Bu Ülke, 1915 Çanakkale Savaşı’nda sayısız evladını kaybetti. 19 Mayıs 1919’da başlayan Kurtuluş Savaşı ile başlayan zafer sonrasında Türkiye Cumhuriyeti kuruldu. Savaş yorgunu, birçok nitelikli insanını kaybetmiş, emperyalist ülkelere karşı vatan topraklarını kanları ve canları pahasına savunan Türk Milleti; ırk farkı gözetmeksizin, eşit hak ve hürriyetlere sahip olarak, birlik ve beraberlik içinde yaşamaya söz verdi. Bu sözü veren Türk Milleti; sınırları en az bugünün toprakları olan Ülke üzerinde demokratik, laik ve sosyal hukuk devletini toplumsal mutabakatla tesis etti.

1920’de Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni kuran ve 1923’de Cumhuriyeti ilan eden Türk Milleti; bugüne kadar birçok sorun yaşadı, demokrasi ve hukukta yaşadığı sorunlar ise çok büyüktü. Hala bu kavramların özü benimsenemedi. Hukukun evrensel ilke ve esasları henüz özümsenemedi. Gerçek demokrasi ve hukuk bir türlü kalıcı kılınamadı. Siyasi istikrarsızlık ve hukuk güvenliği hakkının zayıflığı bu Ülkenin kaderi oldu. Belki alınması gereken yol var, kalıcı demokrasi ve hukuk için çalışıp uğraşmaya devam etmek lazım. Evet bu bir gerçek ve bu gerçeğe kimse gözlerini kapatamaz. Bu gerçeğin mağdurları Türkiye Cumhuriyeti’nin insanları olmuştur.

Yaşanan tüm olumsuzluklara rağmen kimse bu Ülkeyi kötüleyemez. Bu Ülkeye ve insanlarına zarar verme hakkını kendisinde göremez. Türk Milleti; demokrasi ve hukuka sırtını dönmeyeceği gibi, bu kavramlardan vazgeçmemek adına tüm olumsuzluklara karşı uğraş vermeye devam edecektir.

Ancak Türk Milleti şu an çok farklı bir sorunu tecrübe etmektedir. O da; karşısına çıkarılan “öz yönetim”, “özerklik” gibi Türkiye Cumhuriyeti’nin üniter yapısını, bölünmez bütünlüğünü tehdit eden kalkışmalardır. Bu kalkışmalarda, terör örgütünün kurtarılmış bölgeler ilan ederek kendisine göre bu bölgelere ve Devlete talip olduğu, insanların can ve mal güvenliklerinin tehlikeye düşürüldüğü tartışmasızdır. Mesele; kişi hak ve hürriyetleri değil, Türkiye’yi parçalamaktır. Bunu görüp anlamak için özel yeteneğe sahip olmaya gerek bulunmamaktadır. Anlaşılan o ki, görünmez veya sihirli bir el dokunmadıkça terör eylemleri can acıtmaya devam edecektir. Sabırla ve kararlılıkla, “hukuk devleti” ilkesinden sapmadan, ancak disiplinli kolluk tedbirleri almak ve istihbaratı bir kaynakta toplayıp paylaşmak suretiyle terör sorununun çözümüne odaklanmak gerekmektedir.

Ülkelerinde güvenliği kaybeden, hayatlarını sürdüremeyen, bu sebeple doğup büyüdüğü toprakları terk etmek zorunda kalan insanların dramı ortadadır. Kaos, iç savaş ve anarşik hareketler, bir hukuk düzeninin kabul edemeyeceği durumlardır.

Türkiye Cumhuriyeti bir an önce terör belasından kurtulmalı, ırkı ve mensubiyeti ne olursa olsun her Türk vatandaşı Ülkesinin her yerine seyahat edebilmeli, iş ve yatırım yapabilmelidir. Bu güvenlik sağlanmadıkça, ırk esasına dayalı farklılıklar derinleştikçe, bir Türk vatandaşı can ve mal güvenliğine sahip olduğu inancı ile Ülkesinin herhangi bir yerine gidip yatırım yapamadıkça veya yatırım yapması engellendikçe, hukuk ve düzenin varlığından bahsedilemez. 

Devlet olmak ayrı bir meziyettir; düzendir, keyfilikten uzak kalmak, hukuka bağlı olmak, hukuku ihlal edenlerin karşısında durmak, suçu önlemek, suçu işleyeni adalet önüne çıkarmaktır. Devlette; yürürlükte bulunan hukuk kuralları uygulanır, sabahtan akşama kural ve uygulamalar değişmez, bir disiplin, istikrar ve güven vardır. Devlette, kişiye bağlı değişkenlik olmaz.
Sonuç olarak; Vatan toprağı kutsaldır, terk edilemez, kaybedilemez. “Çözüm Süreci” adlı projenin yol açtığı en önemli sorun, bu sırada oluşan yumuşamadan cesaret bulan terör örgütü mensuplarının kurtarılmış, yani asker, polis ve yargının girmediği veya göremediği özel ve dokunulmaz alanlar oluşturması, şimdi de bu yerlerin kontrolünü tümüyle eline almak istemesinden kaynaklanmaktadır. Şimdi bu yerleri şehit vererek kurtarıyoruz. Gel de yanma.

Bölücü terör örgütünün nihai amacı ne olabilirdi ki, kişi hak ve hürriyetlerinin iyileştirilmesini sağlamak mı, yoksa yalnızca Kürt kimliğinin tanınmasını mı sağlamak? Elbette hayır. Nihai hedefleri, Türkiye’nin bir bölümünü kontroller altına alıp, hükmetmektir. Üç maymunu oynamaya gerek yok, bu nihai hedefi anlamak için üstün bir zekaya da ihtiyaç duyulmamaktadır. Şimdi mesele, dış ve maalesef iç destekli bölücü yapılanmanın etkisiz hale getirilmesidir.

Bu tespit ve açıklamalar ışığında; terör eylemlerinin zirve yaptığı, Ülkenin bölünmesi yönünde bazı çabaların ortaya koyulduğu bir dönemde, 7 Haziran 2015 seçimlerinden sonra devam eden Hükümet krizine ek olarak bir de yönetim krizi, yani Ülkede parlamenter sistemin mi yoksa başkanlık sistemin mi geçerli olduğunu tartışmaya açılması, bu noktada “defacto” (fiili) uygulamaların hayata geçtiği, Anayasa ve kanunlarda ne yazılı olursa olsun fiili uygulamaya göre hareket edilmesi gerektiğinin savunulması, sözle “öz yönetim”, “özerklik” ilan edenlerin deyim yerindeyse ekmeğine yağ süreceği gibi, “hukuk devleti” ilkesi ışığında yazılı kurallara göre gerçekleşmesi gereken düzenden sapılacak ve bu sapmalar meşru gösterilmeye çalışılacaktır. Bu tür bir anlayış ve uygulamanın kabulü mümkün değildir. 

“Çözüm Süreci” ne derece hukuki alt yapıdan yoksunsa, fiili duruma bağlı yönetim değişikliğinin gerçekleştiğine ve bunun da hukuk düzeninde benimsenmesi gerektiğine dair görüş de hukuki dayanağa sahip değildir. Çünkü olağan hukuk düzeninde her türlü görev ve yetki ile hukuki durumun tespiti ve hedeflenen değişiklikler, Anayasa ve kanunların usule uygun değiştirilmesi ile mümkündür. Aksi savunulduğunda, yasal alt yapıya sahip olmayan fiili durumların meşrulaşması makul görülecek ve emsal kötü olsa da hukuka aykırılıkların dayanağı sayılacaktır.

(Bu köşe yazısı, sayın Prof. Dr. Ersan ŞEN tarafından www.hukukihaber.net sitesinde yayınlanması için kaleme alınmıştır. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısının tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan köşe yazısının bir bölümü, aktif link verilerek kullanılabilir. Yazarı ve kaynağı gösterilmeden kısmen ya da tamamen yayınlanması şahsi haklara ve fikri haklara aykırılık teşkil eder.)