Bardaktan boşanırcasına yağan bir yağmur… Gün batımı ile şehrin üzerine çöken karanlık… Bu karanlığa inat yanan şehir ışıkları ve yüreklere korku salan, mütemadiyen çakan şimşek gürültülerinin aydınlığı… Nereye yetişmek istedikleri belli olmayan direksiyon başındakilerin çıkardığı korna sesleri… Birbirine yabancı, yan yana yürüyen binlerce insan… Her köşesinde ayrı bir tuzak kurulu, avını bekleyen sokaklar… Koşarcasına atılan adımlar sonucu yorgun ayaklar… Şehrin gürültüsünde ve sağanak altında kalbinin atış seslerini duyan bir çift kulak… Sağanak deryasının altında benliğine ve yaşadığı dünyaya yabancı terli bir vücut… Beş on adımda bir ardında bıraktığı yollara, geçmişine bakar gibi telaşla, pişmanlıkla, kızgınlıkla ve sorgulayan gözlerle kaçamak bakışlar fırlatan bir çift pencere… Sanki o anda yürümeyi bıraksa, olduğu yerde dursa ve arkasına dönüp baksa bir daha yürüyemeyecek, oraya kök salıp kalacak. Olağan bir kaçış değildi onun ki. Geçmişinden, eylemlerinden, hatıralarından kaçış… İnsanlardan, vicdanından, düşüncelerinden ve belki de kendinden kaçış…  

Nasırlaşmış ve kirli ellerini, koyduğu yerde durup durmadıklarını kontrol edercesine pantolonunun cebine soktu. Paralar yerindeydi. Ancak yağan şiddetli yağmurun pantolonunu ıslatmasıyla cebindeki paralar da ıslanmıştı. Az önce kılık kıyafetinden ve arabasından oldukça zengin biri olduğu anlaşılan bir beyefendinin yolunu kesmiş, cüzdanındaki tüm paraları istemişti. Bu paralar biraz önce zengin beyefendinin cüzdanında kuru bir halde duruyor iken şimdi kendi cebinde ıslak bir haldeydi. Para el değiştirmiş, biraz da ıslanmıştı. Değişen tek şey buydu. Beyefendi nasıl olsa zengindi. Bu paraya ihtiyacı yoktu. Güzel bir arabası, boyalı ayakkabıları, fiyakalı bir takımı, başını sokacağı bir evi vardı. Oysa kendisinin neyi vardı? Şu dünyada bu yaşına dek gün yüzü görmemiş, sıcak bir yuvaya sahip olmamış, güzel kıyafetler giyememişti. Karnı çoğu zaman aç gezerdi. Bu parayı sonuna kadar hak ediyordu.  Zaten dünya zalimdi. Eşitlik denen bir şeyin hiç var olmadığının, asırlar boyunca türlü adlar altında isim değiştirdiğinin ve pazarlandığının bilincindeydi. İnsanlar kötüydü. Kendi elindekini bitirmeden başkasının elindekine göz dikiyordu. Kimsenin birbirini dinlemeye vakti yoktu. Kendinin derdi bir başkasının umurunda bile değildi. Yapacak başka bir şeyi, bir çaresi yoktu. Bir şekilde sancılı bir doğumla içine doğmuş bulunduğu bu hayat, gözlerini açtığı ilk andan itibaren onu esaret altına almış ve yaşamaya mahkûm etmişti. Doğduğu andan itibaren asla özgür değildi ve bundan sonra da istese de öyle ya da böyle bir sebeple asla özgür olmayacaktı. Ailesi, okulu, arkadaşları, çevresi, yaşadığı şu toplum onu görünmez zincirlerle esir etmişti. Düşünceleri, vicdanı, birgün gerçekleşeceklerine ihtimal dahi vermediği hayalleri onu esaret altında tutuyordu. Sağanak altında yürüdüğü bu ana dek geçtiği yollar, kurduğu arkadaşlıklar, yaşadığı çevre onu bugün, bu karanlıkta, bu şekilde yürümeye mahkûm etmişti. Çaldığı paraların tek suçlusu o değildi. Bütün bir toplum, tek tek her bir birey bu suçun failiydi. Sağanak altında, koşar adımlarla, terli vücuduyla ve telaş içinde yürürken bunları düşünüyor, o esnada karşı koyamadığı bu düşüncelerin esaretini ve düşüncelerine mahkumiyetini iliklerine kadar hissediyordu. Ancak bir şey daha hissediyordu ki, bu hissi, altında yürüdüğü, vücudunu parçalarcasına yağan damlaların dahi temizleyebileceğini sanmıyordu: Kirlenmiş hissediyordu.   

Bir müddet sonra yağmur dindi. Yağan yağmur sokakları kirden, tozdan temizlese de vicdanlara, kalplere ulaşamamış, asıl temizlenmesi gereken yerler pis kalmıştı. Beyefendinin cüzdanından çıkarak kendi cebine giren ve yağmurun etkisiyle ıslanan paranın başkaca bir değişiklik yapmadığını zannetse de, bu para yoksul ama temiz ruhunu kirletmiş, onu vicdanına mahkum etmişti. Islak paralara nefretle baktı ve bir çırpıda paraları yırtarak bir köşeye fırlattı. Adımlarını yavaşlattı. Derin bir iç çekti. Sokağın köşesini döndü ve uzaklaştı.     

Her birimiz iflah olmayan azılı suçlularız. Doğumla birlikte belli bir çevrede yaşamaya mahkûm olarak dünyaya geliriz. Özgür olduğumuzu zannederiz. Oysa bunun bir illüzyon olduğunun, hayatımızın her safhasında birşeylerin esareti altında ve o şeylere görünmez zincirlerle bağlı olduğumuzun farkına dahi varmayız. Sürekli bir koşturmaca içinde zaman zaman mutlu, zaman zaman da kederli oluruz. Her bir ferdin şu an içinde bulunduğu durumda olması asla alelade bir rastlantı değildir. Her bir birey içinde bulunduğu toplumun, ailesinin, arkadaşlarının ve yaşadığı çağın geleneksel düşüncelerinin esiri olmaya mahkumdur. Bu mahkûmiyet içte ve dışta olmak üzere iki türlüdür. Düşünce, vicdan, gurur ve bir bütün olarak benlik insanın içerdeki mahkumiyetidir. Bu esaretin görünmez zincirleri öyle sağlamdır ki, dışardaki mahkumiyetten bin kat daha güçlüdür ve kolay kolay koparılamaz. Aile, okul, arkadaş, yaşanılan zaman dilimi ve bir bütün halinde toplum ise insanın dışardaki mahkumiyetidir. İçerdeki mahkumiyete kıyasla dışardaki mahkumiyetin zincirleri zor da olsa kırılabilir nispettedir. Her ne olursa olsun hayatın kendisi başlı başına bir mahkûmiyet, her insan da etrafı türlü görünmez zincirlerle çevrili azılı bir faildir. 

Arthur Schopenhauer “Hayatın Anlamı” adlı eserinde; “Eğer hayatınız boyunca size kılavuzluk edecek ve hiç yoldan sapmaksızın hayatı her zaman doğru ışık içinde görmenizi sağlayacak güvenilir bir pusula olsun istiyorsanız kendinizi bu dünyayı bir mahkumiyet ve infaz yeri, dolayısıyla bir ceza sömürgesi olarak, deyiş yerindeyse, nitekim en eski filozoflar tarafından da kullanıldığı üzere bir hapishane olarak görmeye alıştırmaktan daha uygun bir şey yoktur.” diyerek hayatın başlı başına bir mahkumiyet olduğunu ifade etmiştir. (Toplu Eserleri 1- Yason Yayıncılık)

Kimisi dizginleyemediği yemek hırsının esiri ve midesinin mahkumudur. Kimi gem vuramadığı düşüncelerinin esareti altında inim inim inlemektedir. Kimisi yaşadığı çağdan nefret eder de bu çağa mahkûmdur. Aşık sevgisinin esiri, kindar nefretinin esiridir. Kimisi sahip olduğu eşyanın esiri, kimisi de hükmünün geçmediği zamanın mahkumudur. Kimi aydınlık zihni ve karanlık kalbinin mahkûmu, kimisi de namusları kirleten gizli şehvetinin esiridir. Her ne olursa olsun her birimiz tek başına kendi işlediğimiz suçların asli faili, bir diğerinin işlediği suçun ise iştirakçisiyiz.

Buraya kadar anlattıklarımızın asıl amacını izah etmek adına özetle şu hususlara değinmek gerekmektedir: Günümüze kadar yapılan araştırmalar suçun salt hukuki bir olgu olmadığını, sosyolojik, biyolojik ve psikolojik açıdan birçok yönünün olduğunu ortaya koymuştur. “Gerçekten suç hukuki bir olay olduğu kadar sosyolojik ve kriminolojik bir olaydır.” (Suçun Unsurları- Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yayınları- Prof. Dr. Uğur Alacakaptan) “Genel anlamda suç, sosyolojik bakış açısına göre sosyal ortamın bir ürünüdür.” (Sosyo-Kültürel Yapı ve Suç Olgusu Arasındaki İlişki: Malatya İli Örneği, Arzu YILDIRIM, KMÜ Sosyal ve Ekonomik Araştırmalar Dergisi) “Kısaca sosyolojik bakış açısında hasta olan toplumdur.” (İçli, 2004:77) Bu anlamda yaşanılan toplum içinde her bir birey meydana gelen suçlar sebebiyle bir anlamda sorumluluk sahibidir. Bu bakış açısından hareketle toplumda işlenen suçların tek failleri bizzat eylemi gerçekleştiren şahıslar olarak görülmemeli, suç işleyenlerin işlediği fiili meydana getirene kadar ki hayatları psikolojik ve toplumsal açıdan iyi irdelenmeli ve bu sayede şahsı suça iten nedenler saptanmalıdır. Sosyolojik bir olgu da olan suçun en aza indirgenmesi adına toplumda meydana gelen her bir suçtan şahıs olarak toplumu oluşturan bireylerin de sorumlu olduğu kabul edilmelidir. Suç ile mücadele etmek adına bu hususların göz ardı edilmesi halinde toplum suç üretmeye devam edecek, suç işleyenler yargı mekanizması aracılığıyla cezalandırılsa dâhi suç, üremeye devam edecektir. Cezaevinden çıkan birçok mahkûmun hayatlarının sonraki zaman dilimlerinde ıslah olmayarak suç işlemeye devam etmeleri suçların önlenemediğini, şahsa salt ceza vermek ile bozulan kamu düzeninin tam manasıyla eski haline getirilemediğini, bu anlamda yargılamaların yalnızca suçlunun cezalandırılmasına hizmet eden ceza verme mekanizmasından ibaret kaldığını gözler önüne sermektedir. İşlenen her bir suç ile bozulan kamu düzenini yeniden tesis etmek, suç işleyeni ıslah etmek ve bu vesileyle toplumdaki suç oranını azaltmak adına yukarıda belirtilen hususlar etraflıca araştırılması gerekli hususlardandır.

Sonuç olarak; suçun çok boyutlu bir kavram olduğu, faili suça iten nedenlerin çeşitlilik gösterdiği, suç oranlarının azaltılması ve kamu düzeninin tam manasıyla tesis edilmesi adına suçun salt hukuki bir kavram olarak görülmemesi gerektiği akıllardan çıkarılmamalı, her bir suç sosyolojik açıdan titizlikle incelenmelidir. Ancak bu sayede kişiyi suça iten nedenler saptanarak bu nedenler ortadan kaldırabilecek, işlenen her suçtan kendisini de sorumlu hisseden bireylerin çabaları ile zamanla içinde bulunduğumuz toplumdaki suç sayıları azalacaktır.    

Av. Mehmet ÇAKIR