Adaletbiz'in TBB Başkanı Av. Ahsen Coşar ile yaptığı röportajı okuyucularımızla paylaşıyoruz.

Siz Barolar Birliği’nin Başkanı olarak seçildiğinizde Barolar Birliği’nde mevcut bir yönetim vardı, yani siz mevcut yönetimle birlikte seçilerek gelmediniz, bu nedenle Türkiye Barolar Birliği Yönetim Kurulu ile bir uyumsuzluk yaşadınız mı? Yaşadı iseniz bunlar nelerdir?

 

TBB Başkanı Av. Ahsen Coşar :  Yönetimdeki arkadaşlarım, benim başkan adayı olduğum dönemde yapmayı vaat ettiğim programın gerçekleştirilmesine destek verdiler, katkı da bulundular. Onlardan gelen önerilere, projelere de ben destek verdim. Dolayısıyla yönetim olarak önemli işler,  önemli ve başarılı hizmetler yaptık. Zaman zaman anlaşmazlıklar, uyumsuzluklar oldu elbet. Ama bunlar her yönetimde olan şeyler. Çok ciddi, çok önemli, çok hayati bir sorun ve uyumsuzluk yaşamadık.


Başkan olduğunuz dönemde yaptığınız çalışmalar biliniyor, yapamadığınız işler var mı, neden yapamadınız?

 

TBB Başkanı Av. Ahsen Coşar: Pek çok şey yaptık, benim adaylık sürecinde hazırladığım seçim bildirisinde yer alan ve yapılması bizim inisiyatifimizde olanların tamamını ve hatta daha fazlasını yaptık. Sadece yasama ve yürütme organlarının görev ve yetki alanları içerisinde olanları yapamadık. 

 

Türkiye Barolar Birliği Başkanlığına yeniden aday olacak mısınız? Aday olacaksanız projelerinizden bahseder misiniz?

 

TBB Başkanı Av. Ahsen Coşar : Ben başkanım. Başkan aday değilim demediği sürece görevini sürdürecek demektir. Ben de aday değilim demedim. Yani adayım. Projelerim hazır. Ama sunmak için daha çok erken.

 

Anayasa değişikliğinden sonra oluşan HSYK için, önemli bir kesim HSYK’nın yürütme erkinin emrine girdiğini iddia etti. Siz bu iddiaya katılıyor musunuz,  HSYK hakkındaki düşünceleriniz nelerdir?

 

TBB Başkanı Av. Ahsen Coşar : Böyle bir iddia var, toplumun bir kesiminde böyle bir algı var. Böyle bir algının olması dahi rahatsız edicidir. HSYK’nın bu algıyı mutlaka değiştirmesi gerekir. HSYK yürütme erkinin emrindedir demek çok ağır bir itham. Ben hukukçuyum, her itham, her suçlama gibi bu ithamın da dayanağı olan ciddi ve inandırıcı kanıtların varlığını ararım. Daha önceki sistem Ango-Saksonların kooptasyon olarak isimlendirdikleri kapalı bir sistemdi. Değişmesi gerekiyordu ve değişti. Yeni getirilen model doğruları da, yanlışları da olan bir model. Yanlışları, kurulda Adalet Bakanının ve müsteşarının bulunmasıdır. Kurulun Savcılar Kurulu, Hakimler Kurulu şeklinde iki ayrı yapıda olması gerekirken tek yapıda kurulmuş olmasıdır. Doğrularının başında çoğulcu bir yapıya sahip olması, içerisinde hakim, savcı, avukat ve akademisyen bulunması ve kurul üyelerinin çoğunun seçimle gelmesidir.         

 

HSYK’nın yeni oluşumundan sonra, HSYK hakim ve savcılar arasında geniş çaplı yer değişimleri yaptı. Bu tayin ve yer değiştirmelerle özellikle ağır ceza mahkemelerinde yanlı bir yapının ortaya çıktığı iddia ediliyor. Siz bu iddialar hakkında ne düşünüyorsunuz?

 

TBB Başkanı Av. Ahsen Coşar : Ben kimlerin nereye tayin edildiği, tayin edilen kişilerin siyasi eğilimleri konusunda bilgi sahibi değilim. Bunların çetelesini de tutmadım, tutmam. Ama belli bir kesimde böyle bir iddia ve algı ne yazık ki var.      

 

Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemelerinin varlığını savunuyor musunuz? Savunmuyorsanız bu konuda girişimleriniz var mı, olacak mı?

 

TBB Başkanı Av. Ahsen Coşar : Özel yetkili mahkemelerin yasal dayanağını oluşturan CMK’nın 250-251 ve 252. maddeleri her ne kadar kaldırılmış ise de, bu madde metinlerin esası korunarak Terörle Mücadele Kanunu’nun 10. maddesi içerisine konulmuş olması bu konudaki sorunu çözmemiştir. Yine geçici madde ile devam eden davalar yönünden özel yetkili mahkemelerin, o davaların kesin hükümle sonuçlanmasına kadar görev yapmalarının öngörülmüş olması “özel yetkili mahkeme” sorununun çözülmediğinin göstergesidir. Özel soruşturma ve yargılama usulleriyle, savunma hakkının kısıtlanması niteliğindeki gizlilik kararlarıyla, siyasi tehdit aracı gibi çalışan tarzlarıyla hiç de demokratik olmayan, mahkemeden daha çok devletin ideolojik aygıtı ve hatta devrim mahkemeleri gibi çalışan, normal zamanların normal mahkemeleri olmayan özel yetkili ağır ceza mahkemelerinin ivedi olarak kaldırılması, ihtisas mahkemesi olarak görev yapmak üzere devamında yarar görülüyor ise, diğer ceza mahkemelerinde uygulanmakta olan usûl hükümlerine göre yargılama yapmalarının sağlanması gerekir. Bu konuda ne yaptık? Bu sorunu her platforma taşıdık, her platformda karşı olduğumuzu, kaldırılması gerektiğini ifade ettik, kamuoyunu bilgilendirdik. Yapabileceğimiz hemen her şeyi yaptık, panel yaptık, basın açıklaması yaptık, Muğla ve İzmir Barolarının düzenledikleri organizasyonlara destek verdik.       

 

Adalet Bakanlığı’nın HSYK’ya vesayeti konusunda ne düşünüyorsunuz?

 

TBB Başkanı Av. Ahsen Coşar : Kuruldan Adalet Bakanı ve Müsteşarının ayrılmaları gerekir. Ayrılmadıkları sürece vesayet konusu gündemden düşmeyecektir. 

 

Geçen adli yıl açılışında Türkiye Barolar Birliği Başkanlığı’ndan hiç söz edilmediği, medyanın adli yıl açılışı nedeniyle Türkiye Barolar Birliğinden hiç bahsetmediği iddiası mevcuttur. Bu konuda ne dersiniz?

 

TBB Başkanı Av. Ahsen Coşar : Geçen yılki konuşmayı by-pass ameliyatı olmam nedeniyle ben yapmadım. Ama sadece geçen seneki değil, benim yaptığım ondan önceki iki konuşmaya da basın fazla ilgi göstermedi. Yaptığımız basın açıklamalarına, basın toplantılarına, panellere ve diğer etkinliklere de her nedense basın fazla ilgi göstermiyor. Her halde basın beni fazla medyatik bulmuyor. Televizyonlardan zaman zaman teklif geliyor. Tek başıma davetli isem gelirim diyorum. Bu cazip gelmediği için tek başına gel demiyorlar. Ben de başkalarıyla birlikte çıkıp rayting malzemesi olmak istemiyorum. Yani sorun Türkiye Barolar Birliği olarak bizden kaynaklanmıyor, basının bu ve benzeri konularda bir özeleştiri yapması gerekiyor.   

 

Geçenlerde Cumhurbaşkanı yargı mensuplarına bir davet verdi. Siz bu davette yer almadınız, davet edilmediniz. Bu yemek geleneksel bir yemektir ve her yıl tekrarlanıyor. Ama Cumhurbaşkanı savunmanın tepesinde yer alan sizi göz ardı etti.  Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

 

TBB Başkanı Av. Ahsen Coşar : Sayın Cumhurbaşkanının takdiridir, bu takdire saygısızlık etmek istemem. Ancak Sayın Cumhurbaşkanının bizi davet etmemiş olmasını bizi göz ardı etti şeklinde de yorumlamam, yorumlamadım. Zira geleneksel olan, Sayın Demirel, Sayın Sezer zamanında olan yemeklere de Türkiye Barolar Birliği davet edilmedi. Yani yemek geleneksel,  ama bizim davet edilmemiz geleneksel değil. Sanırım bu da şundan kaynaklanıyor: Davet edilenler, Anayasamızın yargı bölümünde sayılan yüksek mahkemelerin başkanları. Yargının üç saç ayağından birisi savunma, Türkiye Barolar Birliği de savunma mesleğinin ve baroların çatı örgütü. Hal böyle iken, savunma ve savunmanın meslek örgütü olan barolar ve baroların çatı örgütü olarak Türkiye Barolar Birliği Anayasamızın yargı bölümünde düzenlenmiş değil.    Yeni Anayasada savunmanın, baroların ve Türkiye Barolar Birliği’nin mutlaka yargı bölümünde düzenlenmesi gerekir ki, bunu talep de ediyoruz. 

Tehlike suçlarının kapsamının genişletilmesini, düşünce ve ifade özgürlüğü için bir tehdit olarak görüyor musunuz?

 

TBB Başkanı Av. Ahsen Coşar: Düşünce ve düşündüklerini ifade etme özgürlüğü, demokratik bir toplumda yaşamsal değerdedir. Zira düşünce ve düşündüklerini ifade etme özgürlüğü, hem yeni ve farklı düşüncelerin ortaya çıkmasına olanak sağlar ve hem de bireylere farklı düşünceler arasında seçim yapma ve yanı sıra kendi düşüncelerinin doğru veya yanlış olduğunu sınama olanağını verir. Herkesin hazır olda durmak zorunda olduğu ortak bir ideoloji olmadığı, aksine insanların farklı olma, farklı yaşama, farklı düşünme hakkı olduğu, her türlü görüş ve düşüncenin ifadesinin doğal olarak serbest olduğu noktasından yola çıkan ve bireyi ulusal hukuk öznesi olmasının yanı sıra uluslararası hukuk öznesi olarak kabul eden ve Anayasamızın 90/son maddesi ile iç hukukun bir parçası haline gelen İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin 19.maddesi, Uluslararası Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi’nin 19.maddesi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 10.maddesi ile uluslararası düzeyde ve Anayasamızın 25 ve 26.maddeleri ile de ulusal düzeyde koruma altında olan düşünce ve düşündüklerini ifade etme ve yayma hakkı; Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin Handyside kararında işaret ettiği gibi, sadece ‘hoşa giden’ düşünceler için değil ‘Devleti veya toplumun herhangi bir kesimini inciten, şoke eden ya da rahatsız eden’ görüşler için de geçerlidir. Aynı şekilde Amerikan Yüksek Mahkemesi’ne göre, ifade özgürlüğünün işlevlerinden birisi ‘tartışmaya yol açması’ olup ‘konuşmanın huzursuzluğa yol açması ve hatta insanları kızdırması’ bu işlevin doğal sonucu ve hatta gereğidir. Yüksek Mahkeme’ye göre ‘Konuşma hemen her zaman provakatif ve meydan okuyucudur. O önyargılara ve daha önce oluşmuş kanaatlara saldırabilir ve düşünceyi kabul ettirmek için alışılmadık önemli etkiler doğurabilir. Bu nedenle ve sınırsız olmamakla birlikte, ifade özgürlüğü sadece kamusal rahatsızlığın, kızgınlığın ve huzursuzluğun ötesinde ciddi ve somut bir zararın var olduğunun açık ve mevcut tehlikesi gösterilmedikçe, sansür edilemez ve cezalandırılamaz.’ Yine 1996 yılında çıkarılan federal yasanın virtual/sanal çocuk pornografisini yasaklayan hükümlerini iptal eden kararında Amerikan Yüksek Mahkemesi, ‘sanal çocuk pornografisinin suç olmadığına, zira ortada hiçbir kurban bulunmadığına ve bu şekliyle Anayasa ile güvence altına alınmış ifade özgürlüğünü ihlal ettiğine’ işaret ediyor ve diyor ki ;  ‘... Devlet, düşünceyi kontrol etmeye veya caiz olmayan amaçla yasaları gerekçelendirmeye kalkıştığı zaman, Anayasa’nın Birinci Ek Maddesi ile getirilen özgürlükler tehlikeye düşmüş demektir. Düşünme hakkı özgürlüğün başıdır ve ifadenin devlete karşı korunması gerekir, çünkü düşünme ifadenin başlangıcıdır.’  Yüzyılımızın en önemli kişilerinden biri olan, eleştirmenlerce ‘bugün bizim için Galileo, Descartes, Newton, Mozart ya da Picasso ne anlam taşıyorsa, gelecek yüzyıllar için de o anlamı taşıyacaktır’ denilen ve halen yaşayan  insanlar   içinde    eserlerinden   en  çok  alıntı  yapılan  kişi  olan (Art  and Humanities Citation Index’ te 1980 ile 1992 yılları arasında eserlerinden  yapılan alıntı sayısı 4000 olarak verilmektedir), Marx’ı  ve  Freud’u da  içeren, bütün  zamanların  en  çok  alıntı  yapılan kişileri listesinde sekizinci sırada yer alan, dilbilim, felsefe, politika, bilişsel bilimler ve psikolojinin de içinde bulunduğu çeşitli konularda yetmişi aşkın  kitap  ve  bini  aşkın makale yayımlayan Amerikalı düşünür Noam Chomsky, ‘susturucu gerekçeler ya da insanları yalnızca birilerinin duymak istemedikleri şeyleri söyledikleri için  susturmanın yanlış olduğuna’ işaret ediyor ve diyor ki; ‘Hiç kimsenin hiçbir şeye izin verme yetkisi olmamalıdır ve -en önemlisi- ben serbest ifadeye izin verme  nedeninin, yararlı ya da değerli şeylerin bastırılabileceği endişesi olduğunu öne sürmüyorum. Düşünce özgürlüğü hakkı bundan çok daha temeldir ve insanın düşündüklerini -ne kadar çılgınca olursa olsun- serbestçe ifade etme hakkı, bu pragma tik düşüncelerin çok ötesindedir. Ben devletin ya da herhangi bir başka örgütlü güç veya zorbalık sisteminin insanların ne düşüneceklerine ve ne söyleyeceklerine karar verme hakkının bulunduğunu kabul etmiyorum. Devlete beni susturma hakkı verilmesine karşı öne süreceğim gerekçe, söylediklerimin değerli şeyler olabileceği değildir. Bu, bana göre tiksindirici bir tutumdur. Ancak çok önceleri özgürlükçü denen insanların standart tutumunun bu olduğunu biliyorum.’   Noam Chomsky’nin ismini telaffuz etmeden, ifade özgürlüğünü fayda temelinde savunduğu için eleştirdiği John Stuart Mill ise, henüz aşılamamış olan 1859 yılında yazdığı ‘Özgürlük Üstüne’ isimli abidevi eserinin merkezini oluşturan fikir ve ifade özgürlüğü konusunda ‘bir fikrin susturulmasının, fikri susturulan insandan çok insan cinsine, yaşayan nesle olduğu kadar gelecek nesillere karşı da haydutluk olduğuna’ işaret ediyor ve ekliyor ; ‘Şayet bir teki hariç bütün insanlar aynı fikirde olsalar ve  yalnız  bir   kişi   muhalif   fikirde  olsa, nasıl  bir  şahsın, elinde  kuvvet  olsa, insanları susturmaya hakkı yoksa, insanların da bu tek kişiyi susturmaya daha fazla hakları yoktur.’ Sonuç itibariyle tehlike suçlarının alanının genişletilmesi ifade özgürlüğünün alanını daraltmaya yönelik midir, bilmiyorum, ama böyle bir tasarruf elbette ifade özgürlüğü için bir tehdittir. Amerikan Yüksek Mahkemesi’nin az yukarıda yollamada bulunduğum kararında da işaret edildiği üzere ifade özgürlüğünün ciddi ve somut bir zararın var olduğunun açık ve mevcut tehlikesi gösterilmedikçe, sansür edilmemesi ve cezalandırılmaması gerektiği düşüncesindeyim.

Ergenekon, Balyoz, KCK gibi büyük davalarda adil yargılanma hakkının hiçe sayıldığı, savunmanın işlevsiz bırakıldığı iddiaları vardır, bu konudaki düşünceleriniz nelerdir?

 
TBB Başkanı Av. Ahsen Coşar :   Dünyanın en onurlu ve fakat en zor mesleklerinden birisi avukatlık mesleğidir. Bu zorluk, avukatların, avukatlık mesleğinin statüko ile sorunu olmasından kaynaklanır. Onun için dünyanın hemen her tarafında avukatlar siyasal iktidarlar tarafından sevilmezler. Bu zorluk, bizim gibi hukuka aidiyet bilincinin yeteri kadar gelişmediği toplumlarda daha da ağır koşulları beraberinde getirir. Yine bu zorluk, savunmanın yargılama faaliyetinin asli unsuru olduğunun, yargılama faaliyetini demokratikleştiren ve meşrulaştıran unsurun savunma olduğunun bilincinde olmayan, buna göre eğitilmeyen, yetiştirilmeyen, kendilerini bu yönde geliştirmeyen, insanı değil, insan haklarını değil, devletin menfaatlerini korumayı adalet sayan kimi hakim, savcı ve kolluk güçlerinin olduğu ülkelerde, avukatlık mesleğinin icrasını daha da zorlaştırır, ağırlaştırır. Nitekim ülkemizde de durum böyledir, bu bağlamda bugün ülkemizde hemen her zeminde, ister hukuk, ister ise ceza davası olsun avukatlık mesleğinin icrası son derece zordur ve giderek daha da zorlaşmaktadır. Bu davalardan kamuoyunda “Balyoz” olarak bilinen davayı gören mahkemece savunma görevini yapmakta olan avukat meslektaşlarımız, mahkemenin uyguladığı usulü eleştirdikleri, eksik kalan delillerin toplanmasını istedikleri, yani mesleklerini icra ettikleri, etmek istedikleri için duruşma disiplinini bozdukları gerekçesi ile duruşma salonundan çıkartılmışlardır. Davanın yargılama sürecinde mahkemenin verdiği ara kararları sanık haklarına ve adil yargılanma hakkına aykırı olduğu savıyla tartışma yaratmıştır. Bu çerçevede işaret etmek gerekir ki, 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 206. ve 216. maddeleri ile getirilen düzenlemeler “sanığın sorguya çekilmesinden sonra delillerin ortaya konulmasına başlanılmasını” ve yine “ortaya konulan delillerle ilgili tartışmada söz, sırasıyla katılana veya vekiline, Cumhuriyet savcısına, sanığa ve müdafiine verilir, savcının savunmanın açıklamalarına, savunmanın da savcının açıklamalarına cevap vermesini” öngörmektedir. Mahkemenin usulün emredici nitelikte olan bu hükümlerini uygulamamış olması, bizce de “adil yargılanma” ilkesine, “hak arama özgürlüğüne” ve mahkemelerin yerleşik uygulamalarına aykırıdır. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin “adil yargılanma hakkı” başlıklı 6. maddesinin 3/a-b maddesi hükmüne göre her sanık ve elbette sanık müdafii; “kendisine yöneltilen suçlamanın niteliği ve nedeninden en kısa zamanda ve ayrıntılı biçimde bilgili kılınmak, savunmasını hazırlamak için gerekli zamana ve kolaylıklarla sahip” olmak hakkına sahiptir. Ne var ki uygulama çoğu zaman bu şekilde olmamaktadır. Şöyle ki iddia ve savunma makamlarının gerek sahip oldukları fiziksel koşullar, gerekse yargılama sürecindeki işlevleri itibariyle eşit olmaları gerekir. “Silahların eşitliği” olarak ifade edilen bu ilke, Türkiye’de, sadece duruşma salonlarındaki avukat-savcı yerleşmesiyle, duruşma sırasında ve arasında hâkim savcı yakınlığı ve işbirliği ile ihlal edilmemekte, bunun dışında dosyaya ve delillere erişim konusunda da avukatların aleyhlerine olacak biçimde işletilmektedir. Oysaki silahların eşitliği ilkesi savcının delillere eriştiği anda savunmanın da delillere erişmesini emreder. Türkiye uygulamasında avukat, dosyaya ve delillere bırakın soruşturma aşamasını, kimi davalarda kovuşturma aşamasında dahi erişmekte güçlük çekmekte ve hatta tam anlamıyla erişememektedir. Aynı şekilde ülkemizin de taraf olduğu Avukatların İşlevlerine İlişkin Temel İlkeler/Havana Kuralları’nın 16/a-c maddesi hükmüne göre, gerek hükümetler, gerekse yargı organları ile diğer kamu kurum ve kuruluşları avukatların; “hiçbir baskı, engelleme, taciz veya yolsuz müdahaleyle karşılaşmadan her türlü mesleki faaliyeti yerine getirmelerini, kabul görmüş meslek ahlak kurallarına, görevlerine, standartlarına uygun faaliyette bulundukları için kovuşturma veya idari, ekonomik veya başka bir yaptırımla sıkıntı çekmemelerini ve tehditle karşılaşmamalarını sağlamakla yükümlüdürler. ” Yine Havana Kuralları’nın 22. maddesi hükmüne göre yargı organları ve hükümetler; “avukatlar ile müvekkilleri arasında mesleki ilişkiler kapsamındaki bütün haberleşme ve görüşmelerin gizli olduğunu kabul etmek ve buna saygı göstermek” zorundadırlar. Hal böyle iken KCK, Balyoz, Ergenekon olarak bilinen davaların yargılamasının yapıldığı duruşma salonunda sanık avukatlarının oturdukları bölüme “tavandan aşağıya doğru sarkıtılmış, dört/beş metre uzunluğunda, ucunda ses ve görüntü alma cihazlarının bulunduğu kablolar yerleştirilmiş”, yapılan bu uygulamanın ulusal ve uluslararası düzeyde koruma altında olan avukat/müvekkil ilişkisinin gizliliği ilkesine, adil yargılanma hakkı ile bu hak kapsamında bulunan savunma hakkına, evrensel nitelikteki savunmanın özgürlüğü, bağımsızlığı, dokunulmazlığı ilkelerine aykırıdır. Yine ODA TV davasının soruşturma aşamasında, soruşturmayı yürüten savcılık tarafından mahkemece verilen genel nitelikteki el koyma kararına dayanılarak hazırlanan ve kolluk güçlerince sanıkların avukatına tebliğ edilen yazıda; “mahkemenin el koyma kararına konu kitaba veya kitabın taslağına, bu kitaba ait dokümanlar ile bunların üçüncü kişilerde bulunan nüshalarına, kitap haline dönüştürülmüş ise buna ait suretlere, içerik olarak aynı mahiyetteki evrak ve tüm nüshalara, ayrıca konu ile ilgili her türlü bilgi ve belgelerin teslim edilmesi” istenilmiş, “teslim edilmediği takdirde ve gerektiğinde arama yoluna gidileceğinin ve yine aksine davranılması durumunda avukatlar hakkında hem CMK’nın 124. maddesi, hem de örgüte yardım suçunu işlemekten dolayı işlem yapılacağı” bildirilmiştir. Sözünü ettiğimiz bu davada mahkemece verilen el koyma kararının yasal dayanağını oluşturan CMK’nın 124. maddesinin son fıkrası “…şüpheli veya sanık ya da tanıklıktan çekinebilecekler hakkında bu hüküm uygulanmaz” hükmünü içermektedir. Yine CMK’nın 46/a maddesine göre meslekleri ve sürekli uğraşıları sebebiyle avukatlar veya stajyerleri veya yardımcıları tanıklıktan çekinme hakkına sahip olup bu hak “sahip oldukları sıfatları dolayısıyla veya yüklendikleri yargı görevi sebebiyle öğrendikleri bilgileri” kapsamaktadır. 
Esasen CMK’nın 46 ve 124. maddelerinde düzenlenen ve avukatları da kapsamına alan “tanıklıktan çekinme hakkı”, Avukatlık Kanunu’nun 36. maddesinde düzenlenen “sır saklama yükümlüğü” nün doğal bir parçası ve uzantısıdır. Gerek ulusal hukukumuzda, gerekse taraf olduğumuz uluslararası sözleşmelerde yer alan bu düzenlemeler karşısında, az yukarıdaki bölümde sözünü ettiğimiz davanın soruşturma aşamasında sanıkların ve müdafilerinin muhatap oldukları muamele, bu bağlamda müdafi avukatlarının el koyma kararına konu belgeleri ibraz etmeye zorlanmaları, ibraz etmedikleri takdirde örgüte yardım suçunu işlemekten dolayı haklarında soruşturma açılacağı tehdidine maruz kalmaları ve yine müvekkilleri hakkında yürütülen soruşturmaya konu iddianın ve suçlamanın dayanağı olan belge ve kanıtlara ulaşamamaları nedeniyle müdafilik görevini yapamamaları çok açık biçimde hukuka aykırıdır. Aynı durum KCK olarak bilinen davanın sanığı konumunda olan ve pek çoğu tutuklu bulunan avukatlar için de geçerlidir. Bilindiği üzere bu dava kapsamındaki sanık avukatlara yönelik iddiaların dayanağı Abdullah Öcalan ile yaptıkları avukat/müvekkil görüşmelerine ilişkindir. Bu durum az yukarıda içeriğine işaret ettiğimiz Havana Kuralları’nın 22. maddesi hükmüne aykırıdır. Burada yeri gelmişken savunma mesleğine ve hakkına, avukatlık mesleğinin icrasına açıkça saldırı niteliği taşıyan vahim bir örneğe daha işaret etmek isterim. O da; bir özel yetkili ağır ceza mahkemesinde görevli bir Cumhuriyet savcısının 20.03.2010 tarihinde bir başka yer Cumhuriyet savcılığına yazdığı müzekkerede, sanık avukatın müvekkiliyle yaptığı görüşmelerin ses kayıtlarının gönderilmesini istemesidir.

 

Özellikle İstanbul ve Ankara Barosu seçimlerinden sonra ulusal basın, barolardaki ulusalcı cephenin varlığından ve ezici zaferinden bahsetti. Bu anlamda ulusalcı cephenin İstanbul ve Ankara Barosu seçimlerini %55’in üzerinde bir oyla aldığını biliyoruz. Aynı ulusalcı yapının birçok Baro’da mevcut olduğu biliniyor. Ulusalcılar hakkında ne düşünüyorsunuz?

 

TBB Başkanı Av. Ahsen Coşar : Ben düşünce polisi değilim, hakikat tekeline de sahip değilim. Hiç kimse de değil. Ben her görüşü, her siyasal tercihi saygıya değer bulurum. Çünkü demokratım. Demokrasinin farklılığı kurucu unsur olarak kabul ettiğini bilirim, farklı olanı ne yaftalarım ve ne de ötekileştiririm. Bu ülke hepimizin, ulusalcıların olduğu kadar, olmayanların, liberallerin, milliyetçilerin, muhafazakarların da ülkesi. Bu ülkeyi sevmek, bu ülkenin insanlarını sevmek, bu ülkenin yararlarını düşünmek ve kollamak, Cumhuriyetin kurucu değerlerine inanmak, sahip çıkmak, hiç kimsenin tekelinde değil. Yine Büyük Atatürk hepimizin milli kahramanı, ortak değerimiz. Atatürk’ü, Cumhuriyeti, bu ülkeyi sevmek hiçbir partinin, derneğin, baronun, grubun, görüşün tekelinde değil, olamaz da. Onun için Atatürk’ten, Cumhuriyetten geçinmeyi, bunları meslek edinmeyi bırakıp Atatürk’e, Cumhuriyete layık olmamız, onu bunu suçlamayı, yaftalamayı bırakıp kendi işimizi iyi yapmamız, bunun için de çok çalışmamız, dürüst ve samimi olmamız gerekiyor. Hepimizin bilmesi, gerekir ki başta ifade özgürlüğü ve onun bir parçası olan basın özgürlüğü olmak üzere, diğer bütün hak ve özgürlükler, bir anlamda, bizim gibi düşünmeyen, bizim gibi yaşamayan, bizden farklı inançları olan ‘öteki’nin hak ve özgürlükleridir. Amerikalı siyaset bilimci William E. Connolly, kimliklerin oluşum sürecini araştırıp incelediği ‘Identity/Difference-Democratic Negotiations of Political Paradoks/Kimlik-Farklılık-Siyasal Paradokslara Dair Demokratik Çözümler’ isimli kitabında: her kimliğin, bir dizi farklılıkla bağlantılı olarak ve bu farklılıklardan bazılarının da yanlış, kötü, çirkin, akıldışı, özetle ‘öteki’ olarak tanımlanması üzerine kurulu olduğunu, ‘öteki’nin tarih boyunca ve sürekli olarak ‘doğru’ kimliği benimsemeye davet edildiğini, kabul etmeyenlerin fethedilip zorla dönüştürüldüğünü ya da susturulduğunu, dönüştürülemeyenlerin veya susturulamayanların ise yok edildiğini ileri sürer. Connolly’nin, tarihi, siyasi ve felsefi bağlam içinde ele alarak reel siyaset alanına taşıdığı bu olguyu Amin Maalouf, “Ölümcül Kimlikler” isimli incelemesinde şiirsel bir dille şöyle anlatır: ‘Seçmek durumunda bırakılıyorlar, zorlanıyorlar dedim. Kim tarafından mı? Sadece her çeşidinden fanatikler ve yabancı düşmanları değil, sizin ve benim tarafımdan da, aramızdaki herkes tarafından. Gerçekten de hepimizin içinde kök salmış bu düşünce ve ifade alışkanlıkları yüzünden, bütün bir kimliği, öfkeyle ilan edilen tek bir aidiyete indirgeyen o dar, o sığ, o yobaz kolaycı yaklaşım yüzünden. İçimden katiller böyle imal ediliyor diye haykırmak geliyor. ’ Hemen herkesin ortak/anonim söylemi, aklının süzgecinden geçirmeden benimsediği, kendi dilinde yeniden ürettiği, kendini yaptığı işle değil, ırk, inanç, köken, ideoloji gibi aidiyetlerle tanımladığı, ‘öteki’nin filozofu olan Emmanuel Levinas’ın nitelemesiyle “söylemeyi” tali, “söyleneni” asıl gören toplumlarda, insanlar: ulusal/etnik kimlikler, sınıfsal kimlikler, dinsel kimlikler, laik kimlikler, cinsel kimlikler, grup kimlikleri, parti kimlikleri, cemaat kimlikleri gibi, her türden ve düzeyden kimliklerin kuşatması altındadırlar. Onun için bu konumdaki insanlar: ideoloji merkezli, sınıf merkezli, din merkezli, grup merkezli, parti merkezli, iktidar merkezli, muhalefet merkezli, cemaat merkezli, devlet merkezli düşüncenin ve söylemin marjlarına kolayca itilirler. Birey olarak hepimizin günlük ortak yaşama olan sevgi bağını tehlikeye atan, bizleri disiplin altına almaya çalışan, bize göre ‘öteki’ olan diğerinin, ontolojik statüsünü ve farklılığını, farklı olma hakkını, seçme özgürlüğünü tanımayan, bizi kendisine çağıran, çağırmakla da yetinmeyip kendisini bize ‘doğru’ diye dayatan bu anlayış, dünyanın başkaca yerlerinde olduğu gibi, bugün bizim ülkemizde de, ifade özgürlüğü, basın özgürlüğü, din ve vicdan özgürlüğü başta olmak üzere, diğer bütün hak ve özgürlükler üzerinde yaşanan krizin en önemli nedenidir. Hukuk devleti üzerine açtığı tartışmalarla nasyonal sosyalist devlet teorisinin oluşmasına önemli katkılar yapan Alman hukukçu Carl Schmitt’in formüle ettiği biçimiyle ‘dost/düşman’, günümüz Türkiye’sine uyarlanmış biçimiyle ‘bizden/onlardan’, ‘aydınlık/karanlık’, ‘sağcı/solcu’, ‘laik/anti-laik’, ‘yurtsever/vatan haini’, ‘ulusalcı/liberal’, ‘cumhuriyetçi/ikinci cumhuriyetçi’, ‘çağdaş/yobaz’, ‘Atatürkçü/Atatürk düşmanı’, ‘Kürt/Türk’, ‘darbeci/demokrat’ gibi ayrımlara dayanan ve kategorik zıtlaşmalar üzerine kurulu bulunan bu anlayış: karşılıklı suçlamalara, gerginliğe, itiş-kakışa, gürültüye, giderek kavgaya ve zorbalığa, ‘öteki’ni yok etmeye yönelik politikalara işlerlik kazandırmakta, bundan geçinenleri beslemekte, başta siyasal iktidarlar olmak üzere, diğer güç odakları ile siyasi otoritelerin, kişisel ve sübjektif yanılmazlıklarını, doğrularını mutlaklaştırmalarına, haklılaştırmalarına ve böylece yanlış ve tehlikeli buldukları diğer görüşleri yasaklamalarına imkan vermektedir. Bu türden krizleri aşabilmek için Connolly: yasaklayıcı değil, tartışmacı; kapalı değil, açık; otoriter değil, demokratik bir kimlik siyaseti izlemeyi önerir ve bize hem kendimizin ve hem de dünyanın belirsizliğinin farkında olmayı, hoşgörüyü, çoğulculuğu, bir arada yaşama niyetini öne çıkarmayı, kendimize ironiyle ve belli bir mesafeden bakmayı, ‘öteki’ne özen göstermeyi içeren etik bir yol haritası verir. Bu yol haritasına uygun davranmadığımız, kendi benliğimizin ötesine geçip ‘öteki’ni tüm farklılığı ile kabul etmediğimiz takdirde, özgürlüğümüzü, sadece özgürlüğümüzü değil, vicdanımızı, aklımızı ve giderek insanlığımızı eksiltir ve hiç farkına varmadan bir tahakkümden bir başka tahakkümün kucağına itiliriz. ‘Öteki’ni yok etmekle, ‘öteki’ne göre tanımladığımız kendimizi de yok ederiz. Bütün bunların bedelini ise: sevgiden, aşktan, barıştan, içtenlikten, güvenden, güvenlikten, adaletten, şarkıdan, şiirden, neşeden yoksun iğreti hayatlar yaşayarak öderiz. Bugün, hem küresel ve hem de ulusal düzeyde ödediğimiz gibi.

 

Yeni Anayasa konusundaki görüşleriniz nelerdir? Ulusalcı cephenin İstanbul Barosu Başkanı Doç. Dr. Av. Ümit. Ümit Kocasakal “TBMM’nin yeni bir anayasa yapma yetkisi olmadığını, anayasaları ancak kurucu iktidarların yapabileceğini, mevcut anayasa yürürlükte olduğu sürece TBMM’nin yeni bir anayasa yapamayacağını, Türkiye’nin yeni bir anayasaya ihtiyacı olmadığını” söylüyor.  Kocasakal’ın bu görüşlerine katılıyor musunuz, sizce TBMM’nin yeni anayasa yapma yetkisi var mıdır? TBB’nin yeni anayasa ile ilgili bir çalışması var mıdır?

 

TBB Başkanı Av. Ahsen Coşar :  Ben Sayın Kocasakal’ın görüşüne katılmıyorum. Bu Meclis anayasa yapabilir. Türkiye Barolar Birliği’nin bir anayasa çalışması yok. TBMM Başkanlığından gelen talep üzerine nasıl bir anayasa istediğimizi yazılı olarak bildirdik.  

 

Sizin küçük barolara araç tahsis ederek bu baroları etkilediğiniz söyleniyor, hatta bu baro başkanlarını baronlaştırdığınız iddiası var. Bu doğru mudur?  Yeniden seçilir iseniz bu tutumunuzu devam ettirecek misiniz?

 

TBB Başkanı Av. Ahsen Coşar: Biz bir hizmet kuruluşuyuz. Üyemiz olan barolara hizmet götürüyoruz. Hedefimiz “Güçlü Barolar.” İnanıyoruz ki Barolar güçlü olursa Barolar Birliği de güçlü olur. Küçük barolara değil, her baroya hizmet aracı aldık. Baro Başkanları, barolara araç alındı diye etkilenmezler. Böyle bir yaklaşım,  söylem Baro Başkanlarına karşı haksızlık olur. Baronlaştırma nitelemesi ise son derece ayıp. Aldığımız makam arabası değil, hizmet aracı. Baroya ve avukatlara hizmet ediyor. Kaldı ki sadece hizmet aracı almadık, donanım, tefrişat yardımı da yaptık, yapıyoruz, yirmiye yakın Baroya Avukat Evi, sosyal tesis kazandırdık. Yeniden seçildiğim takdirde elbette bu ve benzeri şekilde hizmetler vermeye devam edeceğim. Esasen yönetimler hizmet vermek için vardırlar.  

 
Avukatlık Akademisi ile ilgili düşünceleriniz nelerdir? Uzman avukatlık konusunda ne düşünüyorsunuz?

 

TBB Başkanı Av. Ahsen Coşar:  Avukatlık Akademisi kurulması gerekir. Bu yönde hazırladığımız yasa önerisini/taslağını Sayın Meclis Başkanına, Sayın Adalet Bakanına, TBMM’de Grubu bulunan siyasi partilerin Sayın Grup Başkan vekillerine sunduk ve destek istedik. Türkiye’de pratikte bir uzmanlaşma var. Bunu böyle bırakmak, yasalaştırmamak gerekir. Sonuç itibariyle uzman avukatlık kurumunun yasallaştırılmasına ben karşıyım. Bu bizim bünyemize uygun değil, ayrıca kime, hangi ölçüye göre uzmanlık payesi vereceğiz?

 
Yeni bir avukatlık kanunu gündemdedir. Barolar Birliği’nin bir kanun taslağı mevcuttur. Bu taslak katılımcı bir anlayışla mı yoksa büyük kitleden kopuk küçük komisyonlarda mı hazırlandı. Bu taslağın hazırlanmasında barolardan görüş alındı mı, alındıysa hangi barolardan görüş alındı?

 

TBB Başkanı Av. Ahsen Coşar :     Barolar Birliğinin daha ben seçilmeden önce yaptığı bir çalışma, elinde bir taslak vardı. Bu taslak benim dönemimde güncelleştirildi. Bu çalışma tüm Baro Başkanlarının katılımı ile yapıldı. Ayrıca tüm Barolardan yazı olarak görüş alındı ve bunların tamamından yararlanıldı.   

 

1136 sayılı avukatlık kanunu avukatı aşırı derecede kutsamış, olması gerektiğinden çok öte bir yere koymuş, Pratikte ise avukatlık yasa da tanımlananın çok gerisinde bir konumdadır. Avukatlığın uygar toplumlarda olduğu gibi işlevine uygun bir konuma getirilmesi ve somut gerçekle uyumlaştırılmasını düşünür müsünüz?

 

TBB Başkanı Av. Ahsen Coşar: Elbette düşünürüm, düşünüyorum. Mevcut taslaklar benim düşündüklerimle tam olarak uyum içerisinde değil. Günü kurtarmaktan ziyade geleceğe yönelik olarak bir projeksiyon yapmak ve ona göre avukatlık mesleğini, kanununu şekillendirmek gerekiyor.   

 

Avukatlara reklam yasağının kalkmasından yana mısınız? Bilindiği gibi reklam yasağı Amerika Birleşik Devletleri’nde 1976 da Federal Yüksek Mahkemenin verdiği bir kararla kalkmıştır. Avrupa kıtasından avukatlara reklam yasağı uygulayan bir ülke kalmamıştır. İngiltere avukatlara reklam yasağını 1986 da, Fransa, Almanya ve İspanya 1990’larda, İtalya 2007’de, İsrail 2006’da kaldırdı.  İlk sorumuzda olduğu gibi Batı, avukatlığı sanayi ve ticari yaşamın bir parçası olarak görüyor ve avukatlığın bu sistemle aynı kurallara tabi olmasını savunuyor. Siz avukatlığın ABD ve AB ülkelerinde olduğu gibi özgür bir meslek olmasını savunuyor musunuz?

 

TBB Başkanı Av. Ahsen Coşar:  Avukatlık elbette özgür, bağımsız, özerk bir meslek olmalıdır. Mesleğin özü de bunu gerektirir. Reklam yasağını kaldırmakla avukatlık özgür bir meslek haline gelecek ise, bunu hemen kaldıralım. Yasak kelimesi esasen rahatsız edici bir kelimedir. O nedenle işe yasak kelimesini kaldırarak başlamak ve adını Reklam Yönetmeliği olarak koymak gerekir. Bir de reklam ile tanıtım arasındaki sınırı iyi çizerek yönetmeliği yeniden ele almak gerekir.    

 
Türkiye’de sanayi ve ticari alanda olduğu gibi, avukatlıkta ticarileşmekte ve tekelleşmektedir. Sonuç olarak çok iyi para kazanan azınlık bir avukat kesiminin yanı sıra işçileşen bir avukat çoğunluğu mevcut. Türkiye Barolar Birliği’nin işçileşen avukatlar için mevcut bir çözüm önerisi var mıdır, bu konuda yapılmakta olan bir çalışma var mı?

 

TBB Başkanı Av. Ahsen Coşar : Bu konu üzerinde Barolar Birliği olarak elbette yürüttüğümüz çalışma var.  Çözüm şirketleşmede. Bunu teşvik etmek, yeni bir şirket modeli geliştirmek gerekir. 

 

Avukatlar, özellikle genç avukatlar ciddi bir iş bulma sorunuyla karşı karşıyadır. Bu sorun sistemdeki diğer aksaklıkların yanı sıra arz ve talep dengesinden kaynaklanmaktadır. Türkiye Barolar Birliği’nin avukatların iş sorunlarına ilişkin bir çözüm önerisi var mıdır, bu konuda bir çalışmanız var mı?

 

TBB Başkanı Av. Ahsen Coşar :   Avukatlık mesleğinin hizmet alanlarını genişletmeye ihtiyaç var. Artık günümüzde tek bir büroda ve tek başına avukatlık yapmak pek mümkün değil. Onun için şirketleşmeye gereksinim var. Barolar Birliği olarak bu yönde yürüttüğümüz çalışmalar var.

 

TBMM’de avukatlarla ilgili yasalar görüşülürken Türkiye Barolar Birliğinden görüş alınıyor mu?

 

TBB Başkanı Av. Ahsen Coşar :   Genellikle alınıyor, ama alınmadığı zamanlar da oluyor.   

 

Barolar birliği seçimlerine nasıl hazırlanıyorsunuz?

 

TBB Başkanı Av. Ahsen Coşar:  Daha sistemli bir çalışmaya başlamış değilim. Önümüzdeki günlerde bir planlama yaparak başlayacağım.

 

Son olarak eklemek istediğiniz bir şeyler var mı?

 

TBB Başkanı Av. Ahsen Coşar :   Teşekkür ediyorum.



Kaynak:Adaletbiz/Yeşim TURAN