Sakin ol, korkma, ben bir melik değilim, Kureyş’te kuru et yiyen bir kadının oğluyum’ Hz.MUHAMMED (s.a.v)

...

İnsanların bilgili olmaları veya olmamaları, entelektüel olmaları ya da olmamaları, en avukat, en doktor, en mühendis, en yazar, en şair, en siyasetçi, en başkan vb. olup olmamaları, beni çok fazla ilgilendirmiyor. Zira kendime yetecek kadar aklım var, kullanıyorum; okuma yazmam var, okuyorum; kalemim var yazıyorum; işimi, mesleğimi iyi yapmaya çalıştım, çalışıyorum; yani entelektüel işlerimi ve mesleki faaliyetlerimi kendi başıma yürütüyorum. Demem şu ki, hemen hiç bir konuda ve hiç kimseye ihtiyacım, eyvallahım, borcum, ödeyecek bir diyetim olmadığı gibi, hiç kimseden bir talebim ve beklentim de yok. Yani tamda Tevfik Fikret’in dediği gibi: ‘Kimseden yardım ummam, dilenmem kol kanat/Kendi boşluğumda, kendi göklerimde kendim uçarım/Eğilmek, tutsaklık boyunduruktan daha da ağırdır boynuma/Fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür bir ademim’ Onun için, beni, insanların onunla bununla ne yaptıkları, ne yapmadıkları, paraları, pulları, malları, mülkleri hiç mi hiç ilgilendirmiyor, ama nazik ve zarif olmaları, vefalı olmaları, samimi ve sahici olmaları, duygulu, dürüst olmaları, güvenilir olmaları ilgilendiriyor.

Başkalarından bizi sevmelerini elbette isteyemeyiz ve hatta bekleyemeyiz. Ama herkesten, her zaman ve her koşulda nezaket bekleme, bize karşı saygılı olmalarını isteme hakkına sahibiz. Zira sosyal düzen kuralları arasında yer alan, yaşamı, yaşamımızı daha kaliteli, daha rafine hale getirme işlevi gören; görgü/nezaket kuralları, birlikte yaşamanın asgari gereklerinden, gereksinimlerinden birisidir.

Nezaket’ diyor Cenap Şahabettin, ‘ister iskarpin giysin, ister çarık, bastığı yeri kirletmez.’ Giderek nezaketten, zarafetten, incelikten, duygudan uzaklaşan, kabalaşan, vefa gibi, dürüstlük gibi, güvenilir olmak gibi temel insani özellikleri önemsemeyen, bastığı yeri kirleten insanların sayısının arttığı bir toplumda yaşadığımı görmenin üzüntüsünü duyduğum, bunların eksikliğini her geçen gün daha fazla hissettiğim için Cenap Şahabettin’in yukarıdaki özlü sözünü kullandım.

Orhan Ölmez’in sevilen ‘Nezaket’ isimli şarkısındaki bir kısım sözleri ödünç alarak devam ediyorum; ‘Beni kendime kırdırma /  Gel aklımı bulandırma / Asaletim hazinemdir gel el aleme güldürme / … / Dizüstüne çökmüşken gel nezaketi incitme / Nezaketimi zayıflık  sanma / … / Suskun olduğuma aldanma / Diz üstünde durduğumuz içindir / Sebebim ol ayağa kaldırma / … / Beni kendime küstürme  / …

Nezaketsiz insanlarla muhatap olduğumuzda, suskunluğumuzu/nezaketimizi zayıflık sanan insanlarla karşılaştığımızda,  sadece bunu yapanlara karşı bir kırıklık yaşamayız, neden bunlara muhatap oldum, neden bu duruma düştüm diye kendimize de kızarız, kırılırız, sitem ederiz ve hatta küseriz.

İnsanları eğitmek, değiştirmek, düzeltmek, hele hele hasta insanları tedavi etmek elimizde olmadığı gibi, bu görevimiz de değildir. Ama kendimizi düzeltmek, değiştirmek, nezaketsiz insanlarla karşılaşmamak, muhatap olmamak için, ilişkilerimizi, çevremizdeki insanları gözden geçirmek ve buna göre yaşam alanımızı yeniden yapılandırmak elimizdedir ve en önde gelen ödevimizdir. Onun için zaman zaman çevre ve ilişki temizliği yapmak, bize yük olan, enerjimizi, zamanımızı, keyfimizi, neşemizi elimizden alan insanları, kendilerinden bir şeyler öğrenmemiz mümkün olmayan, ilişkilerinde içten olmayan, vefalı olmayan, güvenilir olmayan insanları ve bu arada elbette nezaketsiz insanları hayatımızdan çıkarmak gerekir.

Sadece bunları değil, eski günlerden kalan kimi zaman unuttuğumuz, hatırlamak istemediğimiz, onun için alıp bir kenara koyduğumuz, bizi kıran, inciten anılarımızı, bu anıların öznelerini de, ‘bunlar atık maddelerdir’ deyip zihnimizden atmamız gerekir

Bu anıları, bu anıların yaralarını ve öznelerini unuttuğumuz, zihnimizden attığımız zaman, bunların üzerinde ot biter. Ve bu durum bizim için son derece yararlı ve sağaltıcı olur. Ot bitmesinden dolayı hiç endişe duymamak gerekir, zira bu otları yiyecek çok sayıda eşek vardır etrafımızda. Onun için Avusturyalı psikolog/aile terapisti Paul Watzlawick’in, okuyanına göre güldürücü veya ağlatıcı olan ‘Mutsuzluk Oyunu’ isimli kitabında, bu eşeklerle ilgili olarak şöyle der; ‘Öyle eşekler ki, çok iyi boy atmış otları yalayıp yutuyorlar.

Hemen her şeyin para, iktidar, sosyal statü elde etmek etrafında döndüğü, bunların elde edilmesi için her yolun mubah sayıldığı bir çağda ve ne yazık ki böyle bir toplumda yaşıyoruz. Bunlar elbette bu çağın, sadece bizim yaşadığımız toplumun virüsleri değil, geçmiş çağlarda da vardı bu virüsler, başka toplumlarda da var bunlar. Günümüzde yeni olan şey, bu virüsün çok daha fazla sayıda insana bulaşmış olmasıdır.

Bir slogan, içi boş bir slogan, arkasına pek çok insanı takarak almış başını gidiyor: ‘İmaj her şeydir.’ O kadar çok şeydir ki, gerçeğin yerini almış. İdeolojinin yerine imajoloji ikame edilmiş. Murathan Mungan’ın bir sohbetinde ifade ettiği gibi, ‘imaj adı altında ortalıkta çok fazla yalan dolaşıyor. Yabancı dil bilen, güzel evleri, arabaları olan, kendileri de güzel olan, şık giyinen iş kadınları, genç, güçlü, başarılı iş adamları var. Herkes aklına geleni fikir diye söylüyor.’ Öyle ki, televizyon kanallarında dolaşan, bize hemen her konuda akıl fikir veren çağdaş sofistler var. Mizahın yerine sululuğu koymuş ‘saldırgan tavırlı, iğneleyici, alay edici bir dolu talkshowcu var. Dinamik, enerji dolu, bakımlı, güzel, heteroseksüel, güçlü, seni çiğner geçerim bakışlı top modellerle simgelenen yeni kadın tipleri, yeni erkek tipleri var.’

Sadece bunlar mı, böyle kadınlar, erkekler mi var etrafımızda? Hayır! Başkaları da var. Sağcı olsun, solcu olsun, inançlı ya da inançsız olsun, o partili, bu partili, şu partili olsun, orada, burada, yazılı ve görsel basında, twitterda, facebookda, instagramda nefret diliyle konuşan, yazan ve hatta nefret suçu işleyen bir dolu arızalı insan var. Onun için ben, tanıdığım ya da tanımadığım çevremdeki iyi insanları, düzgün insanları kendime örnek alıyor, kötü örneklerden ise kendi payıma dersler çıkarıyorum.

Alman psikoterapist Peter Uffelman ve Tobias von der Recke birlikte yazdıkları, Akın Kanat’ın dilimize çevirdiği ‘Hayatı Ölçülü Yaşamak’ isimli kitaplarında bu konularla, benim bu yazıma başlık yaptığım konularla ilgili olarak şunları yazıyorlar: ‘Gereğinden çok, gereğinden az, gereğinden yüksek, gereğinden alçak, gereğinden yakın vs. ile ilgili hayıflanmalar, çağımızın bir olgusunu tasvir ediyorlar. Görünüşe göre yalnızca toplumsal, ekonomik ve politik alanlarda kaçırmamışız ipin ucunu. Özel, kişisel ortamların da çivisi çıkmış olmalı. Zira bedenimizin zekasına, sosyal çevremizin (aile, dostlar) zekasına ve nihayet kendi değer yargılarımızın zekasına güvenemez olduk. Zaman zaman birçok insan, kime ya da neye güveneceklerini bilemiyor, çünkü neye gereksinim duyduklarını, ne istediklerini ve nereye doğru gittiklerini artık bilmiyorlar. Kendilerini sadece günlük hayatın alışkanlıklarına emanet etmemişler, ona boyun da eğmişler. Yiyorlar, içiyorlar, konuşuyorlar, araba kullanıyorlar, seviyorlar, ayrılıyorlar ve tekrar birleşiyorlar, bedensiz, ruhsuz, yüzeysel bir şekilde yaşıyorlar. Zira bu işin raconu böyle. Ölçüsüzlük, derin duyguların yarı ömürlü sürelerini ve olayların anlamsallığını asgariye indirmemiş, çünkü tüketim süreye ve dayanıklılığa değil, kısa vadeliliğe, yeniliğe ve sansasyona dayanmaktadır. Mademki otomobilin markası, çocukların eğlenceleri, ebeveynlerin mesleki konumları, tahta kadar ince bir bel ve desinatörlerin ellerinden çıkan giysiler yeryüzündeki mutluluğu getiriyorlar, o halde doğru bir ölçüye yönelik arayışa derhal son verip bütün bu hususlar için gerekli olan parayı temin etmeye başlayabiliriz. Peki, yaşamın sarsıcı olayları birden bire tekrar gündeme geldiklerinde ve sınırlı olduğumuzu, yaşam süremizin sonlu olduğunu, iyi bir hayata ilişkin çabalarımızın beyhude olduğunu, çünkü düşlerimizin gerçekleşmediğini bize hatırlattıklarında ne yapacağız? Tüketimsel baştan çıkartmaların balta girmemiş ormanlarında yolumuzu kaybettiğimizde ve banka hesabımızı dondurduğumuzda ne yapacağız? Yıldızlara uzanmak zorunda olduğumuza inanıp acı dolu bir düşüş yaşadığımızda ne yapacağız?

Peter Uffelman ve Tobias von der Recke ikilisi sadece yukarıda yer verdiklerimi söylemiyorlar, ne yapacağımızı da söylüyorlar: ‘Dört ana erdem – adaletli ol, akıllı ol, cesur ol, doğru ölçüyü koru – bağlamında, son halka dörtlü koşumdaki en yavaş atı tarif ediyor. Ölçmek, ölçülü olmak için kullanılan Latince kavram, yani – temperantia – acı veren bir kısıtlama, körelme ve küçülme anlamına gelmiyor. Erdemleri harekete geçiriyor ve birlikte iyi etkinlikte bulunmalarını, birbirlerini engellememelerini ve doğru zamanlamayla tüm gücü devreye sokmaya çalışıyor. Genelde her şeyden vazgeçmemiz gerekmiyor. Yeter ki, abartmayalım. Ancak pire için yorgan yakmanın gerekli olduğunu düşündüğümüzde, temel bir ilkenin çivisinin çıktığını söyleyebiliriz. Bu arada öyle insanlar varmış ki, mutlu olduklarında daha mutlu olmak istiyorlarmış – saçma! Ağzı sütten yanan, yoğurdu üfleyerek yermiş. Wilhelm Busch bu bağlamda şu dizeleri kullanıyor: ‘Hızlı gelişen filizler çabuk solarlar. Aşırı uzun ağaçlar rüzgarla kırılırlar.

Bütün bunların özeti, ana fikri, Eski Yunanlıların söylediği şey, yani; ‘Hiçbir şeyi çok fazla istememek, ölçülü olmak, doğru ölçüyü bulmak ve ona göre yaşamak.

Yapmamız gereken diğer bir şeyi, ‘Sivil İtaatsizlik’ isimli makalesiyle siyasi tarihte iz bırakan Henry David Thoreau, günümüz çevreciliğinin ve çevre koruma bilincinin daha hala başvuru kitabı niteliğini taşıyan: ‘Ben bu satırları yazdığım zaman Walden Gölü’nün kıyılarındaki bir korulukta kendi elimle inşa ettiğim bir kulübede, en yakın komşumdan bir buçuk kilometre uzakta, yalnız başıma, yaşamımı kendi emeğimin gücüyle sağlayarak yaşıyordum. Orada iki yıl yaşadım, şimdi uygarlığa geri dönmüş durumdayım’ diyerek başladığı ‘Walden’ isimli eserinde, yaşadığı bu sürecin ona kazandırdığı deneyimle söylüyor ve bize ‘sadeleşin, sadeleşin, sadeleşin’ diyor.

Zira yaşadığımız hayat, evimizdeki gardırop ya da arabamızın bagajı değil! Yaşadığımız hayatın yük olmaması için dolaplara, çekmecelere, bagajlara, bavullara tıka basa doldurduğumuz şeyleri ve yanı sıra hayatımızda gereksiz yere var olan insanları hayatımızdan çıkarmak, yani sadeleşmek, sade düşünmek, sade davranmak, sade konuşmak, sade yazmak, sade giyinmek, özetle hayatı sade yaşamak gerekir. Esasen aklımız da bize bunu emrediyor. Zira Shakespeare’in söylediği gibi ‘sadeleşmek, aklın özüdür.

Hayatı daha basit ve keyifli yaşamak için sadece sadeleşmek değil, bir de çok fazla göz önünde olmamak, ortalıkta çok fazla dolaşmamak, konuşmayı, bazı şeyleri, bazılarına anlatmayı bile onlara değer vermek, zayıflık ve hatta zaman kaybı olarak görmek gerekir.

Neden mi böyle görmek gerekir? ‘Sen yanlış bir şey söyleyene kadar kimse seni dinlemiyordur’ diyor Murphy Yasalarının bir maddesi. Hele bir söyle de gör! O söylediğinin altından üstünden senin kast etmediğin ne anlamlar çıkarırlar ve seni nasıl yargısız infaz ederler bir gör! Bir şey daha var bunları böyle görmek için. Onu da Gülten Akın söylüyor ve ‘Ah, kimselerin vakti yok / Durup ince şeyleri anlamaya’ diyor ‘İlkyaz’ isimli o güzel şiirinde. Bu kadar deneyimden sonra, bunların ve başkaca şeylerin doğruluğunu nihayet anladım da, onun için hayatı ve insanlar böyle görmek, hayata ve insanlara böyle bakmak gerekir diyorum.

Ve tevazu. Alçak gönüllülük yani. Nedir alçak gönüllülük? Adamlıkta sade olmaktır alçak gönüllülük. Makam, mevki sahibi olmak, önemli adam olmak, büyük adam olmak değildir mesele. Mesele önce adam olmaktır. Büyük değil, önemli değil, değerli olmaktır. Zira Tolstoy’un söylediği gibi; ‘Sadeliğin, iyiliğin ve doğruluğun olmadığı yerde büyüklük yoktur.’  Ne yazık ki, Necip Fazıl’ın dediği gibi ‘Bazı insanlar alçak gönüllüdür. Bazıları ise alçak olmaya gönüllüdür.’ Yüce Peygamberimiz huzuruna getirildiğinde korkudan titreyen kişiye: ‘Sakin ol, korkma, ben bir melik değilim, Kureyş’te kuru et yiyen bir kadının oğluyum’ demek suretiyle alçak gönüllülüğün en güzel örneğini vermiştir.

O halde alçak gönüllü olalım, kimseye kibirlenmeyelim, büyüklük taslamayalım, elimizdeki mevki ve makamın verdiği güçle hiç kimseye iktidar göstermeyelim. Her şey geçicidir zira. Bir gün gelir iktidar da, makam da, mevki de, para da geçer gider. Bir zamanlar, bunlara sahip olanlar aramıza dönerler ve ektiklerini biçerler. Onun için gücünü, kişiliğini iktidarından, makamından, parasından alanlardan ve en önemlisi ‘alçak olmaya gönüllü’ insanlardan uzak durmak gerekir.

Ve bir şiir. Eski Yunanlı bir bilgeye ait. Şiirin adı ‘Ölçülü Olmak’ Okuyalım;

Hiçbir şeyi çok fazla isteme / Dedi Yunanistanlı / Bilgelerden biri. / Herkese armağan edilen / Öpücüklerin değeri nedir ki? / Herkese söylenen sözlerin / Değeri peki? / – Seni seviyorum – / Demek insanlara, / Kaç kez mümkündür, / Kaç kere tekrarlamak, / Yıpranmasına yol açmadan? / Dikkat edin! / Zira her defasında / Sevgi bölünür, / Geriye kalan azalır. / Öpücükleri, kelimeleri, kucaklamaları / İsraf etmeyin çok sayıda insana / Yoksa bunu hak edenler / İçin ne kalır elinizde? / Değerli olan, / Güzel olandır yalnız. / Eşsiz olan. / Herkesin sahip olmadığı / Veya elde edemediği yani. / İnanın bana. Ben / Öyküler anlatırım. / Bana güvenebilirsiniz.’