1935 doğumlu İlhan Cavcav'ın un fabrikası, entegre sentetik çuval fabrikası, gibi çeşitli sektörlerde faaliyet gösteren şirketleri bulunuyordu. Ankara Hamamönü'nde doğan Cavcav'ın babası Haşim Bey, 1910'lu yıllarda Priştine'den Türkiye'ye göç etmiş bir ailenin çocuğudur. Aile İstanbul, Adana gibi şehirlerde bir süre kaldıktan sonra Ankara'ya yerleşip aile mesleği olacak fırıncılık ve değirmencilik yapmaya başlamıştır.

Haşim Bey’in ikinci eşi Kayseri eşrafından Lütfiye Hanım'dan ilk çocuğu olan Cavcav'ın çocukluğu Mamak'ın Boğaziçi Mahallesi'nde geçti. Eğitim yaşamına Ankara 10. Yıl İlkokulu'nda başlayan Cavcav, öğrencilik yılları boyunca bir yandan da babasının işlettiği değirmende çalıştı.

İlkokuldan sonra Gençlerbirliği'nin kurulduğu Ankara Atatürk Lisesi'nde eğitimine devam eden Cavcav, ailesinin artan işleri nedeniyle ortaokuldan sonra eğitimine son verip, 14 yaşında aile şirketinin veznesinde ve sonrasında şirket muhasebesinde çalışmaya başladı.

Ailesinde Tayyar Cavcav ve Cevat Muratal gibi birçok profesyonel futbolcu bulunan İlhan Cavcav'ın futbol yaşamı, Mamak Maskespor için çalışan Cici Necdet'in dikkatini çekmesiyle başladı.

Bahçeli'deki ilk maçını PTT'ye karşı oynayacak olan Cavcav, eski takımı PTT karşısında duygusal davranabileceği gerekçesiyle oynatılmadığı için futbolu bıraktı.

Cavcav, 16 yaşındayken Maskespor kadrosuna katıldı. İlhan Cavcav, 19 yaşında PTT'de oynarken kendisine profesyonelliğe geçiş sözleşmesi teklif edilse de, fabrikadaki işleri nedeniyle sözleşmeyi kabul etmedi ve amatör futbolcu olarak oynayabileceği Bahçeli Gençlik Spor'a gitti.

1978 YILINDA KULÜP BAŞKANI OLDU

Futbolu bıraktığı 1950'li yıllardan 1970'lere kadar iş yaşamında yoğun bir çalışma hayatı olan Cavcav, 1960 yılında, aile şirketinden ayrılarak tek başına ticaret hayatına atıldı.

1967'de Konya asfaltı üstündeki Ankara Un Sanayi'nin bulunduğu arsayı satın alarak halen başında olduğu un fabrikasını kurdu. Bunun sayesinde Ankara'nın büyük sanayicileri arasına girdi. 1975'te, ailesinin eski mahallesinin takımı olan Hacettepe'nin başkanı oldu.

Ancak Hacettepe'nin düşüşünü engelleyemeyince görevinden istifa etti. Cavcav bu kez 1977 yılında Yahya Demirel Gençlerbirliği başkanıyken, kulübün yönetim kuruluna girerek 1978'de kulüp başkanı oldu. Dönemin yöneticileriyle anlaşmazlığa düşen Cavcav, başkanlığa kısa bir süre ara verdi.

1981 yılında anlaşmazlıkların çözülmesiyle takıma başkan olduğunda Gençlerbirliği 3. Lig'e düşmek üzereydi. 2. ve 3. liglerin birleştirilmesini futbol yöneticilerine kabul ettiren Cavcav, böylelikle Gençlerbirliği'nin tekrar 2. Lig'e dönmesini sağladı.

Bir sezon sonra 1. Lig'e yükselen Gençlerbirliği, 1988 yılından beri Türkiye Birinci Ligi'nin süreklilik açısından en başarılı 5. takımı oldu. Bu sürede 2 kez Türkiye Kupası'nı kazanma başarısı gösteren Gençlerbirliği, modern tesislere sahip olan bir futbol kulübü haline geldi.

UCUZA ALIP BÜYÜKLERE SATTI

İlhan Cavcav'ın çok ucuza aldığı genç ve yetenekli futbolcuları diğer kulüplere yüksek meblağlara satma politikası kulübün bütçesini oluşturmuş, kasasını doldurmuş ve Gençlerbirliği'ni hiç kimseye borcu olmayan bir kulüp haline getirmiştir.

Yerli statüsündeki futbolcular için tartışmalar sürerken yabancı futbolcu alım-satım işinde pergelin ucu Arjantin’den İzlanda’ya kadar açılmıştı. Fakat bu ülkelerin hiçbiri Cavcav’ın gönlünde Afrika kadar yer etmedi. Gençlerbirliği ve İlhan Cavcav, 1993 yılında Güney Afrika’dan transfer edilen Kona, Moshoeu ve Khuse üçlüsüyle büyük sükse yapmıştı.

Fenerbahçe’nin Kona ve Moshoeu ile Rıdvan Dilmen ve Tanju Çolak’ı takas teklifini “Biz yetişmiş büyüğü almak değil, yetişip büyük olacaklara kapı açmak iddiasındayız. Bizim işimiz gençlerle, isimsizlerle…” diyerek geri çevirmiş, ardından “Kona ve Moshoeu, 100 milyar dolar veren herkes için satılıktır” açıklamasını yapmıştı. Günün sonunda Cavcav bu futbolculardan beklediği parayı kazanamadı. Aksi gibi bir de Türkiye’deki kulüplere istemeye istemeye yol göstermişti.

Bir bakkal açılır, onun iyi iş yaptığını gören hemen yanına bir başka bakkal açar, her ikisi de rekabet edip batar!” Cavcav, Afrika’daki kaynağının kurumasını böyle anlatıyor. “Afrika’dan 100 bin dolara aldığımız adamlar için 1 milyon dolar teklif eden takımlar ortaya çıkınca, bizim verdiğimiz parayı beğenmez oldular ve o kapı kapanıverdi. İnan o paraya Güney Afrika’da bir takımı, hem de tüm oyuncularıyla alırsın!”



Başkan her ne kadar “Kapandı” dese de Zaire, Nijerya, Zimbabve gibi ülkeleri gezerek Afrika’dan futbolcu getirmeye devam etti. Her transfer döneminin başında tek amaçlarının, talibi olan futbolcuları satıp yarı fiyatına yenilerini almak olduğunu söyledi. Tabii ki hiçbiri yine bir transfer döneminde hızını alamayıp söylediği “Kulübün menfaatleri için istesinler, kendimi bile satarım” cümlesi kadar etkili değildi. Hatta değerini de 20 milyon dolar olarak biçmişti!

1990’ların ortalarında Gençlerbirliği’nin çarkı, adı duyulmamış kulüplerden meçhul adamlar getirilip kısa sürelerde yıldıza dönüştürülerek, her yıl birkaç yıldızdan çuvalla döviz kazanılarak dönmeye devam etti. Buna rağmen takım budanmış yediveren gibi açıyordu.

Transfer konusundaki başarısının sırrı, baba mesleğinden kalmaydı. “Benim işim un. Futbolcuyu buğday seçer gibi seçerim. Mahalle maçlarını bile izlerim. 17 çocuklu bir ailenin çocuğu olarak kıt kaynakları değerlendirmeyi bilirim.” 80 yaşındaki başkanın söylediklerini doğrulayacak onlarca yaşanmışlığı var ancak kıt kaynakları kullanma konusunda Geremi transferinden daha iyi bir örnek gösterilemez!

Kamerunlu orta saha oyuncusu, Paraguay’ın Cerro Porteno kulübünden 150 bin dolara alınmış, Gençlerbirliği’nde oynadığı iki yıl boyunca taliplerini sıraya dizmişti. En iyi müşterileri teklif vermek için birbiriyle yarışırken Cavcav, Madrid’de bir görüşmedeydi: “Oraya giderken ‘5 milyon dolar isterim’ demiştim. ‘Gel görüşelim’ dediler, gittim. Beni bir restorana götürdüler. Yemek gelecek diye beklerken masaya tekerlekli bir dana geldi! Şaşırdım ama bozuntuya vermedim. Yemeğe başlayınca ‘2 milyon dolar’ dediler.

Kulüpte görev aldığı dönemden kovulana kadar yaşadıklarını anlatan antrenörlerden bir başkası da onunla aynı fikirde. “Bir günde yaklaşık 100 telefon görüşmesi yapar, kimin ne söylediğini, kime kulak vereceğini bilemezsiniz; yardımcılarınızı ayrı, sizi ayrı sorguya alır, çelişemezsiniz; önerdiği hiçbir şeyi kafadan reddedemezsiniz; futbolcular, basın, taraftar ve camia dörtlüsünden biri bile hakkınızda olumsuz düşünürse maç kaybetmeniz beklenmeden gönderilirsiniz!”