Hani diyorlar ya; “özgür basın istiyoruz”, biz de “özgür yargı istiyoruz”.

Bu özgürlük; yargının siyaset üstü olması demek olup, yargının keyfi hareket etmesi ve “hukukilik denetimi” yetkisinin ötesine geçmesi anlamını taşımaz.

Bu son gerekçeden hareketle, Türk yargısının kontrol altında tutulmasını, aksi halde “jüristokrasi” olarak adlandırılan “yargı yönetimi” somut tehlikesini ortaya çıkacağını ve bunun da “sivil demokrasi” için ciddi tehdit oluşturacağını savunanları görmekteyiz.

Bu tip bu bahaneyi gerekçe sayıp, “kuvvetler ayrılığı” ilkesinin özüne müdahale etmek suretiyle “bağlı yargı” anlayışını savunmak en hafif nitelendirme ile mantık dışıdır.

Bağımsız ve tarafsız yargının olmadığı halde yargı; özgürlük olmaz, hukuk güvenliği hakkı sözde kalır, baskı ve korku yeşerir, yani nefes alınamaz, bahçede gül de bitmez.

Bu konuda yargı mensuplarına çok iş düşüyor. Bizler vatan kurtarıcılığa soyunamayız. Vatanı kurtarmak, nihayetinde her Türk vatandaşının yaşama nedenlerinden birisi ve ödevidir. Bu sonuca; sahip olduğumuz hak ve yetkiler ile üstlendiğimiz sorumlulukları yerine getirdiğimizde doğal olarak ulaşılacaktır. Bunun için; niyet okuyuculuğuna, başkalarının yetkisine müdahale edilmesine, hukukun evrensel ilke ve esaslarından şu veya bu şekilde sapılmasına gerek yoktur.

Kimsenin yargıyı ve yargı mensuplarını kötülemesine izin vermeyelim. Yalnızca yargı mensuplarına yüklenemeyecek gerekçelerle, yargıya güven sorununun yaşandığı bir gerçektir. Yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığını kağıt üzerinde bırakan, kanunları sabahtan akşama değiştiren, bu nedenle istikrarlı ve disiplinli bir uygulamayı sürdüremeyen yargı mensupları değildir.

İnsanlar; güvenebilecekleri, adliye kapılarında sürünmeyecekleri ve özgür bir yargı istiyor. Bunu dillendiremese ve bir ekonomi sorunu gibi gündeme taşıyamasa da, demokrasi ve hukuk, sonuçta da ekonomi ve üretim için olması ve korunması hukuk güvenliği hakkıdır. Bu hak; su, nefes, toprak ve ekmek gibi bir ihtiyaçtır.

Hukuk düzeni, hukukun evrensel ilke ve esasları çerçevesinde düzenlenen kanunlar ve dürüst uygulama ile sağlanabilir. Amaç maddi hakikate ve adalete ulaşmaktır. Ancak bir maddi hakikat vardır, bir de ona ulaşmanın hukuka uygun yolları. Hangisini feda etmek gerekir veya denge nasıl sağlanır? Hep hukuk mu diyelim, yoksa maddi hakikate ve adalete ulaşılması amacıyla ne pahasına olursa olsun usulü feda mı edelim? Bu yolda ve bu uğurda “ateş olmayan yerden duman çıkmaz” diyerek iddianın vicdani kanaati ikna etmesi yeterli görülmeli mi? “Sanık hakları da neymiş, bu haklar bize uymaz, burası Avrupa değil” mi diyelim?

Kısacası; “hukuk devleti” ilkesinden vazgeçelim mi, yoksa ona sonuna kadar sahip çıkıp, bu ilke çerçevesinde de maddi hakikate ve adalete ulaşılabileceği gerçeğine mi odaklanalım? Takdir ve değerlendirme sizin. Ya olduğumuz gibi görünmek ya da göründüğümüz gibi olmak zorundayız. Bu iş böyle gitmez ve güneş balçıkla da sıvanmaz.

Benim tercihim; hukuka aykırılıkların üzerini örtmek, maddi hakikate ve adalete ulaşma yolunu kapatmak değildir. Ancak tercihim, hukukun evrensel ilke ve esasları ışığında çıkarılan kanunlar ve uygulamadan yanadır. Bunun için, gerçek anlamda bağımsız ve tarafsız yargıya ihtiyaç vardır. Yargının yetkisinin kötüye kullanacağı endişesi ile yargı üzerinde kurulacak bir denetim mekanizması; benimsenmesi mümkün olmayan, “bağlı yargı” kavramını ön plana çıkaran ve “kuvvetler ayrılığı” prensibi açısından reddi gereken bir düşüncedir. Yargıya güvenilemeyeceği gibi tuhaf bir gerekçe ile kişi ve olayların yargı denetimi dışına çıkarılması veya yargının denetim baskısı altına alınması kabul edilemez.


(Bu köşe yazısı, sayın Prof. Dr. Ersan ŞEN tarafından www.hukukihaber.net sitesinde yayınlanması için kaleme alınmıştır. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısının tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan köşe yazısının bir bölümü, aktif link verilerek kullanılabilir. Yazarı ve kaynağı gösterilmeden kısmen ya da tamamen yayınlanması şahsi haklara ve fikri haklara aykırılık teşkil eder.)