Basın ve ifade özgürlüğüne yönelik ihlaller, ülkemizde son dönemlerde yaşanan bazı gelişmeler ışığında, gündemdeki yerini korumaktadır. Ülkemizde, mevcut Anayasal ve yasal güvenceler ile tarafı olduğumuz uluslararası anlaşmalara rağmen[1], basın ve ifade özgürlüğünün gereği gibi korunamadığı, bunun da ötesinde demokratik bir toplumda ve bir hukuk devletinde kabul edilemeyecek haksız müdahalelerin söz konusu olduğu çok sayıda gelişmenin yaşandığında şüphe yoktur. 

Ne yazık ki, basın özgürlüğü konusunda faaliyet gösteren ulusal ve uluslararası birçok saygın kurum ve kuruluş tarafından yayınlanan “Basın Özgürlüğü” raporlarında, Türkiye’nin basın özgürlüğü konusundaki karnesinde her geçen yıl bir gerilemenin yaşandığı görülmektedir. Örneğin Freedom House’un 2014 Dünya Basın Özgürlüğü Raporu’nda Türkiye 197 ülke arasında 134 üncü sırada yer almış, Uluslararası Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü’nün (RFS) 2014 Dünya Basın Özgürlüğü Endeksi’nde ise 180 ülke arasında 154 üncü sırada kendisine yer bulabilmiştir. Basın Özgürlüğü raporlarında Türkiye’deki uygulamalara yönelik eleştirilerin özellikle “muhalif gazetecilerin işlerine son verilmesi”, “medya yöneticilerinin baskı altında tutulması”, “otosansürlerdeki artış”, “bazı programların yayından kaldırılması”, “medya gruplarına ölçüsüz para cezaları, reklam ambargoları uygulanması” gibi hususlara dayandırıldığı görülmektedir.

Demokratik hukuk devleti olma iddiasından öte, bu haklara Anayasası’nda yer vermiş olan ülkemiz için, basın ve ifade özgürlüğünde bulunduğumuz nokta hiç de iç açıcı değildir.  Ceza yasalarının basın ve ifade özgürlüğüne yönelik yeterli korumayı ve özgürlük alanını sağlayıp sağlamadığı tartışması bir yana, yargı bağımsızlığının sağlanmasındaki problemler, yürütme ile yargı arasındaki ilişkinin sağlıklı bir yapıda işlemeyişi, ister istemez basın ve ifade özgürlüğünün, yargı eliyle örselenmesi sonucunu doğurmaktadır.

Yayın kuruluşlarının, gazetecilerin yaptıkları haberlerden, yazdıkları yazılardan ötürü olur olmaz ceza soruşturma ve kovuşturmalarına maruz kalması, bu algıyı daha da fazla artıran unsurlardan biri haline gelmiştir. Buna bağlı olarak, medya mensuplarının haber yapmaktan, yazı yazmaktan korktukları, keza insanların duygu ve düşüncelerini çeşitli araçlarla dile getirmekten çekindikleri bir düzenin oluşması, esasen “basın ve ifade özgürlüğü” üzerindeki en ciddi ve büyük tehdit olarak kabul edilmelidir. Basın ve ifade özgürlüğünün tam anlamıyla sağlanabilmesi, evleviyetle basın kuruluşlarının, gazetecilerin üzerindeki bu baskının, keza bireylerin ifade özgürlüğü üzerindeki sınırlandırmaların ve haksız müdahalelerin ortadan kaldırılmasıyla mümkün olabilir.

Bilindiği üzere, basın özgürlüğü, özü itibariyle ifade özgürlüğünün ayrılmaz bir parçasıdır. Bu özgürlüğün bir yansımasını da basının “haber verme ve eleştiri hakkı” oluşturmaktadır. Haber verme hakkı, kişilerin haber niteliğindeki eleştiri, yazı ve yorumlarının hukuka uygunluk şartlarını, çerçevesini belirler.

Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun 20.03.2007 tarih ve 4-65/70 sayılı içtihadında basının haber verme hakkı ve bu hakkın kaynakları ifade edilmiştir:

 “Demokratik toplumlar, temel hak ve özgürlüklere dayanan toplumlardır. Bu tür toplumlarda Devletin görevi, temel hak ve özgürlükleri korumak ve geliştirmektir. Temel hak ve özgürlükler arasında düşünce ve kanaati açıklama özgürlüğünün önemli bir yeri bulunmaktadır. Bu özgürlüğün kullanılabilmesinin en önemli yollarından birisi de basındır. Geneli ilgilendiren ya da ilgilendirmesi gereken tüm olaylar hakkında, halkı objektif ve gerçekleri yansıtacak biçimde aydınlatmak, çeşitli sorunlar üzerinde kamuoyunu düşünmeye çağıracak tarzda tartışmalar açmak, onu toplumsal ve siyasal oluşumlar üzerinde doğru ve gerçeğe uygun bilgilerle donatmak, yöneticileri eleştirmek, uyarmak ve bu yöntemlerle denetlemek, ayrıca içinde yaşadığı toplumun ve tüm insanlığın sorunları konusunda bireyi bilinçlendirmek durumunda olan basına, bu ödevlerini yerine getirirken ihtiyaç duyacağı bir kısım haklar da tanınmıştır. Bunlar; bilgi edinme, yayma, eleştirme, yorumlama ve eser yaratma haklarıdır. Temelini Anayasa’nın 28. vd. maddelerinden alan ve 5187 sayılı Basın Yasası’nın 3. maddesinde düzenlenen bu haklar, basın yoluyla işlenen suçlarda, hukuka uygunluk nedenlerini oluşturur.”

Bir düşünce açıklaması, haber, yazı yahut eleştirinin haber verme hakkı kapsamında hukuka uygun kabul edilebilmesi için kamuya duyurulan hadisenin haber niteliğini taşıması, haberin verildiği andaki koşullara göre gerçek ya da doğru olması, haberin güncel olması, haberin verilmesinde kamu ilgi ve yararı bulunması, haberin yazılış şekli itibariyle kişilik hakkını zedeleyecek üslup ve tarzda olmaması aranır[2].  Bunun yanında, yapılan bir eleştiri, yorumun, şiddet ve tahrikin yasaklandığı tipik bir fiile de (örneğin suç işlemeye tahrik, suç ve suçluyu övme, halkı kin ve düşmanlığa tahrik gibi, TCK. m.214, 215, 216) vücut vermemesi lazımdır.

Haber verme ve eleştiri hakkı kapsamında, haberin veriliş tarzına ilişkin şartın, ifade özgürlüğünün sınırlarının çizilmesinde titizlikle değerlendirilmesi önem arz eder. Haberin veriliş tarzına ilişkin şartın kişilik haklarını ihlal edip etmediği hususunda ifade özgürlüğü lehine bir bakış açısının benimsenmesi, bilhassa AİHM.’nin birçok kararında da vurgulandığı üzere, bu bakış açısının başta siyasiler olmak üzere kamuoyunda göz önünde bulunan kişiler yönünden daha esnek şekilde ele alınması gerekir. Çünkü, siyasetçiler, toplumdaki diğer bireylerden farklı olarak gazetecilerin ve halkın yakın denetimine açık olmayı, kamuoyuna malolmuş kişi haline gelmeyi bilerek tercih etmektedirler. (Brasilier/Fransa-2006, Lingens/Avusturya-1986, Oberschlick/Avusturya-1991, Dabrowski/Polonya-2006). Siyasiler ve kamuoyuna mal olmuş kişiler yönünden böyle bir kriterin benimsenmesiyle, haber verme ve eleştiri hakkı, olur olmadık sınırlamalara muhatap olmamış ve ifade özgürlüğü daha geniş bir çerçevede korunmuş olur.

Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun 11.07.2006 tarih ve 4-162/18 sayılı kararında da; “Eleştirinin sert bir üslupla gerçekleştirilmesi, kaba olması ve nezaket sınırlarını aşması, eleştirenin amacına, psikolojisine, eğitim ve kültür düzeyine bağlı bir olgudur. Ancak kabul edilmelidir ki, basın özgürlüğü belli ölçülerde abartmayı hatta kışkırtmaya başvurmayı da içerir. Gazetecilerin yazılarında kullandıkları deyimler ‘polemik’ niteliğinde olsa da nesnel bir açıklamayla desteklendiğinde bu ifadeler asılsız kişisel saldırı olarak görülemez. Kaldı ki, kamu görevinde bulunan veya talip olanların diğerlerine oranla daha sert eleştirilere muhatap olması da doğal karşılanmalıdır” denilmektedir. Keza Yargıtay 4. Ceza Dairesinin 26.03.2012 tarih ve 2092/6960 sayılı içtihadında da; “Basın özgürlüğünün amacı; bilim, sanat, fikir eseri üretme ve yayma, güncel olaylar, politik konular ve kamuoyunu ilgilendiren kişiler hakkında haber verme, eleştiri yapma ve bunları basın yayın araçlarıyla kitle iletişimine sunma ve bu şekilde bir yandan kişilerin bireysel gelişimleri için gereken ortamı sağlama, diğer yandan da yönetimle ilgili fikir oluşturma ve yönetime katılma haklarını güvenceye almaktadır”  denilmek suretiyle bu hakkın demokratik bir sistemdeki önemine vurgu yapılmıştır.

Bu konuya ilişkin güzel bir örnek merhum Cumhurbaşkanımız Süleyman Demirel’in müştekisi olduğu yargılamaya ilişkin Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun 03.07.2001 tarih ve 9-132/155 sayılı kararıdır. Karara konu olayda; Türk Metal-İş Sendikası Genel Başkanı olan sanık, 30.01.2000 tarihli genel kurul toplantısında ülkenin gündemiyle ilgili çeşitli konularda görüşlerini açıklamış, Hizbullah olaylarında yetkililerin aczini kastederek, “ben bir Türk vatandaşı olarak bu ülkeyi yönetenlere soruyorum, bu kadar insan kesilip yere gömülüyor, sizin istihbaratınız MİT’iniz nerede? şeklinde yönetenlere tepki göstermiş, akabinde ülkenin bu zor durumda olmasının tek nedeninin ülkeyi uzun yıllardır Başbakan olarak yöneten ve halen de Cumhurbaşkanı olan Süleyman Demirel olduğunu öne sürerek, parlamentonun onun görev süresinin uzatılması veya ikinci kez seçilmesini sağlamak yönünde Anayasada değişiklik yapılmasına yönelik çalışmalarına tepki olarak; “hala çıkıp toplumun karşısına konuşabiliyorsan, hala o insanlar da seni alkışlayabiliyorlarsa bizim diyeceğimiz bir şey yok, seni de cumhurbaşkanı seçerlerse o parlamentonun Allah belasını versin! Ne diyeyim.. Öyle toplum, toplum gel, bir eline pengirşeh şapkayı alıp, fötr şapkayı milli manevi değerlere bağlı bilmem ne falan, bir gel o şapkanı alıp kafana nasıl geçiriyoruz” ifadelerini kullanmıştır. Sanık hakkında cumhurbaşkanına hakaretten açılan davada verilen mahkumiyet kararı, özel dairece bozulmuş, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın itirazı üzerine konuyu inceleyen Yargıtay Ceza Genel Kurulu itirazın reddine karar vermiştir. Ceza Genel Kurulu’nun bu kararına ilişkin gerekçede; “...Eleştiri de kaynağını bu özgürlükten alır, eleştirinin doğasından kaynaklanan sertlik suç oluşturmaz. Eleştiri övgü olmadığına göre, sert, kırıcı ve incitici olması da doğaldır.


Devletin birliğini temsil eden cumhurbaşkanı makamı da, özgürlükçü parlamenter rejimlerde diğer anayasal ve yasal kurumların konumu gibi eleştiriye açıktır. Bu açıklamalar ışığında, sanığın cumhurbaşkanına yönelik olarak söylediği “bir gel o şapkanı alıp kafana nasıl geçiriyoruz” sözü konuşmanın bütünlüğü nazara alındığında cumhurbaşkanının şeref ve haysiyetini incitici nitelikte olmayıp, tekrar seçilmesinin uygun olmayacağını vurgulamak için kullanılmıştır. Kaldı ki, belli kamusal görevlere aday olanların, tüm yönleriyle değerlendirilmesi, eleştirilmesi, demokratik toplum düzeninin gereklerindendir. Hatta böyle bir eleştiri ve değerlendirmede kamu yararı bulunmaktadır. Bu nedenle somut olayda cumhurbaşkanına yönelik sözler hakaret ve sövme oluşturmayıp, ağır eleştiri niteliğindedir..” denilmiştir.

Sosyal Medya açısından da aynı prensipler geçerlidir!

Günümüzde ifade özgürlüğü ve bu bağlamda basın özgürlüğünün sadece süreli süresiz yayınlarla sınırlı bir özgürlük alanı olmadığı, bu özgürlüğün aynı zamanda, sosyal medya ortamlarını içine alan geniş bir alana yayıldığı tartışmasızdır. Bu açıdan sosyal medya araçları üzerinden işlenen suçlarda ifade özgürlüğünün her geçen gün ayrı bir önem kazandığını belirtmek gerekir. Bu platformların yaygın kullanımı, kişilerin duygu, düşünce ve eleştirilerini daha rahat ve kolay bir biçimde dile getirmesi, bu platformlarda yapılan paylaşımlarla ilgili soruşturma ve kovuşturmalarda da artış yaşanmasına sebebiyet vermiştir.

Bilhassa son dönemlerde sosyal medya üzerinden hakaret suçu bağlamında birçok kişinin soruşturmaya uğradığı, tutuklama talebiyle hakim karşısına çıktığı ve hatta tutuklandığına ilişkin haberler basına yansımaktadır. Doğaldır ki, yasada mevcut bulunan bir suçun işlendiği iddiasıyla kişiler hakkında soruşturma ve kovuşturma yapılabilir. Bireylerin, kamu görevlilerinin, Cumhurbaşkanının şeref ve haysiyetini rencide edici nitelikteki söz ve ifadeler de, ceza yasasında yaptırıma altına alınmış olup, hukuka uygunluğun sınırları aşıldığında bunların ifade özgürlüğü çerçevesinde değerlendirilmesi hiç kuşkusuz mümkün değildir. Bireylerin şeref ve haysiyetlerinin, toplum içerisindeki saygınlıklarının, onurlarının korunması da devletin güvencesi altındadır. Ancak her suç tipinde olduğu gibi, ifadenin açıklanması suretiyle işlenen suçlarda da, kişi hak ve özgürlüklerine ağır müdahale oluşturan koruma tedbirlerinin uygulanmasında orantılılık prensibine riayet edilmelidir.

Hakaret suçu bağlamında verilen tutuklama kararları ölçüsüz ve hukuka aykırıdır!

Bilinmelidir ki, işin önemi, verilmesi beklenen ceza ya da güvenlik tedbirleri ile ölçülü değilse, tutuklama kararı verilemez. AİHM. kararlarında da bu hususa işaret edilmektedir. Bir tutuklamanın Sözleşme kapsamında kabul edilebilir olması için, “kanunda öngörülen yükümlülüğün” daha hafif tedbirlerle yerine getirilemeyecek olması gerekir. (Khodorkovskiy/Rusya-2011). Orantılılık ilkesi, demokratik bir toplumda söz konusu yükümlülüğün derhal yerine getirilmesini sağlamanın önemi ile özgürlük hakkının önemi arasında adil bir denge kurulmasını şart koşar (Saadi/Birleşik Krallık-2008).

Koruma tedbirlerinin, olur olmadık her suç tipinde, her soruşturmada orantısız bir biçimde uygulanması, asla bu soruşturma ya da kovuşturmaların doğal bir sonucu olarak görülmemelidir. Tek başına mağdurun kimliği, uygulanacak koruma tedbirlerinin seçiminde bir ölçüt değildir. Ceza muhakemesinin amaçlarına hizmet etmeyen, sadece bireylerde korku uyandırarak, sessiz bir toplum oluşturma gayesi güden araçların ne ceza hukukunda ne de bir hukuk düzeninde yeri vardır.

Özellikle kişi hak ve hürriyetlerine en ağır müdahaleyi oluşturan tutuklama, kural değil, istisnai olarak uygulanan bir tedbirdir.  Tutuklama koruma tedbirine müracaat edilebilmesi için kuvvetli suç şüphesinin yanında, tutuklama sebebi olarak delilleri karartma yahut kaçma şüphesinin varlığı da aranır. Bu şartlar bulunsa dahi, tutuklama zorunluluğu yoktur. Bu tedbire, ceza muhakemesinin amaçları yönünden orantılı (ölçülü) ise müracaat edilebilir. Bu sebeple, bu tarz suçlarda kişi hak ve hürriyetlerinin korunması bakımından ölçülülüğün titizlikle irdelenmesi büyük önem arz eder. Hakaret gibi, kamu düzeni ve barışı yönünden ağır bir tehlike arz etmeyen, cebir, şiddet, tehdit, tahrik içermeyen, yalnızca bireyin şeref ve haysiyeti açısından ihlal doğuran bir suç tipinde tutuklama tedbirinin uygulanması ölçülü olmadığı gibi, ceza muhakemesinin amaçlarına da hizmet etmez. Öte yandan unutulmamalıdır ki, demokrasi ancak çok seslilik ile mümkün olabilir. Ümidimiz, basın ve ifade özgürlüğünün, ülkemizde en geniş seviyede yaşanması ve ceza muhakemesi tedbirlerinin bu özgürlüğü ortadan kaldıran bir enstrüman haline dönüştürülmesine artık bir son verilmesidir.

 

Prof. Dr. Ahmet Caner Yenidünya

Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Ceza ve Ceza Muhakemesi Hukuku Öğretim Üyesi

(Bu köşe yazısı, sayın  tarafından www.hukukihaber.net sitesinde yayınlanması için kaleme alınmıştır. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısının tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan köşe yazısının bir bölümü, aktif link verilerek kullanılabilir. Yazarı ve kaynağı gösterilmeden kısmen ya da tamamen yayınlanması şahsi haklara ve fikri haklara aykırılık teşkil eder.)

----------------------------------------
[1] Bilindiği gibi basın hürriyeti 1982 Anayasası’nın 28 inci maddesinde güvence altına alınmıştır. Anayasa’ya göre “Basın hürdür, sansür edilemez…Devlet, basın ve haber alma hürriyetlerini sağlayacak tedbirleri alır”. 30 uncu maddeye göre ise; “..basın araçları, suç aleti olduğu gerekçesiyle zapt ve müsadere edilemez veya işletilmekten alıkonulamaz”. 5187 Sayılı Basın Kanunu’nun 3 üncü maddesinde de, “basının özgür olduğu, bu özgürlüğün bilgi edinme, yayma, eleştirme, yorumlama ve eser yaratma haklarını içerdiği” belirtildikten sonra, bu özgürlüğün kullanılmasının hangi şartlarda sınırlanabileceği yasal düzenlemeye bağlanmıştır. Anayasa’da ifade özgürlüğü de teminat altına alınmıştır. 25 inci maddeye göre “Herkes, düşünce ve kanaat hürriyetine sahiptir. Her ne sebep ve amaçla olursa olsun kimse, düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; düşünce kanaatleri sebebiyle kınanamaz ve suçlanamaz”.  Anayasanın 26 ncı maddesine göre ise, “Herkes, düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahiptir. Bu hürriyet resmi makamların müdahalesi olmaksızın haber veya fikir almak ya da vermek serbestliğini de kapsar”. Maddede, bu hürriyetlerin kullanılmasının sınırları da gösterilmiştir. Buna göre, bu hürriyetlerin kullanılması millî güvenlik, kamu düzeni, kamu güvenliği, Cumhuriyetin temel nitelikleri ve Devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğünün korunması, suçların önlenmesi, suçluların cezalandırılması, Devlet sırrı olarak usulünce belirtilmiş bilgilerin açıklanmaması, başkalarının şöhret veya haklarının, özel ve aile hayatlarının yahut kanunun öngördüğü meslek sırlarının korunması veya yargılama görevinin gereğine uygun olarak yerine getirilmesi amaçlarıyla sınırlanabilir. Bilindiği üzere Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 10 uncu maddesinde, ifade özgürlüğü güvence altına alınmış ve bu hakka hangi durumlarda müdahale edilebileceğine ilişkin genel bir çerçeve de çizilmiştir.

[2] Yargıtay Ceza Genel Kurulu, 17.07.2007, 4-117/175.