendikleri dosyalardan dolayı bugün 30 civarında meslektaşımız tutuklu bulunmaktadır. Savunmanın yok sayıldığı, şekli unsur olarak görüldüğü, olsa da olur, olmasa da olur anlayışı ile yargının kurucu unsurlarından olan ve bağımsız savunmayı serbestçe temsil eden avukatların sesleri kısılmak suretiyle, yapılan hak ihlalleriyle topluma avukatlar üzerinden mesaj verilmeye çalışılmaktadır. Baroların sesi kısılamaz, savunma biat etmeyecek ve SUSMAYACAKTIR. Toplumun Anayasa ile güvence altına alınmış, kişi-hukuk güvenliğinin sağlanması, bunlara denetim ve gözetimin yapılması, Avukatlık Yasasının 76. Ve 95. Maddeleri uyarınca, barolara verilen yetki ve görevler arasında bulunmaktadır. Toplum, hukuki güvenlik ve baro kavramının öneminin ne olduğunu Gezi olayları sırasında bir kez daha anlamıştır. Belki, “Ankara’da Yargıçlar var” diyemeyiz ama, “İyi ki Türkiye’de barolar ve Avukatlar var” sözü olaylarda kanıtlanmıştır.

Siyasi iktidar iç politikadan, dış politikaya kadar her alanda savrulmaktadır. Türkiye 11 Mayıs 2013 günü Cumhuriyet tarihinin en kanlı günlerinden birini yaşamıştır. Reyhanlı’daki bomba yüklü iki aracın patlatılması sonucu 52 yurttaşımız ölmüş, 146’sı yaralanmışlardır. Sayın Başbakan’a göre ise, “Sünni 52 yurttaşımız ölmüştür” Bu olayda MİT tarafından istihbarat verilmiş olmasına karşın Emniyet ve diğer organlardan tarafından gerekli güvenlik önlemleri alınmamıştır. Olaydan yaklaşık 20 gün önce Suriye’nin Rakka kentinde bomba yüklü 3 otomobilin yola çıkacağı, Türkiye’nin çeşitli illerinde terör eyleminin gerçekleşeceği, Şanlıurfa-Gaziantep-Hatay sınır kapılarından giriş yapılacağı bilgisi MİT tarafından emniyete verilmiştir. Yine, olaydan birkaç gün önce kent merkezinde bulunan 76 adet MOBESE’nin bozularak çalışmadığı ve kameraların kayıt yapmadığı saptanmıştır. Ayrıca, sığınmacı kavramının ne olduğu, sığınmacıların hak ve görevleri BM sözleşmesinde ve yasal düzenlememizde belirtilmiştir. Ancak bölgede, otel işleten, gasp olaylarına karışan, dilencilik, hırsızlık yapan ve bölgenin huzurunu kaçıran olayların her geçen gün arttığı, bölgede yönetim zafiyetinin olduğu bilinen bir gerçekliktir.

Bilim adamı Einstein, “Aynı anda hem savaşa hazırlanıp hem de savaşı önleyemezsiniz”, “Aptallığın en büyük kanıtı, aynı şeyi defalarca yapıp, farklı bir sonuç almayı ummaktır”, bu toprakların yetiştirdiği en büyük devrimci Mustafa Kemal ATATÜRK’e göre, “Harp, zorunlu ve hayati olmalıdır. Ama millet hayatı tehlikeye düşmedikçe harp, bir cinayettir” Son zamanlarda bölgemizde dünya egemenlerinin petrol-dolar, paylaşım kavgası hızla devam etmektedir. Emperyalist güçler, Suriye’deki iç savaşta yaşanan katliamları sözde durdurmak, demokrasi götürmek ve iç barışı sağlamak amacıyla bir askeri operasyon düzenlemeyi düşünmektedirler. Suriye; tarihsel, sosyal ve kültürel yönden ilişkilerimizin olduğu, en uzun sınıra sahip olduğumuz bir ülkedir. Emperyalist ülkelerin bölgeye yapacağı askeri müdahaleye, bu ülkelerin halkları ve parlamentoları bile “hayır” derken, maceracı ve boyunduruk altındaki dış politikamız yapılacak müdahaleye ısrarlı ve heveslidir. Türkiye’nin ne Mehmetçiğinin ne de yurttaşının bu macerada akıtılacak bir damla kanı yoktur. Emperyalist ülkeler dünyanın neresine demokrasi ve barış götürmüşlerdir? Neden Suudi Arabistan’a, Katar’a demokrasi götürülmemekte, müdahele edilmemektedir? Suriye’de canlı canlı insan eti yiyenlerle, çocuklara işletilen cinayetlerle ve bunlara yön verenlerle ülkemizin asla bağlantısı olamaz. Ortadoğu’da gerçekleştirilecek operasyona karşıyız. Savaşa hayır diyoruz.

Adalet Bakanlığı’nda hakim-savcı kadrolaşması, mülakatlarda sorulan sorular, hakim-savcı adaylarının değerlendirme kriterleri çok ciddi ülke gündemine oturmuştur. Elbette geçmiş siyasi iktidarlar döneminde de kadrolaşmalar yaşanmıştır. Ancak bu dönemde kadrolaşma, hakim-savcı adaylarının değerlendirilmesi ve memur alımlarına kadar siyasi iktidarla cemaat arasında ciddi bir huzursuzluk bulunmaktadır. HSYK’dan, Adalet Komisyonu Başkanlıklarına ve Cumhuriyet Başsavcılıklarına kadar cemaatin belirleyici bir unsur olduğu, siyasi iktidar ile bazen çatışma bazen de uyum halinde bu işlemlerin yapılmakta olduğu görülmektedir. Hakim-savcı adaylarının değerlendirilmesi ve mesleğe kabullerinde liyâkattan ziyade yaşam tarzları ön plana alınmıştır. Bu uygulamalar sonucunda ömrünün baharında, 26 yaşında hakime adayı olan ve babasının ‘kitap kurdu’ olarak nitelediği Didem Yaylalı intihar ederek hayatına son vermiştir. Didem Yaylalı’ya, bir evraktaki eksiklikten dolayı maaşından kesinti yapılma cezası verilmiştir. Eksikliğin kendisinden kaynaklanmadığı, belgelerle kanıtlanmasına rağmen almış olduğu ceza ön plana çıkartılarak HSYK tarafından hakim adaylık başvurusu ret olunmuştur. Bu olayın görünen yüzü alınmış olan maaştan kesinti cezası gibi görünmekte ise de gerçekte HSYK’nın Didem Yaylalı’nın giyim ve yaşam tarzını esas alarak hakim adaylığını rededildiği ortadadır. Gencecik yaşta ümitleri kırılarak, toprak olan Didem Yaylalı’nın ölümüne sebebiyet verenleri kınıyor ve istifaya davet ediyorum. Didem Yaylalı’nın yüz yüze görüştü bazı HSYK üyeleri, soruşturmanın çok büyük bir önem taşımadığını asıl sorunun tayt giyme, alkol alma gibi özel yaşamı ilgilendiren konularda olduğu belirtilmiştir. Kadını aşağılayarak, ötekileştiren, özel yaşamına müdahele ederek alınan alkolü ve giyim tarzını esas alarak hakim adaylığının reddedilmesi son derece düşündürücüdür. Bu zihniyeti kınıyorum.

Değerli meslektaşlarım,
Mesleğimizin sorunları her geçen gün ağırlaşarak, artmaya devam etmektedir. Sosyal güvenlik, ekonomik ve sosyal sorunlara geçim derdi de eklenmiştir. Mesleği ifa etmek her geçen gün zorlaşmıştır. Açıklanan yargı paketleri ile mesleğin alanı daralırken, avukatların vekalet ücretlerine göz dikilmiştir. Hukuk fakültesi sayısından hukuk eğitimine kadar sorunlara istenen çözümler gelmemiştir. TBMM, halen Anayasa Mahkemesi’nin iptal kararı ortada iken avukatlık sınavının yasaya alınarak uygulanması konusunda yasal değişikliği yapmamıştır. Bu arada, TBMM Anayasa Komisyonu’nda yeni anayasada savunma mesleğinin ve baroların anayasanın yargı bölümüne alınması yerinde ve sevindirici bir gelişmedir. Ancak, Yabancı Avukatlık Kuruluşlarının da bu maddeye eklenmesi ve anayasal güvence altına alınmaları son derece yanlıştır. Bu yanlıştan dönülmesi gerekmektedir. Yabancı Avukatlık Kuruluşları, karşılıklılık ilkesine bağlı olarak ancak yabancı hukuk ve milletlerarası hukuk konularında danışmanlık hizmeti verebileceklerine dair düzenlemeye iki yönden itirazı bulunmaktadır. Öncelikle Anayasa, devletin organlarının karşılıklı ilişkilerini ve iç işleyişlerini, birey-yurttaşın temel hak ve özgürlüklerini güvence altına alan temel belgedir. Kanunla yapılacak bir düzenlemenin Anayasa’nın yargı bölümünde yer alması son derece yanlış ve düşündürücüdür. Ayrıca, Türkiye’nin Avukatlık vekalet ücretlerinin yıllık cirosunun 4-5 milyar  doları bulduğu kayıtlarda anlaşılmaktadır. Yabancı Avukatlık Kuruluşlarının, Türkiye Avukatlarının vekalet ücretlerine ve mesleki faaliyete göz dikmelerine izin verilmemelidir.

Son olarak, sözlerimi Adana Adliyesi sorunu ile bitirmek istiyorum:

Adana Adliyesi sadece Adana Barosu’nun sorunu değildir. Bu sorun başta siyasi iktidarın ve milletvekillerinin sorunudur. Adana’nın öncelikle de siyasi iktidar partisi milletvekillerini ilgilendirmektedir. Biz, Adana Barosu olarak, üzerimize düşenleri yerine getirdik. Adalet Bakanı Sadullah Ergin’e, bakanlığın en üst düzey bürokratlarına, siyasi iktidar partisinin temsilcisi Adana milletvekillerine Adana Adliyesi’nin yetersizliğini gösteren birer DVD gönderdik. Kendilerine bire- bir adliyenin yetersizliğini ve sıkışıklığını anlattık. Adalet Bakanı yanlış diyorsam beni düzeltsin, ek hizmet binalarına 5 yıllık süre için 24 milyon TL kira bedeli ödenmiştir. Bu binaların mefruşatı, teknolojik donanımları için yapılan harcamalar ve diğer masraflar da eklendiğinde, bu meblağ ile 40-45 bin metrekarelik binanın altyapı ve istihdamı yapılmıştı. Adana’nın hukukçu milletvekillerinin dönüp dolaşıp gelecekleri yer yine Adana’dır. Adana’ya döndüklerinde yüzlerimize bakabilecek yüzleri olmalıdır. Kanayan bir yara haline gelmiş bu sorun için enerji ve iradelerini ortaya koymalıdırlar. 3 yıldır temelinin atılamaması, bu soruna yeterince sahip çıkılmaması, çözüm için kararlılık ve samimiyet gösteremeyenleri protesto ediyoruz. 5. Adliye binası da yapılmaktadır. Bir çok il Adliye sorununu çözüme kavuşturmuşken, Türkiye’nin 6. Büyük barosu olan Adana’nın avukatlarının, bölünen ve taşınan adalet sistemi ile oradan oraya koşturmakta ve yaşadığı sorunlar katlanarak büyümektedir. Hakim ve savcılar da biz de bu durumdan şikayetçi olsak da empati ile birbirimize yaklaşmalıyız. Adliye binası için bir an önce gerekli adımları atın. Bu konuda da yakın zamanda tekrar girişimlerde bulunacağımızı belirtmek istiyorum.

Gönül ister ki, yeni Adli yıl açılışında güzel sözler, güzel duygular ifade edelim ancak ülkede yaşanan son olaylar bizlere bu konuşmayı yaptırıyor.

Şahsım ve yönetim kurulum adına hepinizi sevgi ve saygıyla selamlıyorum. Yeni adli yılın ülkemize, kentimize ve meslektaşlarımıza hayırlı uğurlu olmasını diliyorum.”


Av. Mengücek Gazi ÇITIRIK

Adana Baro Başkanı