Özellikle son birkaç yıldır “mülteci” kelimesi hayatımızın bir parçası haline geldi. Sürekli duymanın yanı sıra görüyoruz da. Mülteci hakları diye bir şey olduğunu biliyoruz fakat tam olarak nedir, neye benzer, nasıl olur bilmiyoruz. Mülteci eşittir Suriyeli gibi bir tablo oluştu kafamızda iyice. Yolda sokakta per perişan bir sürü insan ve çocukları.. Önceleri her gördüğümüzde canımız yanıyordu; fakat o kadar çok gördük ki sanırım şimdilerde birçoğumuz bu görüntüye de alıştık. Bir de vatandaşlık verilmesi ihtimalinden bahsedildi, insanlar iyice bölündü. Bir kısmımız sadece gitmelerini istiyor mesela.

Ben burada meselenin çok az detayına girmek, bu kulaktan pek aşina olduğumuz kelimeyi birazcık genişletip derinleştirmek istiyorum, ki artık yolda bir mülteci gördüğümüzde yahut mültecilerden konu açıldığında ufacık da olsa daha net ve gerçekçi bir tablo canlanabilsin kafamızda.

Yazının başından beri mülteci diyorum fakat esasında Suriyeliler mülteci değil. Daha doğrusu Suriyeliler mülteci “bile” değil. Şu an ülkemizde geçici koruma altındalar. “Mülteci” tanımı, belirli haklara tabi hukuki bir statüyü ifade ediyor. Göçmen, mülteci, sığınmacı; bunlar birbirinden farklı kavramlar. Mülteci kavramı, içerisinde bir nevi “zorunluluk” taşıyan bir kavram. Bir ülkedeki savaştan, zulümden, baskıdan kaçma hali. Bu sayılanlardan kaçıp başka bir ülkeye sığınan kişi öncelikle “sığınmacı” oluyor. Daha sonra bir kısım bürokratik işlemin ardından mülteci statüsü kazanıyor ya da kazanamıyor. Göçmenlikte bu durum yok, isteğe bağlı bir durum diyebiliriz göç için.

İkinci dünya savaşından sonra Avrupa’da savaş zulmünden kaçanlar için Birleşmiş Milletler bünyesinde toplanan 1951 tarihli Mültecilerin Hukuki Statüsüne İlişkin Cenevre Konvansiyonu’nda “Mülteci” şöyle tanımlanmış: “1 Ocak 1951 Tarihinden önce Avrupa’da meydana gelen olaylar sebebiyle ırkından, dininden, vatandaşlığından, siyasi görüşlerinden veya belirli bir gruba ait olmasından dolayı zulme uğrayacağından haklı olarak korktuğu için bulunduğu ülkeyi terk eden yabancı mültecidir”.

Türkiye de bu Sözleşme’ye 1961 yılında taraf olmuş. Türkiye’nin de taraf olduğu bu Sözleşme’de, bir kişinin mülteci statüsü kazanabilmesi için, zorunlu sebeplerle ülkesini terk etmek zorunda kalmasının yanı sıra Avrupa’dan gelmiş olması da gerekiyor. Buna “coğrafi sınırlama” deniliyor.

Aynı şekilde, sonradan 2013 yılında kabul ettiğimiz 6458 Sayılı Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu’muz var. Orada da mülteci tanımı hemen hemen aynı;

Madde 61- Avrupa ülkelerinde meydana gelen olaylar nedeniyle; ırkı, dini, tabiiyeti, belli bir toplumsal gruba mensubiyeti veya siyasi düşüncelerinden dolayı zulme uğrayacağından haklı sebeplerle korktuğu için vatandaşı olduğu ülkenin dışında bulunan ve bu ülkenin korumasından yararlanamayan ya da söz konusu korku nedeniyle yararlanmak istemeyen yabancıya veya bu tür olaylar sonucu önceden yaşadığı ikamet ülkesinin dışında bulunan, oraya dönemeyen veya söz konusu korku nedeniyle dönmek istemeyen vatansız kişiye statü belirleme işlemleri sonrasında mülteci statüsü verilir.

Gördüğünüz gibi, sadece Avrupa’dan gelen kişilere mülteci statüsü tanınıyor. Üzerine biraz düşünürseniz, Avrupa’dan da haklarının korunacağı inancıyla Türkiye’ye neredeyse kimsenin gelmeyeceğini rahatlıkla çıkarabilirsiniz.

Peki Suriyeliler?

Arap Baharı ile başlayan süreçte, iktidarın değişmediği/değişemediği olayların en kanlı yaşandığı ve halen de yaşanmaya devam ettiği tek ülke Suriye. Dolayısıyla, insanlar evlerini, topraklarını terk etmek zorunda kaldılar. Ve biz, koskoca bir dünya olarak -bu dünya onların da olmasına rağmen- mülteci olarak dahi kalabilecekleri bir yer bulamıyoruz bu insanlara..

Suriye gibi insan haklarının pek de matah olmadığı bir yerden gelenlerin dahi, Türkiye’ye haklarının korunacağı inancıyla geldiği söylenemez. Zaten yukarıda açıkladığım üzere, Türkiye’de mülteci olamayacaklarının farkındalar ve daha ziyade güvenli üçüncü ülkelere transit geçmek istiyorlar. Lakin, genel olarak üçüncü ülkelerde de düzenlemeler pek farklı değil, yani Avrupa dışından mülteci kabul etmiyorlar –etmek istemiyorlar- ve gelenleri Türkiye’ye geri gönderiyorlar. Böylece, işin doğrusu, tüm yükü içinde yaşadığımız bu ülke yüklenmiş oluyor. Türkiye’nin bu konuda yalnız olduğu açık.

Bununla birlikte belirtmek gerekir ki; yukarıda bahsi geçen Kanun’un 4. maddesinde “geri gönderme yasağı” tanımlanıyor. Madde diyor ki; hiç kimse, işkenceye, insanlık dışı ya da onur kırıcı ceza veya muameleye tabi tutulacağı veya ırkı, dini, tabiiyeti, belli bir toplumsal gruba mensubiyeti veya siyasi fikirleri dolayısıyla hayatının veya hürriyetinin tehdit altında bulunacağı bir yere gönderilemez. Yani bizim de bize sığınan bu kişileri halen tehlikeli olan ülkelerine geri göndermemiz yasak.

Peki şimdi bu insanların hukuki statüsü nedir?

Yok.

Mülteci statüsü tanınmayan fakat geçici koruma altında olan bu kişilere “Sığınmacı” deniyor işte. Kelimenin kendisi bile insan onuruna dokunuyor.

Ve bir de “misafir” diyenler var. Bu hepten feci.. Ne oluyor peki, sığınmacı deyince, misafir deyince, niçin feci?

Öncelikle, ülkesinden yaşam hakkı tehlikeye düştüğü için kaçan ve en yakınındaki ülkeye sığınan kişilere misafir diyemezsiniz; çünkü misafirlik gönüllülük esasına dayanır, bu insanlar buraya zorunluluktan geliyor. Ayrıca biz de onları ağırlayan misafirperverler olarak onlara bir lütufta bulunmuyoruz; çünkü sığınma hakkı, adı üstünde, bu insanlara tanınan bir “hak”. Dolayısıyla şunu kafamızda bir oturtmamız lazım; biz onlara iyilik yapmıyoruz, onların hakkı olan şey vuku buluyor.

Ayrıca hemen belirteyim, Sosyal Kültürel Yaşamı Geliştirme Derneği(SKYGD)’nin geçtiğimiz Mayıs ayı sonunda gerçekleştirdiği araştırmanın sonuçlarına göre Suriyeli çocukların %92’si ülkesine geri dönmek istiyor. Diğer bir deyişle, ülkemizde misafir olma konusunda onlar da pek hevesli değil, bir nevi zoraki misafir.

“Misafir” tabiri feci; çünkü bu kişiler, geçerli bir hukuki statüleri olmadığı müddetçe, birçok temel haktan da faydalanamıyorlar. Mülteci kampları malum; apayrı bir hukukun/hukuksuzluğun hüküm sürdüğü, pisliğin, tecavüzün, istismarın, açlığın, hastalığın hüküm sürdüğü insanlık dışı yerler. Almıyorlar bizi oralara ama biz biliyoruz, duyuyoruz, bir şekilde haberdar oluyoruz. Kendilerine güvenli bir yer bulana kadar, bu insanların hiçbir sağlık güvenceleri yok, iş bulamıyorlar, eğitim alamıyorlar, dışlanıyorlar, türlü işkenceye/şiddete maruz kalıyorlar. Yurtlarından oldukları yetmezmiş gibi bir de ayrıca travma yaşıyorlar. Ve uğradıkları haksızlıklar nedeniyle haklarını da arayamıyorlar. Adeta yok hükmündeler.

Bu esnada dünya sadece show yapıyor; çeşitli zirveler, görüşmeler, projeler, paneller vs. havada uçuşuyor; peki ya somut bir adım? O da yok.

Düzen değişti; artık bambaşka bir küresel-hibrit savaş dönemindeyiz. Bana sorarsanız Dünya, tüm o işe yaramaz mevzuatlarını, konvansiyonlarını çöpe atıp masaya oturma ve sorumluluğu paylaşmak zorunda. AB prenses gibi davranmayı bırakıp incilerini bir miktar dökmek, İngiltere de o soyut Brexit tavrından bir zahmet sıyrılıp, dünyaya verdiği zararı, zerre dahi olsa telafi etmek zorunda. Fakat hepimiz biliyoruz ki bu olmayacak. Tüm bu bencil ve çıtkırıldım ülkeler belki birkaç göstermelik hareket yapıp, savaşın kendileri için en karlı şekilde bitmesini bekleyeduracaklar. Kendileri için en karlısı bitmemesi ise, bu kez bunun için çabalayacaklar.

Bu arada biz ne yapacağız?

Mülteci statüsü tanımaya dahi üşendiğimiz bu insanları, birkaç level birden atlatıp, Türk vatandaşı yapacağız.

Normalde, Türk Vatandaşlığı Kanunu’nun 11. maddesine göre, Türk vatandaşı olmanın tam sekiz kallavi şartı var, üşenmeden okuyalım:

a) Kendi millî kanununa, vatansız ise Türk kanunlarına göre ergin ve ayırt etme gücüne sahip olmak,

b) Başvuru tarihinden geriye doğru Türkiye'de kesintisiz beş yıl ikamet etmek,

c) Türkiye'de yerleşmeye karar verdiğini davranışları ile teyit etmek,

ç) Genel sağlık bakımından tehlike teşkil eden bir hastalığı bulunmamak,

d) İyi ahlak sahibi olmak,

e) Yeteri kadar Türkçe konuşabilmek,

f) Türkiye'de kendisinin ve bakmakla yükümlü olduğu kimselerin geçimini sağlayacak gelire veya mesleğe sahip olmak,

g) Millî güvenlik ve kamu düzeni bakımından engel teşkil edecek bir hali bulunmamak.
 
Evet. Bu ülkede bugün üç milyon civarı Suriyeli sığınmacı var. Bir düşünün bakalım yukarıdaki sekiz şartın kaçını taşıyorlardır? Belki bir, en fazla iki..

Bunun hesabını yapıyoruz; zira hem ülkenin hem de bu çaresiz insanların geleceğini düşünmekle yükümlüyüz. Biz on yıllardır bu ülkede aynı toprakta büyüdüğümüz kardeşlerimizle kanlı bıçaklıyız, mutsuzluktan ölüyoruz, üç milyon insanı daha mı ortak edeceğiz buna? Bu üç milyon insan aç susuz, parasız, eğitimsiz, dillerini dahi konuşamadan nasıl adapte olacaklar bu ülkeye? Din kardeşi olmak tüm bu sorunları çözebilir mi? Dünya ile çözüm bulabilmek adına yeterince çaba gösterdik mi? Diyelim ki gösterdik ve bulamadık; neden mantıklıca kademe kademe ilerlemek varken birden vatandaşlık?

Tüm bu soruları ve daha fazlasını sormak, meseleyi eni konu ele almak, bulunan cevapları halkla paylaşmak ve tartışmak gerekli. Çünkü demokrasi bunu gerektirir. Çünkü üç milyon insanın kaderi artı bir ülkenin geleceği “insani yardım” niyetinden daha realist bir bakış açısına muhtaçtır. Sanıyorum ki, biz bunları böyle büyük büyük söyleyebiliyor isek, devlet büyüklerimiz de pek tabii düşünüyorlardır. Öyleyse son sorumu da sorup bitireyim; bize niye öyle gelmiyor?