Bugün, 6 Ağustos 2015, Nuh Köklü cinayetinin, nam-ı diğer “Kartopu Davası”nın ilk duruşması görüldü. Toplumsal anlamda son derece önem teşkil eden, adanmış bir dava olduğundan izlemek, takip etmek hem vatandaş hem de bir hukuk insanı olarak ödevdir, diye düşündüğümüzden biz de oradaydık.

Tahmin edileceği üzere, duruşma salonunun önü hınca hınç doluydu. Sevgili Nuh’un yakınları, sevenleri, çok sayıda avukat, siyasi şahsiyet ve adalet arayan duyarlı nice kişi duruşma salonunun önünde bir araya gelmişti. Gergin, üzgün ve meraklı bir bekleyişteydi herkes.

Elbette oradaki insanların tamamı salona girmek ve duruşmayı izlemek isterdi, fakat fiziki koşullar buna elvermedi maalesef. Özetle, taraflar dışında Nuh’un yakınları, avukatlar ve basın salona alındı. Nihayet duruşma başladı.

Ayrıntıya girmek pek mümkün değil elbette. Zira 3 saati aşkın süren bir duruşmaydı. Olaya şahit kişi sayısı gereği, çok sayıda müşteki ve avukat vardı. Her biri ayrı ayrı dinlendi. O korkunç anlar tekrar tekrar yaşandı, tüyler ürperdi, öfkeler kabardı, gözler doldu, lanet edildi, hayret edildi..

Her nefret cinayetinde olduğu gibi..

En çok dikkatimi çeken ve duyduklarıma rağmen yine de beni şaşırtan şey; sanığın duruşma salonuna girerken yüzündeki ifadeden tutun da, sorgu esnasındaki ses tonuna, verdiği cevaplara kadar her halinden okunan “pervasızlık”tı. Arkamda Nuh’un annesi, kardeşi, akrabaları sıralanmıştı ve duruşma boyunca o sessiz hıçkırıklar hiç dinmedi. Nasıl dinebilirdi ki.. Önlerinde, canlarını, oğullarını, kardeşlerini, emek emek büyüttüklerini, gurur duyduklarını, daha nice yaşlarını göreceklerini hunharca öldüren, yok eden kişi duruyordu. Herkes o yok olma anını anlatıyordu oturarak, kalkarak, krokilerle göstererek, hatırlamaya çalışarak, yutkunarak, boğazlarında düğümlerle. Ve fakat tüm bunlara sebep olan adam orada pervasızca, o tuhaf ve ürkütücü özgüvenle öylece duruyordu..

Ben bıçaklamadım, o bıçağın üstüne düştü, diyordu. Sorulan sorulara cevaben hatırlamıyorum diyordu. Esnafım ben, çocuğum var ne işim olur bunlarla diyordu. Ağzından çıkan her kelime birbiriyle çelişiyordu. Tekliyordu. Yalan söylüyordu. Belli ki kendi sözlerine kendi de inanmıyordu..

Akıldan geçen her düşüncenin ve ağızdan çıkan her kelimenin bir enerjisi var bu evrende. Sanık konuşurken, salondaki başlar yere sıkça eğiliyor ve iki yana sallanıyordu ağzın kenarında yarım bir gülüşle. Salon tepeleme sıkılmıştı, gerilmişti, kötü enerjiyle dolmuştu ve sanık adına utanıyordu..

Sonra aynı korkunç anları müşteki-tanıklar anlatmaya başladığı anda, gerçek ve samimi olanın enerjisi patladı salonda. İşte o zaman tüyleri diken diken oldu salonun. Çünkü duyduğu yahut gördüğü şey, ancak gerçekten kalbine dokunduğunda tüyleri diken diken olur insanın. İşte kalbin o en derinindeki, dokunulduğunda tüyleri diken diken eden şeye “vicdan” denir..

Sanık dışında herkesin anlattığına göre; o eski esnaf-şimdiki sanık, olaydan sonra Nuh’un kalbine sapladığı kanlı bıçağı sokaktan geçen insanlara sallayarak ve halen küfrederek ve halen tehdit ederek dükkanına dönmüştü. Ellerini yıkamıştı. Bıçağı bir bezle Nuh’un kanından temizlemişti. Sonra birini aradı. Arkasında olduğunu bildiği, güvendiği birini. Gülümseyerek konuştu, kapattı ve dışarda şok içinde kendisine bakan insanlara baktı, gülümsemeye devam etti. Ve sonra küfür ve tehditlerine de..

Sonra sanığın abisi Başbakan’a bir mektup yazdı. Bugün tüm sosyal medyada dolandı o mektup. Şaka olsun bu lütfen, diye yorumladı vicdan sahipleri. Okumadıysanız okuyun lütfen. Bu ayrıntıyı belirtmeden geçemezdim. Yorumu vicdanınıza bırakıyorum.

Çünkü biliyorum ki, gerçek adalet vicdanlardadır.

Nuh ve arkadaşları, Gezi’den sonra oluşan “Yel değirmeni Dayanışması”nın üyeleriydiler. Çok güzel projeler yapıyor, bu projeleri hayata geçirmeye çalışıyorlardı. Küçük çocuklar için takım kuruyor ve bunun için esnaftan yardım topluyorlardı mesela. Tüm esnaf tanıyordu onları. Küçük esnafı kalkındıralım, onlardan alışveriş yapalım, diyorlardı mesela ve bu fikri yaymak için karşılıksız emek harcıyorlardı. Esnaf da destekliyordu onları, fakat desteklemeyeni de varmış demek ki içten içe..

Böylesine insani duygularla yola çıkan insanları sevmemeyi anlayamam, bunu anlamam mümkün değil.

O çocuklar gerçekten kartopu oynuyordu..

Kartopu ya.. Kartopu oynuyorlardı..

Kartopu  beyaz, bembeyaz, çocuklukla, saflıkla, temizlikle, gülmekle ilgili bir şey..

En azından şunu biliyorum; kartopu oynayan insanlar kötü olamazlar..

O beyaz, gülmekle ilgili, temiz şey; şimdiki esnaf-sanığın camına isabet etti.

Bence bütün talihsizlik, işte bu iyiyle kötünün çarpışmasından ibaretti.

Dünyanın kaderi gibi..

Ama bizler biliyoruz ki, her talihsizliğin ardında bir iyilik vardır. Her şerrin ardında bir hayır..

Bir “iyi” gider, yerine bin “iyi” gelir.

Ama sizin içiniz rahat olsun; adalet için savaşan çok güzel insanlar vardı bugün o salonda.

Ama sizin hiç şüpheniz olmasın; “Kartopu Büyüyor”..


(Bu köşe yazısı, sayın Av. Tuba TORUN tarafından www.hukukihaber.net sitesinde yayınlanması için kaleme alınmıştır. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısının tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan köşe yazısının bir bölümü, aktif link verilerek kullanılabilir. Yazarı ve kaynağı gösterilmeden kısmen ya da tamamen yayınlanması şahsi haklara ve fikri haklara aykırılık teşkil eder.)