Prof. Dr. Ersan Şen
Cesurum Geldim Aldım
Bu sözün nerede söylendiğini ve ne anlama geldiğini bilmek için, birincisi 20 Temmuz 1974 tarihinde icra edilen Kıbrıs Barış Harekatı’na bakmak gerekir. En az 2700 yıllık geçmişi ve 2226 yıldır düzenli kara orduları bulunan şanlı Türk Milleti’nin; Anadolu coğrafyasında da Türkiye Cumhuriyeti’nin ayakta kalması ve Türk bayrağının dalgalanması için, Türk Ordusu’nun, yani Türk Silahlı Kuvvetleri’nin güçlü ve cesur olması gerektiği tartışmasızdır.
Türkler, Kıbrıs Adası’na yaklaşık 500 yıl önce Osmanlı İmparatorluğu döneminde gidip yerleşmişler ve Rumlar ile birlikte yaşamaya başladılar. Osmanlı Devleti’nin son döneminde İngiltere’nin hakimiyetine geçen adanın düzeni Cumhuriyet Dönemi’nde bozuldu. Türkiye Cumhuriyeti, Yunanistan ve İngiltere arasında üçlü garantörlük andlaşmaları 1959 yılında imzalansa da, sorun çözülmedi. Özellikle Yunanistan’ın desteğini alan Rumların kurduğu EOKA (Ethniki Organosis Kyprion Agoniston/Kıbrıslıların Millî Mücadele Örgütü), adada yaşayan Türklere karşı sistematik saldırılarda bulundu.
Türkler adada devam eden zulme karşı direnç göstermek için Türk Mukavemet Teşkilatı’nı kurdular. Türkiye Cumhuriyeti bu Teşkilatı desteklese de, EOKA’nın artan baskısı ve şiddeti devam etti. Çete saldırıları o derece vahşileşti ve ağırlaştı ki, “Kanlı Noel” olarak adlandırılan süreçte, o sırada evde olmayan Tabip Binbaşı Nihat İlhan’ın eşi Mürüvvet Hanım ile evlatları 10 aylık Hakan, 4 yaşında Kutsi ve 6 yaşında Murat 24 Aralık 1963 günü hunharca katledildi.
Türkiye Cumhuriyeti ilki 20 Temmuz 1974 ve ikincisi de 14 Ağustos 1974’de olmak üzere Kıbrıs’a iki barış harekatı düzenledi. Adanın %35’i Mehmetçik tarafından kontrol altına alındı. Başta Amerika Birleşik Devletleri olmak üzere Batının ağır ambargosu ve müdahale etme ihtimali olmasa idi, adanın tamamının kontrolü Türkiye Cumhuriyeti’ne geçecekti. Türkiye Cumhuriyeti; Kıbrıs’ı işgal etmeyi değil, garantörlük hakkından kaynaklanan yetkisini kullanarak adada yaşayan Türklere huzur getirmeyi hedefledi. 2087 paraşütçü ve 67 helikopterle TSK’nın tüm kuvvetleri ile müdahale ettiği Kıbrıs, Hatay’dan sonra Cumhuriyet tarihinde elde edilen kesin bir başarıdır.
Meşhur “Ayşe tatile gitsin” sözü, İkinci Kıbrıs Barış Harekatı öncesinde söylenmiştir. Kıbrıs’da çok önemli ve tarihe mal olmuş bir hadise de gerçekleşmiştir. Türkleri katleden EOKA’nın, Türkiye Cumhuriyeti’ni hedef alarak “cesursan gel al” yazdığı duvara, 20 Temmuz ila 16 Ağustos 1974’de Kıbrıs’a giden Mehmetçik “cesursan gel al demiştin, Türküm, cesurum, geldim, aldım” yazmıştır. Hadise bundan ibarettir. Türkiye Cumhuriyeti kimseyi tehdit etmemiş, kimsenin toprağına, canına ve malına göz dikmemiştir. Ulus ruhu ile hareket eden Türk Milleti’nin evlatları; barış için, adada yaşayan Türklerin can ve mal güvenliklerini korumayı, temel milli yararlarımıza tecavüze yeltenen ve kırmızı çizgilerimizi tehdit edenleri durdurmayı hedeflemiştir.
Enosis zihniyetine karşı duran Türkiye Cumhuriyeti’ne o dönemde yalnızca Pakistan, Afganistan, İran ve Libya’nın yardım taahhüdünde bulunduğunu hatırlatmak isteriz. Bu çerçevede Kıbrıs Barış Harekatı’nın, yazımızın kalan kısmı ile ilgisi, bu harekatın Cumhuriyet tarihinde yalnızlık ve başarının kesiştiği nokta olmasıdır. Türkiye Cumhuriyeti; uluslararası destekten yoksun olduğu halde, ulus ruhunu canlı tutmuş ve milli menfaatlerinin arkasından gitmiştir.
2000’li yıllar sonrasında Türkiye Cumhuriyeti’nin etrafının yangın yerine döndüğü, emperyalist güçlerin Türkiye ve İran’ı da kapsayabilecek şekilde bölgeye müdahale ettiği, Irak ve Suriye’de kamu düzeninin kalmadığı, hatta “devlet” varlığının ciddi tehlikeye düşürüldüğü, parçalanma riski ile karşı karşıya bırakılan bu devletlerden Türkiye’ye ve İran’a olumsuz yansımaların kaçınılmaz hale geldiği, Türkiye’nin bir çembere alındığı, sözde müttefikimiz olan ABD başta olmak üzere bazı yabancı devletlerin bu yerlerde faaliyet göstermesi amacıyla silahlı unsurları ve illegal yapılanmaları destekledikleri, bu yolla enerji koridoru oluşturmak için Körfez’den Akdeniz’e ulaşmayı hedefleyen, kendisine göre Orta Doğu’nun haritasını yeniden çizip şekillendirme niyetinde olanların Türkiye Cumhuriyeti’nin temel milli yararlarını ve ulusal güvenliğini ciddi manada tehlikeye düşürdüğü tartışmasızdır.
Belirtmeliyiz ki; emperyalist güçlerin su kaynakları üzerinde hakimiyet sağlamayı hedefledikleri, bu açıdan Fırat ve Dicle nehirlerinin aktığı, iki nehir arasında bulunan ve Mezopotamya olarak bilinen coğrafyaya göz diktikleri, bu yerlerin Türkiye Cumhuriyeti’nin topraklarından çıkarılması ile meydana gelebilecek “uydu devlet” veya “devletçik” denilen yeni oluşumları destekledikleri, bunun ötesinde Orta Doğu’da petrol ve doğalgaz kaynaklarına sahip olmayı, bu kaynakları Akdeniz üzerinden Avrupa’ya aktarmayı amaçladıkları da ileri sürülmektedir. Tüm bunlar, Türkiye Cumhuriyeti’nin ulusal güvenliğini ve toprak bütünlüğünü tehdit etmektedir.
Türkiye Cumhuriyeti’nin ve Türk Milleti’nin içine düşürüldüğü tehlikenin ağırlığını anlamamak ve görmezden gelmek mümkün değildir. 10 Ağustos 1920 tarihinde, yani bundan tam 97 yıl evvel Osmanlı İmparatorluğu’na ve Türk Milleti’ne Sevr Andlaşmasını “barış andlaşması” adı altında dayatanların bugün de Türkiye Cumhuriyeti’ni bölüp parçalama zihniyet ve niyetinden vazgeçmedikleri apaçık ortadadır. Önümüze IŞİD/DAEŞ’i tehdit olarak koyup, Türkiye Cumhuriyeti’nin ve Türk Milleti’nin iç ve dış güvenliğini tehdit eden unsurları görmezden gelen, tüm uyarılarımıza rağmen bildiklerini okuyup sınırlarımızı kontrol altına alan, bu amaçla terör örgütlerini kullanıp desteklemekten kaçınmayanların niyetlerinin ne olduğunu anlamak için müneccim olmaya gerek yoktur.
Parçalanmış bir Irak’ın ve Suriye’nin, bize ve İran’a hiçbir faydası olamaz. Irak ve özellikle Suriye sınırı kuşatılmış Türkiye Cumhuriyeti’nin temel milli yararlarını ve ulusal güvenliğini gözardı edenlere karşı net tavrı ve kararlılığı ortaya koymanın zamanı gelmiştir. Hiç kimse bize masal anlatmasın ve hikaye yazmasın. Türkiye’nin Irak ve Suriye sınırlarında emperyalist güçlerin yapmak istedikleri ortadadır. Bu oyunu bozmanın zamanı gelmiştir. Kıbrıs’da olduğu gibi, kimseyi tehdit etmeden, uzun konuşmalar yapmadan, vakit kaybetmeden gerekli önlemler alınmalı ve gerekli olduğu durumda Birleşmiş Milletler Sözleşmesi’nin 51. maddesinden kaynaklanan meşru savunma hakkı kullanılmalıdır. Büyük oyuna sessiz kalıp mevcut durumun bu şekilde gitmesine izin verilmesi halinde ortaya çıkacak sonuç daha vahim olacaktır. Devlet kültürü, yönetim disiplini ve gerçekçi hareketlerle, Türkiye Cumhuriyeti’ni ve Türk Milleti’ni tehdit eden bu kuşatmaya son verilmesi şarttır.
Uluslararası alanda duygusallık yoktur, memleketlerin çıkarları ve temel milli yararları vardır. Sınırlarımızı ve toprak bütünlüğümüzü korumak zorundayız. Başka ülkelerce Suriye ve Irak’ın parçalanmasına izin vermemeliyiz. “Ne yapalım, büyük devletler böyle istiyor” diyerek işin içinden çıkamayız. Etnik kimlik, din ve mezhep üzerinden ayrışmaksızın, kısır çatışmalarla enerjimizi tüketmeksizin, karşı kaşıya kalınan tehlikenin farkına varıp buna göğüs germeliyiz. Bunun için; Mondros Mütarekesi’nden ve Sevr Andlaşması’ndan, Kurtuluş Savaşı ile kurtulup Lozan Barış Andlaşması’na uzanan atalarımızı hatırlamak, kararlılıklarını dikkate almak ve ne uğruna canlarını yedi düvele karşı siper ettiklerini anlamak zorundayız. Biz ise, Devletin yıkılıp yıkılmadığı, yeni Devletin kurulup kurulmadığı, 15 Temmuz darbe teşebbüsünün kontrollü olup olmadığı ile uğraşıyor, tartışıyor ve enerjimizi tüketiyoruz. Bu sırada düşman boş durmuyor, maksadı ne ise ona ulaşmak için plan ve programını kararlılıkla sürdürüyor.
Kıbrıs’ı, ulus ruhunu, milli birliği ve dayanışmayı, bugün yüzleştiğimiz tehdidin ve tehlikenin ağırlığını, toprak bütünlüğümüzün ve ulusal güvenliğimizin en üst seviyede korunması gerektiğini, bunun için güçlü bir hukuk devleti ve TSK’nın varlığının kaçınılmaz olduğunu, sınırlarımızda baş gösteren, emperyalist güçlerin plan ve programı dahilinde uygulamaya koyulan kuşatılma sürecini durdurmamız gerektiğini, beklemenin ve müttefikimiz olduğunu söyleyip temel milli yararlarımızı hiçe sayan devletlere güvenmenin hiçbir yarar getirmeyeceğini, kendilerine göre harita çizenlerin gelecek hedeflerinde yalnızca Orta Doğu’nun yeniden şekillendirilmesi ve enerji koridoru oluşturmak için Körfez’den Akdeniz’e gitmek olmadığını açıkladık. Buna göre; Türkiye Cumhuriyeti’nin ulusal güvenliği ile temel milli yararlarının tehdit altında olmadığını söylemek, en hafif deyimle vurdumduymazlıktır.
Birlik ve beraberliğe her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyduğumuz son dönemlerde, içeride ve dışarıda yüzleştiğimiz sorunların ve anlaşmazlıkların çözümü için; ulus ruhunun canlanması gerektiğini, Kıbrıs Barış Harekatı’nı anlamanın ise buna katkı sağlayacağını bir kez daha ifade etmek isteriz.