Filiz Kerestecioğlu

'Barolar Birliği’nin görüşünü alıyoruz ve Adalet Bakanlığı’yla hazırlıyoruz' şeklindeki bir işleyiş, bu işin başından itibaren zaten yürütmenin avukatları, baroları kendi denetimine almak amacında olduğunu gösterir ki, bugün tartışılan, Taslak olarak hazırlanan Kanun’un bütününe bakıldığında, yürütmenin bu niyetinin bütün emarelerini görmek mümkün!
 
Genel olarak idarenin avukatlara, savunma mesleğine bakışı oldukça sorunlu, öncelikle bu konuda neler söylemek isterseniz?

Özcan Çine: Avukatlık Kanunu ülkemizde avukatlık mesleğinin ifasını, avukatlığa girişi, avukatlığın hak ve yetkilerini, avukatların meslek örgütü olan baroların oluşmasını ve baroların faaliyetlerini düzenleyen hükümlerden oluşuyor. Yaklaşık 200 madde civarında 1136 sayılı bu Avukatlık Kanunu bildiğiniz gibi 1969’da yürürlüğe girdi. Avukatlık Kanunu avukatlık meslek faaliyetlerini düzenlediğine göre, burada yeni bir kanun ihtiyacı varsa ki var, bu konuda birinci derecede yetkili, görevli ve sorumlu olanların; avukatlar ve avukatların meslek örgütü olması gerekir. Nasıl devletin diğer organlarında, örneğin bakanlıklarını ilgilendiren konularda kanunlar hazırlanırken o bakanlık hazırlıyorsa, avukatlık kanunu taslağının hazırlanmasında da temel işlevi Türkiye Barolar Birliği’nin görmesi gerekir. Ama “Barolar Birliği’nin görüşünü alıyoruz ve Adalet Bakanlığı’yla hazırlıyoruz” şeklindeki bir işleyiş, bu işin başından itibaren zaten yürütmenin avukatları, baroları kendi denetimine almak amacında olduğunu gösterir ki, bugün tartışılan, Taslak olarak hazırlanan Kanun’un bütününe bakıldığında, yürütmenin bu niyetinin bütün emarelerini görmek mümkün!
 
Bu durum da, çok iyi hazırlansa bile, Kanun’u “Şüpheli Kanun” durumuna düşürüyor değil mi?

Cevriye Aydın: Aslında avukatlık mesleğinin özüne çok ters bir yerden başlanıyor. Yukarıda, adeta her şeyi bilen bir adam var ve avukatlığı da en iyi o biliyor! Bu zihniyetin yansımasını görüyoruz. Avukatlar herhangi bir basın açıklaması yaptıklarında, demokratik ifade hakkını kullandıklarında dahi yaka paça gözaltına alınabiliyor, sadece avukatlık mesleğini icra ettikleri bir davada tutuklanabiliyorlar... Avukatlık mesleğinin böyle bir muamele gördüğü bir ülkede, 12 yıldır değişmeyen bir iktidarın, bundan sonrasında özgürlükçü, avukatlık mesleğinin özüne, savunma hakkına saygılı bir tutum içinde olmasını beklemiyoruz ama bu kadar da olmaz dedirtecek bir durum söz konusu.


 
Avukatlık galiba iktidarların pek de hoşlandıkları bir meslek değil?!

Çine: Dünyada ve bizim ülkemizde avukatlık tarihinin gelişiminde, avukatlık mesleği ve örgütlenmeleri siyasal iktidarlar tarafından genelde sevilmemiş. Özellikle diktatörlerin olduğu dönemlerde bunun örnekleri mevcuttur; en meşhuru Napolyon’un baroyu kapatmasıdır. Çar II. Nicola’nın “avukatları sevmiyorum, onlar olmasın” sözleri, Şili’de Pinochet’nin tutumu vb. gibi örnekler mevcut. Yani otorite arttıkça, demokrasiden uzaklaştıkça, tek adam veya oligarşik diktalar, adı her neyse, bunlar hiçbir zaman avukatları ve örgütlenmelerini sevmemişler. Onları ortadan kaldırmaya, kaldıramıyorlarsa da günümüz koşullarında olduğu gibi denetim, kontrol altına almaya çalışmışlardır. Avukatlık mesleğinin ve baroların gelişme tarihinde 1938’de örneğin, 3499 sayılı Avukatlık Kanunu’nun meşhur 117. maddesi vardır; devletin bazı görüşlerine karşı, irticai faaliyet denilen faaliyetlere karışan ya da milli şuura aykırı vs. faaliyetlerde bulunan kişilerin avukatlığını üstlenenlerin, hiçbir yargı denetimine de tabi olmaksızın baro levhasından silineceklerine dair bir düzenlemedir. Tarih 1938 ama günümüze kadar da bu durum biraz değişerek, yumuşatılarak geldi ve devletin resmi görüşlerine karşı ifadelerde bulunanlar da, onların savunmasını üstlenenler de hiçbir zaman hoş karşılanmadı.
 
Aydın: Aslında hak dediğimiz şey tarih boyunca iktidarlara karşı verilen mücadelelerin toplamı, bunlardan süzülerek yasalaşmış şeyler. Avukatlar da hep bu mücadelelerin sonucunda ortaya çıkan, korunması gerekenleri korumuş, savunmuşlar. Dolayısıyla avukatlık mesleği özünde ve felsefi olarak da iktidara karşı, daha doğrusu gücün, erkin karşısında zayıf olanı, iktidarı sınırlamak isteyeni koruyan, orada konumlanmış bir meslek aslında. Bu nedenle, iktidarların tarih boyunca avukatları sevmemesinde şaşılacak bir şey yok, ama tabii ki biz de yine tarih boyunca bulunduğumuz pozisyonu sağlamlaştırmak için Taslağa yazılı ve sözlü eleştirilerimizi ifade edeceğiz.
 
Tasarı Taslağındaki, “baroların dava açma ve açılan davalara katılma hakkı”yla ilgili düzenlemede de temel bir tercih var gibi gözüküyor...

Aydın: Kamu adına insan hakları ve hatta bütün alanlarla ilgili dava açma baroların varoluş sebeplerinden birisi, hatta en önemlisi. Taslaktaki durum, bu varoluş sebebinin elinden alınması demek. Hem hukukun üstünlüğünü, insan haklarını korumak ve kollamak baroların görevi olacak hem de bu görevi elinden alacaksınız!
 
Çine: Sevgili meslektaşımızın da söylediği gibi insan temel hak ve özgürlükleri avukatlar ve barolar için son derece önemli. Çağımızda hukuk devleti ancak insan hak ve özgürlükleri üzerinde yükseldiği zaman bir hukuk devleti oluyor. Bu ise Anayasa’nın emredici kuralı; 2. maddesinde “Türkiye Cumhuriyeti insan haklarına saygılı, demokratik, sosyal, laik bir hukuk devletidir” diyor. Avukatların da, baroların da bu hukuk devletini oluşturma, gerçekleştirme gibi bir görevlerinin olduğu anlamı Anayasa’dan da çıkıyor. Kaldı ki bütün uluslararası anlaşmalarda, örneğin Havana Kuralları vardır, Avrupa Konseyi Avukatlık Mesleğinin İcrasında Özgürlükler Açısından 9 No.lu tavsiye kararı vardır; avukatların insan hak ve özgürlükleri konusunda eğitim görmeleri, iyi yetişmeleri istenir. Çeşitli düzenlemelere bakıldığında, bu konularda barolara da halkı bilgilendirmeleri konusunda görevler yükler. Günümüzde insan hak ve özgürlükleri zaten avukatlarla, barolarla özdeşleşmiştir.
 
Staja kabul, staj sonrası mesleğe kabulde söz sahibi olma gibi konularda da Taslakta önemli sorunlar var. Eğitim konusuyla beraber ele bakarsak, bir avukatın donanımı nasıl olmalı, buna kimler müdahil olmalı?

Çine: Gerek Birleşmiş Milletler, gerekse Avrupa Konseyi’nin bütün kararlarında, değerlendirmelerinde bağımsız meslek örgütünün avukatlığa kabul ve avukatlıkla ilgili işlemleri yapacağına dair hükümler vazedilmiş. Bu, hayatın gerçekliğinden çıkan ve olması gereken bir durum. Ama başta belirttiğimiz gibi, siyasal iktidar Adalet Bakanlığı kanalıyla, daha işin başından avukatlık sınavının Bakanlık tarafından yapılması, stajın da aynı şekilde, Adalet Akademisi’nde, Adalet Bakanlığı’nın denetimi ve gözetimi altında yapılmasını -taslakta bu çok açık ifade edilmemesine rağmen, istenenin bu olduğu anlaşılıyor- öngörerek denetim sağlamak istiyor.

Aydın: Mesleğin geçmişini, birikimini, kültürünü, meslek kurallarını, dünyadaki uluslararası gelişmeleri, uluslararası sözleşmelerin uygulamasını yani hukukla ilgili her türlü birikimi bünyesinde barındıran örgütler, barolardır. Bu meslekle ilgili eğitimi de, bu meslekle ilgili alınacak kararları da kesinlikle barolar ve Barolar Birliği almalı, bundan taviz verilmemesi gerekiyor.
 
Aslında Barolar Birliği’nin dahi bu konudaki tarzını, karar veriş biçimini de eleştirmek, mesleğe yeni başlayanlara, bu eğitimden geçenlere de eleştiri fırsatı vermek gerektiğini düşünüyorum.

Aydın: Bu gerçekten ayrı bir tartışma konusu ve derginiz bu konuyu da ele alsa çok iyi olur. Gençler maalesef avukatlık mesleğinin birikimlerini, kültürünü bilmiyorlar. Bu mesleğin özüne dair bir şeyler öğrenme şansı olmadan herhangi bir işte çalışır gibi, her türlü sosyal bilgilenme ortamından uzak yetişiyorlar. Meslek örgütlerinin işin bu tarafını da çok ciddi olarak ele alması gerekiyor ama bu Taslak gibi gelişmeler birçok konuda önümüze set çekiyor ne yazık ki!
 
Sınav konusunda ne düşünüyorsunuz?

Çine: Biz de bu dünya toplumunun bir parçasıyız. Bütün dünyada staj ve sınav konusu tartışılmış ve çok önemli bir hale gelmiş. Bütün sistemlere baktık gerçekten, dünyada hukuk eğitiminin ve avukat olabilmenin en kolay olduğu yer Türkiye. Amerika örneğin, 3-4 yıllık bir lisans eğitiminden sonra hukuk fakültesine girebilirsin diyor, böyle bir usul bulmuş kendisine, fakülte eğitiminden sonra da baro sınavına hazırlanılmasını istiyor. Herkes de bu baro sınavına giremiyor ancak akredite olmuş fakültelerin bulunduğu yerdeki baro sınavlarına girebiliyor. Almanya’da iki büyük devlet sınavı var, yani hukuk fakültesini bitiren kişi bir devlet sınavına giriyor, sonra iki yıllık staj süresi var, orada aldığı notlar da önemli, bundan sonra jüri önünde bir devlet sınavına daha giriliyor. Avusturya hakeza öyle; uzun bir lisans eğitiminden sonra üç buçuk yıllık bir staj veya pratik eğitim dönemi diyebileceğimiz bir dönem, ondan sonra ise sınav var. Çek Cumhuriyeti, Polonya, Macaristan, bu ülkelerin hepsinde böyle. Hatta bazılarında dört yıl fakülte, bir-bir buçuk yıl yüksek lisans, ondan sonra da bir stajdan sonra sınav var. Yunanistan’da özellikle ikinci sınav hukuk kamuoyu çerçevesinde halkın önünde bir jüriyle yapılıyor. İsveç’te beş yıllık bir hukuk eğitiminden sonra beş yıllık bir pratik faaliyet söz konusu. Yani birçok ülkede sekiz, on yıllık bir hazırlık dönemi mevcut. Hukuk eğitimi ciddi bir eğitim, olgunlaşması gerekiyor. Biz de ise 17-18 yaşında fakülteye giriliyor, 21 yaşında çıkılıyor diyelim, 23 yaşında o kişiyi hakim olarak atıyoruz ya da avukat oluyor. Tamam, bizim insanımız yeteniklidir, zekidir, kavrayışı iyidir, ama! Türkiye’de diğer bir sorunumuz da; hukuk fakültelerinin açılmasına engel olunamıyor. Oysa Türkiye Avrupa Birliği’nin belirlediği öğretim üyesi ortalamalarının altında kalıyor. Ayrıca kütüphaneleriyle, bilgi işlemleriyle vb. altyapı yeterli değil. Ben sınav meselesinin, hukuk fakültelerine bir çeki düzen verilmesi için de bir tür denge unsuru olacağını düşünüyorum. YÖK’ün 2009 yılında, Erzurum’da düzenlediği bir toplantıya ben de Barolar Birliği Başkan Yardımcısıyla beraber Barolar Birliği adına katılmıştım. Hukuk fakültesi dekanlarının bir çoğu, özellikle özel üniversitelerinkiler “aman sınav gelirse biz okulları kapatmak zorunda kalırız” dediler, aynen bunu ifade ettiler. Yani işin bir de bu tarafı var, yoksa sadece bir sınavla avukatlık mesleğinin kalitesi yükselecek, her şey güllük, gülistanlık olacak değil, ama bu bir başlangıç ve denenmesi gerektiğini düşünüyorum. Tabii ki burada en önemli noktalardan birisi; stajın dolu dolu yapılması, stajyerlerin gerekli bilgi ve tecrübeyi edinebilmeleri. Yoksa boş bir staj sonunda yapılacak sınavın da hiçbir faydasının olmayacağı açık.

 >> TBB TARAFINDAN HAZIRLANAN TASLAK İÇİN TIKLAYINIZ


Bu kadar yıl okuduktan sonra müdahale etmek yerine, eğitimin en başından müdahale etmek, eğitimin iyileştirilmesine yoğunlaşmak gerektiğini düşündüğüm için açıkçası ben sınava karşıyım.

Aydın: Tabii eğitimin niteliği çok önemli, sınav tartışmasını ondan bağımsız yapmak da çok mümkün değil. Bu niteliği hem teorik hem de pratik, iyi bir düzeye çıkarabilirseniz sınava da gerek kalmayabilir. Fakat bu Taslak’taki tehlikeli noktalardan birisi de şu; bu sınavların Adalet Bakanlığı’nın belirleyeceği kurumlar tarafından yapılmasını öngörüyor ve Bakanlık’ta bu işi bir kuruma taşere edecek, o kurum bu sınavı yapacak ve baroların burada hiçbir fonksiyonu olmayacak! O zaman biz baroların kapısına bir kilit vuralım ve bitsin bu iş!

Çine: Bir ilave daha yapmak isterim; sınav meselesi yeni bir olay da değil, Türkiye’de daha 1924’te Muhammat Kanunu, 1926’da Avukatlık Kanunu haline getiriliyor; 1938’de 3499 sayılı Avukatlık Kanunu... bunların hepsinde sınav var. En son 1969 yılı, 1136 sayılı Kanun’da da sınav getirilmiştir. Bu sınavın, Yargıtay Büyük Genel Kurulu’nca seçilecek bir ceza dairesi ve bir hukuk dairesi başkanı ve Türkiye Barolar Birliği’nce seçilecek üç avukattan kurulu beş kişilik bir heyet tarafından yapılması öngörülmüştü ama bu da yıllarca yapılamadı, ertelendi. En son 1979 tarihinde- ki o zaman staj da bir buçuk seneydi- staj bir yıla indirildi ve sınav da kalktı. Sınavın gerekliliği konusunda yapılan son 2001 değişikliklerinde (aslında o da 1992’de başlayan bir süreçtir; 92’de Meclis’e sevk edildi, 2001’de 4667 sayılı Kanun değişikliği olarak çıktı) Meclis’te uzun tartışmalar sonucunda aslında sınavın Türkiye Barolar Birliği tarafından yapılması öngörülüyordu. Ancak bazı siyasi partilerin buna sıcak bakmaması sonucunda ÖSYM tarafından yapılması gündeme geldi ve Barolar Birliği’nin gözetiminde gibi bir takım ibareler eklendi. Sonra bildiğiniz gibi 2005’e kadar ertelendi, o yıl da bir gece yarısı kanunuyla ortadan kaldırıldı!

Aydın: Sınava karşı olmamız ayrı bir şey ama sınav meselesinin meslek örgütü dışında bir yere havale edilmesi, her şeyin bir tür TSE damgalı hale getirilmesi sonucunu doğuruyor. Sadece eğitim sisteminin sunduğu bilgilerin ne kadar alınıp alınmadığını tespit eden, bunun dışında mesleğe ilişkin hiçbir yorum, ikna, hitabet ve kültürün dikkate alınmadığı bir teknik yöntem söz konusu oluyor. Avukatların da memleketteki hukuk faaliyetinde, örneğin Yargıtay kararlarının oluşumunda en az hakimler kadar rolü var. Bu kararlara yorumlarıyla bir zenginlik katıyorlar ve kararların yaratımında pay sahibiler, buna da bir şekilde engel getirilmiş oluyor.
 
Reklam yasağı, mesleğin ticarileşmesi, şirketleşme, parmak basarak girilen bürolar gibi konular açısından Taslağa bakarsak; avukatlık şirketi kurulmasına yol vermesi ve “reklam yasağı”nın kaldırılması söz konusu. Bu konularda neler söylemek istersiniz?

Çine: Şirket meselesi daha önce de tartışıldı. 2001 değişikliğinde sui generis avukatlık ortaklığı diye bir model getirildi ama pratikte çok işlemediği görüldü. Özellikle bu tür ortaklıklarda, şirket yapılanmasında mali durum, vergisel durum önem arz ediyordu. Tabii fiili durum olarak da, özellikle başta İstanbul olmak üzere büyük şehirlerde genç avukatların ücret karşılığı çalıştırılmasıyla gündeme gelen sorunlar var. İşçi avukat tabirini ben sevmiyorum; avukatların işçileştirilmesi demek daha doğru geliyor. İşçi avukat demek, bence avukatlık bağımsız bir meslek olduğu için mesleğin özüne aykırıdır.
 
Bağımsız meslek ama meslektaşlarımız işçiler aynı zamanda!

Çine: Ama bu konuda hassas olmak zorundayız, avukat bağımsızdır, örneğin bu noktada ben kamu avukatlığı meselesine de karşıyım, buna da diğer Avrupa ülkelerinde olduğu gibi farklı bir çözüm bulunmalıdır. Bu işin bir sermaye şirketi, ticari faaliyet haline getirilmesi konusunda istekler var tabii, buna karşı mücadele edilmesi gerektiği kanısındayım çünkü avukatlık ticari bir meslek değil, ticarete bu şekilde alet edilmemeli.
 
Hatta şube açma olanağı da sunuluyor.

Çine: Biraz Amerika örneği ele alınıyor. Bu, avukatlar arasında haksız rekabete yol açacak bir durum. Avukatlık mesleğinin saygınlığı konusunda zaten çok ciddi sorunlarımız var, bunu yerle bir edecek mahiyettedir bu düzenlemeler. Avukatların birlikte çalışabilmeleri, avukatlık ortaklıkları teşvik edilmeli ama mutlaka küçük de olsa paylarla, paylaşımlarla başlayan, daha eşitlikçi bir yönde gidilmeli. Bunun örnekleri var; küçük yüzdelerle başlayan, daha ileride daha büyük pay alınan düzenlemeler başka ülkelerde de mevcut. Fransız sisteminde örneğin, ücretli avukatların hakları düzenlenmiş, bizde bu konuda da ciddi bir çalışma yapılmadı. Bu avukatların bağımsızlıklarını kaybetmemeleri, mesleğin özelliklerini korumaları, bir işçi-patron ilişkisi içinde olmaksızın çalışmaları çok önemli.


 
Avukatların “işçi avukat” demeleri de bu yüzden, açıkça bir işçi-patron ilişkisi olduğu için değil mi?

Aydın: Ücretli ve hizmet akdiyle çalışıyorlar. Bir tarafta çok büyük paralar kazanılırken, diğer tarafta aynı okuldan mezun meslektaşı ne durumda! Zaten bu şekilde davalar da açılıyor, avukatlar kıdem tazminatı istiyorlar, kanunun tanımladığı anlamda işçiler yani.

Çine: Yargıtay da tazminatı veriyor ki doğru. Aslında benim kaygım, bu kavramın yerleşmesi mesleğin bağımsızlığını zedeler mi. Fiiliyatta gerçekliği var ama sonunda bu statü yerleşmesin isterim. Şube meselesinde de aynı şekilde, mali imkanlara sahip olanlar büyük kentlerde farklı şubeler açacaklar, halihazırda olmuyor mu, oluyor; ama baroların bu konuda çok hassas olması lazım. Arızi olarak farklı şehirlerden iş alınabilir ancak sürekli bir avukatlık faaliyetinin birçok sakıncası var ve şube konusuna karşı çıkılması gerekiyor bence.

Aydın: Geçen yıl Baro Meclisi’ne sunduğumuz ortak görüşte de belirtmiştik. Mesela yalnız çalışan avukatın başka bir büro açma hakkı yok ama Tasarı Taslağı’nda şirket modeli getiriliyor ve Türkiye’nin her tarafında şube açılabiliyor. Nasıl büyük bir uçurum, eşitsizlik demek bile yetmez. Aslında ben umutsuzum; Türkiye’deki ekonomik yapı ve gidişata baktığımız zaman, bizim son derece naif şekilde hayal ettiğimiz avukatlığın, tarihin tozlu sayfalarına gitmekte olduğunu acı da olsa görmek lazım ama belki bu gerçeği de görerek başka mücadele yolları düşünülebilir. Bireysel çalışan avukatla şirket arasındaki açık ve çok ciddi haksız rekabet teşkil eden bir durum bu Tasarıdaki ve büyük bir çelişki. Kanun önünde eşitlik ilkesine dahi ters. Şu anda mevcut bazı büyük hukuk büroları ile bireysel çalışan avukatlar arasında da bir eşitsizlik mevcut ancak şirketleşme olduğu zaman, mesleğe doğrudan doğruya meslek dışından bir sermaye akışı ve buradan tekrar onlara dönecek bir kâr olduğunu düşünmek lazım. Bu şartlar altında ise avukatlık mesleğinin ticari olmayan bir meslek olduğunu söyleyemeyiz artık.
 
Hatta başta konuştuğumuz “iktidarlara muhalif olmak” yerine “iktidarların hizmetinde olmak” durumu da ortaya çıkabilir bu durumda!

Aydın: Tabii maddi temeli kalmayacak. Avukatlık mesleğinin, hak savunuculuğunun çerçevesi değişecek.
 
Biraz da “reklam yasağı”na değinirsek…

Çine: Daha önceki mevzuatta reklam yasağı birkaç merhaleden geçti, aslında “reklam yasağı” tabiri de çok doğru bir tabir değil ama biz hep “yasak” sözcüğünü çok seviyoruz. Tabii ticari anlamda haksız rekabete yol açacak şekilde bir reklam olması doğru bir şey değil ama tanıtım da gerekiyor, insanların buna ihtiyacı var. Bunun toplumu yanıltmayacak ve haksız rekabete yol açmayacak biçimde yapılmasında bir beis yok. Bu konuda da bazı yumuşatıcı düzenlemeler yapıldı. Yaşamın pratiğine uygun bazı düzenlemeler daha yapılabilir. Zaten internet üzerinden yürüyor artık birçok şey, eski tabela asma durumu üzerinden de değil…


 
Bir diğer sorunlu düzenleme de “Avukatlık mesleğinin itibar ve onuru ile bağdaşmayan hareketlerde bulunmak”...

Çine: Bunlar üzerinde maalesef çok durulmuyor ve bugüne kadar baroların, Barolar Birliği’nin kararlarında bu konu hep sorunlara yol açmıştır. Avukatlık Kanunu’ndaki 5 c maddesi Anayasa Mahkemesi’nce iptal edildikten sonra şu anda bir boşluk söz konusu. Bu Taslakta, yine iptal edilen maddeyle aşağı yukarı benzer bir madde konulmuş. Burada barolara, avukatlık mesleğine kabulde, objektif kriterlerle yetki tanınması lazım. Örneğin Adalet Bakanlığı “Geçmişte öğrenciyken duvarlara yazı yazmış, devlete karşı işlenen suçlardan dolayı ceza almış, daha sonra afla ortadan kalksa, memnu hakların iadesi olsa, aradan zaman geçse de 5 a maddesine göre bu dertten kurtulmuştur ama bu artık avukatlık mesleğiyle bağdaşmayacak tutum ve davranış olarak kabul edilmelidir” deyip, idare mahkemeleri ve Danıştay da bu doğrultuda kararlar verince, hakikaten çok ciddi bir eşitsizlik doğuyor. Şimdi, Adalet Bakanlığı dava açmadığı zaman kişiler avukatlık yapabiliyorlar. Ama dava açtığı zaman karar veriyor ve bu kişiler avukatlık yapamıyor. Bu konuda barolara objektif bir takdir yetkisinin tanınması lazım.

Aydın: Bir olayı hatırlamakta fayda var;değerli meslektaşımızAlp Selek 141. maddeden ceza aldığı zaman Adalet Bakanlığı İstanbul Barosu’na onun sicilden silinmesi için talimat göndermişti. İstanbul Barosu bunu yapmadı. O sırada İstanbul Barosu Başkanı Selahattin Sulhi Tekinay’dı. Sulhi Tekinay, 12 Eylül döneminde tutuklanan Baro Başkanı Orhan Apaydın’dan sonraki başkandı ve ben de ruhsatımı ondan almıştım. Selahattin Bey sola dair olumlu ya da olumsuz bakışı bilinen bir insan olmasa da, hukuku yorumlamak, avukatlık mesleğine bakışı açısından saygın tutumunu değerlendirmek isterim. Meslek örgütlerinin rolünün ne kadar önemli olduğunu orada gördük. Daha sonra Turgut Kazan’ın başkanlığında da aynı tutum devam etti, sonuçta meslek örgütünün başarısıydı bu.

Çine: Sonuçta bu Tasarıda sorunlu madde oldukça fazla ve bu yeni bir Kanun filan da değil, siyasi iktidarın istekleri doğrultusunda kılıflanmış, rötuş yapılmış bir Tasarı Taslağı. Baro yönetim kurullarının sayılarının artırılışı ve çalışmanın ücretli oluşu, organların seçimine ilişkin düzenlemeler aslında bütün baroların ihtiyaçları değerlendirilerek, sorunları çözme doğrultusunda getirilecek önerilerle yapılacak düzenlemelerdir. Doğrudan doğruya Adalet Bakanlığı’nın “Bu böyle olsun” demesiyle yapılacak şeyler değil.
 
Peki biraz da iğneyi kendimize batırırsak; avukatlar ya da meslek örgütleri barolar, kendilerini birebir ilgilendiren böyle sorunlu durumlarda gereken tepkiyi verebiliyorlar mı?

Aydın: Avukatlık mesleğinin sermayeye açılmaya yönelme meselesi sanırım ilk 2001 senesindeydi. O zaman delegeydim ve kısa bir söz alıp eleştiri yapmıştım ama o gün bu konuda hiçbir söz söylendiğini duymadım ve çok şaşırmıştım açıkçası. Bugün de Türkiye’de çok kapsamlı bir değişim söz konusu. Bunların hepsi yasa değişiklikleriyle oluyor. Bu konuda biz avukatlar da neredeyse hiçbir söz söylemiyoruz. Barolar gereken pozisyonu almayınca iş, avukatların kendi daha zayıf örgütlenmelerine ve şartlarına kalıyor ama bu da yeterli olmuyor.

Çine: Burada baroların meslek örgütü olarak görevlerini yerine getirip getirmedikleriyle ilgili sorunlar da var. Maalesef gerek avukatlık mesleğinin içinde bulunduğu durum, gerekse baroların kalitesinde ciddi eksiklikler var. İçinde bulunduğumuz yapıda, Anayasa’da kamu kurumu niteliğinde meslek kuruluşu olarak ifade edilmiş, bizim Kanunumuzda da böyle ama aynı zamanda hukuk devletinin tüm kurum ve kurallarıyla oluşması anlamında bir görev de üstlenmiş barolar. Bu noktada demokratik, sosyal, laik hukuk devleti çerçevesi içerisinde bir siyaset bağlantısı, bir hukuk siyaseti de ortaya çıkıyor. Buradaki dengenin çok iyi ayarlanması lazım. Barolar hukuk siyasetini çok iyi yürütmeliler ama bunun yanında bir meslek örgütü olmanın özellik ve gücünü de taşımaları lazım. Maalesef zaman zaman bu dengeler bozuluyor.

 >> TBB TARAFINDAN HAZIRLANAN TASLAK İÇİN TIKLAYINIZ


Kaynak: Güncel Hukuk
Fotoğraflar: Nihat Malçuk