”Felaketlerin başlangıcında ve bunlar son bulduğunda hep biraz söz sanatı yapılır. Birinci durumda, alışkanlıklar henüz kaybolmamıştır, ikinci durumdaysa geri gelmiştir. Asıl felaket sırasında gerçeğe alışılır, yani sessizliğe.” Veba, Albert CAMUS

Kimse Görmek İstemeyenler Kadar Kör Değildir.” Jonathan SWIFT

VEBA VE KÖRLÜK ÜZERİNE!

Veba sözcüğü ilk kez ağza alınıyordu… Dünyada savaşlar kadar vebalar da meydana gelmiştir. Vebalar da savaşlar da insanı hazırlıksız yakalar. Bir savaş patladığında insanlar ‘uzun sürmez bu, çok aptalca!’ derler ve kuşkusuz bir savaş çok aptalcadır, ancak bu onun uzun sürmesini engellemez. Budalalık hep direnir, insan hep kendini düşünmese bunun farkına varabilirdi. Bu açıdan burada oturanlar da herkes gibiydi. Kendilerini düşünüyorlardı. Bir başka deyişle hümanisttiler; felaketlere inanmıyorlardı. Felaket insana yakışmaz, onun için felaket gerçek dışıdır, geçip gidecek kötü bir rüyadır, denir. Ancak her zaman da geçip gitmez, kötü rüyalar arasında insanlar geçip gider ve önlemlerini almadığından başta hümanistler gider… Yurttaşlarımız da kendilerini özgür sanıyorlardı, oysa felaketler oldukça kimse asla özgür olamayacak… Felaketlerin başlangıcında ve bunlar son bulduğunda hep biraz söz sanatı yapılır. Birinci durumda, alışkanlıklar henüz kaybolmamıştır, ikinci durumdaysa geri gelmiştir. Asıl felaket sırasında gerçeğe alışılır, yani sessizliğe… Gündüz ya da gece olsun, öyle bir saat vardır ki, insan korkaklaşır… Dünyadaki kötülük neredeyse her zaman cehaletten kaynaklanır ve eğer aydınlatılmamışsa, iyi niyet de kötülük kadar zarar verebilir. İnsanlar kötü olmak yerine daha çok iyidir ve gerçekte sorun bu değildir. Ancak insanlar bir şeyin farkında değillerdir: şu erdem ya da kusur denilen şeyin. En umut kırıcı kusur, her şeyi bildiğini sanan ve böylece kendine öldürme hakkı tanıyan cehalettir.

Yukarıdaki sözler umudun ve inancın romanı olarak isimlendirilen Albert Camus’nun “Veba” isimli romanından alınmıştır. Okuyanların hatırlayacakları üzere, Cezayir’de, Oran kentinde yaşayanlar, bir sabah uyandıklarında kapılarının önünde fare ölüleriyle karşılaşırlar. Bunu umursamadıkları için farelerin neden öldüğünü öğrenmek istemezler ve bu konuda herhangi bir araştırma da yapmazlar. Sadece kent halkı değil, kentin selametinden, halkın sağlığından ve hayatından sorumlu olan kent yönetimi de, farelerin ölümünün bir felaketin başlangıcı olduğunu düşünmez ve halkın sağlığı için gerekli olan hiçbir önlemi almaz. Oysa kapıyı çalan felaket veba hastalığıdır. Hastalık yavaş yavaş farelerden insanlara geçmeye başlar. Bütün bu olanlar münferit olaylar olarak değerlendirildiği için, bu durum da, gerek halk, gerekse kent yönetimi tarafından ciddiye alınmaz. Kent halkının büyük bir kısmı bana bir şey olmaz anlayışıyla gündelik hayatını sürdürür, işine gücüne, yemesine içmesine, eğlenmesine devam eder. Ne var ki hastalık giderek tüm kente yayılarak salgın halini alır, ölümler görülmeye başlar ve ölen insan sayısı her geçen gün daha da artar. Ve sonunda kent karantina altına alınır, kentin kapıları dışarıya kapatılır ve kent kaderiyle baş başa bırakılır.

Bütün bunlar yaşanırken kentteki her kafadan ayrı bir ses çıkar. Kentin kanaat önderlerinden rahip Panaleux, vebanın Tanrı’nın Oran kentine bir lütfu olduğunu, Tanrı’nın Oran kentindeki insanları sınamak için vebayı gönderdiğini, inancı sağlam ve arınmış olanların hastalıktan korkmaları için bir neden olmadığını, hastalığın sadece kötü ruhları cezalandıracağını, onların canını alacağını söyler.  Kilisede hemen her gün verdiği vaazlarda, kendisinin arınmış olduğuna, o nedenle vebanın kendisine hiçbir şey yapamayacağına inandığını ve vebadan korkmadığını söyleyen rahip Panaleux’de vebaya yakalanır ve acılar içinde ölür. Daha ilk günden tehlikeyi ve felaketi gören kentin bir diğer kanaat önderi Dr.Rieux, beraberindeki üç beş arkadaşıyla birlikte vebaya karşı mücadele etmeye başlar, onun ve arkadaşlarının özverili çalışmasıyla veba yenilir ve kenti terk eder.

Camus’nun romanında veba metaforu ile anlatmak istediği şey, insan olarak pek çoğumuzun içindeki en tehlikeli veba olan bencilliğe, ilgisizliğe, duyarsızlığa, nemelazımcılığa ve benzeri diğer kötülüklere işaret etmektir. Bunlarla mücadele etmek ve bu mücadelede başarılı olmak için önce  ‘neden’ diye sormak ve daha sonra o nedenin nedeni olan içimizdeki en büyük vebayla, yani bencillik ve kötülükle mücadele etmek gerekir. Camus’nun vebasında bu soruyu soran, vebaya karşı başlatılan mücadeleye önderlik eden ve bunda başarılı olan Dr.Rieux’dur. Yani Camus’nun “Başkaldıran İnsan”ıdır.  Ama Dr.Rieux bu başarının geçici olduğunu, bencillikle, ilgisizlikle, duyarsızlıkla, nemelazımcılıkla ve insani diğer kötülüklerle mücadele edilmediği takdirde, vebanın bir gün tekrar ortaya çıkacağını söyler.

Hayatın anlamını “mücadele etmek” olarak tanımlayan ve “Sisyphus Efsanesi” isimli romanında, her defasında taşı tepeye çıkarmakta başarısız olan ama yine de ve yeniden taşı tepeye çıkarmaya çalışan insanın trajik kaderini ve hayatla olan bitmeyen mücadelesini anlatan Camus, hem ‘Veba’, hem de “Sisyphus Efsanesi”  isimli gerçekten eğitici, öğretici ve sıra dışı romanlarıyla ilgili olarak ve özetle şunları söyler: “İnsan her gün aynı şeyleri anlamsızca tekrar eder. Her gün araba, iş, öğle paydosu, tekrar iş, tekrar araba, ev, yemek, uyku… Haftanın beş günü. İşin komiği, bu kimsenin garibine gitmez. Ama bir gün insan şöyle bir durur ve kendisine “neden” diye sorar. “Veba”da , “neden” sorusu, fareler şehre ölüm dağıtmaya başladıktan sonra ortaya çıkar. Ve “her şey başlar.

Kıssadan hisse: Her türlü kötülükle mücadele etmek için bana ne diye düşünmemek, önce neden diye sormak, düşünmek, sorgulamak, daha sonra itiraz etmek ve en sonunda da her türden haksızlıkla, kötülükle, bencillikle mücadele etmek gerekir.

…Neden kör olduk, Bilmiyorum, bunun nedeni belki bir gün keşfedilir, Ne düşündüğümü söylememi ister misin, Söyle, Sonradan kör olmadığımızı düşünüyorum, biz zaten kördük, Gören körler mi, Gördüğü halde görmeyen körler mi…

Okuyanlar hatırlayacaklardır, yukarıda yer verdiğim cümleler Portekizli yazar Jose Saramago’nun “Körlük” isimli kitabının son paragrafının bir önceki paragrafından alınmıştır.

Camus’nun “veba” metaforu ile anlatmak istedikleri, bana Saramago’nun  ‘körlük’ metaforu ile anlatmak istediklerini hatırlattı. Vebadan, bir başka veba olan körlüğe onun için geçtim.

Camus’un vebasının başladığı yerin adı, romanın kahramanlarının ismi belli olmasına karşın, Saramago’ya 1998 Nobel Edebiyat Ödülü kazandıran “Körlük” adlı fantastik romana konu körlük, adı bilinmeyen, neresi olduğu belli olmayan bir kentte, yine adı bilinmeyen, kim olduğu belli olmayan araba kullanan bir adamın trafikte yeşil ışığı beklerken birdenbire kör olmasıyla başlar. Körlük giderek salgın bir hastalık gibi yayılır, adı belirsiz olan göz doktorunun karısı dışında kentte yaşayan bütün herkes kör olur.

Bu körlük doğal körlükten farklı bir körlüktür. Kör olanların gözlerine beyaz bir perde iner ve onlar her şeyi beyaz, bembeyaz görmeye başlarlar. Bu farka işaret etmek için Saramago romanındaki körlüğü “Beyaz Körlük” olarak isimlendirir. Görmeyen insanlardan oluşan kentte çeteler ortaya çıkar, kent açlığa, soygunlara, hırsızlıklara, tecavüzlere, cinayetlere, ölümlere tanıklık eder ve bütün bu olaylar giderek sıradanlaşmaya, insanlar tarafından kanıksanmaya başlar. Bu körlükle başlayan kaos ve çürüme sonucu toplum ve insanlar, sadece görme organını kaybetmezler, sağduyularını, ruh sağlıklarını, hak ve adalet duygularını, vicdanlarını, onurlarını, ahlaki ve etik değerlerini de kaybederler.

Göz doktorunun karısı hariç bütün sakinlerinin kör olduğu Saramago’nun isimsiz kentinin isimsiz halkı da, tıpkı Camus’nun romanındaki Oran halkının büyük kısmının olduğu gibi, felaketin bir gün kendi başlarına da geleceğini hiç akıllarına getirmezler, bana ne diyerek kendi bencillikleri içinde gündelik hayatlarını yaşamaya devam ederler. Saramago’nun da bununla işaret etmek istediği husus, Camus’nun “Veba” isimli romanında işaret etmek istedikleriyle aynıdır. Yani Saramago’da Camus gibi, insan olarak pek çoğumuzun içindeki en tehlikeli veba ve körlük olan bencilliğe ve kötülüğe işaret eder.

Edebiyat eleştirmenlerine göre, Saramago’nun romanında zamanın ve mekanın belirsiz, kahramanların isimsiz olmasının nedeni, insanın ve insanlığın içindeki kötülük içgüdüsünün bütün zamanlarda ve hemen her toplumda bulunduğuna, yani evrensel olduğuna, yine olup bitenlerin, başlarına gelenlerin neden veya nedenlerini sormayan, yaşadıkları kötülüklerin kaynağını sorgulamayan, yani gerçekleri görmeyen, görmek istemeyen insanların ve toplumların başlarına her türlü felaketin gelebileceğine işaret etmek içindir.

Romanlarında daha ziyade toplumsal ve siyasi kurumların sahteliklerini anlatan Saramago’nun, bu romanında kullandığı “körlük” metaforuyla anlatmak istediği şey veya şeyler, elbette sadece bunlar değildir.

Nobel konuşmasında “Eskiden bana ‘İyi adam ama komünist’ derlerdi; şimdi ‘Komünist ama iyi adam’ diyorlar.” diyerek kendisini ve siyasal olarak hayatta durduğu yeri tanımlayan Saramago, aynı zamanda, göstermelik demokrasinin hayattaki bütün kararlarımızın temelini oluşturan özgürlüğümüzü elimizden almasından kaynaklanan nefes alamadığımız siyasi ortamı, vahşi kapitalizmin gündelik hayatımızın her alanına dayattığı boğucu sömürü düzenini, küreselleşen bu düzenin edilgenleştirdiği insanların, hem fiziksel olarak, hem de ruhen körleşmelerini, vicdanen taşlaşmalarını, toplumsal ve siyasal kurumların sahteliklerini, toplumsal düzenin kırılganlığını, insanı bozan, onu bencilleştiren ve kötüleştiren neden veya nedenlerin sistemin kendisi olduğunu anlatmak ister. Yani Saramago, tam da Marx’ın ‘Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’ isimli kitabının önsözünde yazdıklarını, yani “İnsanların varlığını belirleyen şey, bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır.” demek ister.

Nitekim “hayatta tek gerçek devrim aşktır’ diyen ve bunu demekle diğer bütün devrimleri, siyasal şekillenmeleri sahte olmakla nitelendiren Saramago romanında bu görüşünü, bazı körlerin kendi aralarında konuştukları şu sözlere yer vererek ifade eder: “…Bu meydanda, örgütlenmiş büyük sistemlerin temel ilkelerinden, özel mülkiyetten, serbest değişimden, pazardan, borsadan, vergilendirmeden, faizlerden, mülk edinmeden, kamulaştırmadan, üretimden, dağıtımdan, tüketimden, beslenmekten ve beslenememekten, zenginlikten ve yoksulluktan, iletişimden, yasal önlemlerden ve suç işleme oranlarından, piyangolardan, tutukevlerinden, ceza yasasından, yurttaşlık yasasından, trafik yasasından, sözlüklerden, telefon rehberlerinden, fuhuş yuvalarından, silah fabrikalarından, silahlı kuvvetlerden, mezarlıklardan, polisten, karaborsadan, uyuşturucudan, göz yumulan yasadışı ticaretten, ilaç araştırmalarından, kumardan, tedavi ve cenaze masraflarından, adalette, borçlanmadan, siyasal partilerden, seçimlerden, parlamentolardan, hükümetlerden, içbükey düşünceden, dışbükey, düzlem, dikey, yatık, yoğun, yayınık, kaçıcı düşüncelerden, ses tellerinin alınmasından, söylemin ölümünden söz ediliyordu…

Saramago’nun isimsiz kentine musallat olan, nasıl geldiği, nasıl yayıldığı belli olmayan körlük, geldiği gibi bir gün kendiliğinden gider ve kent halkının tamamı bir anda yeniden görmeye başlar. Körlüğün kendiliğinden ortadan kalkmasının nedeni, görmeye başlayan insanların kendilerini bozan, kör eden şeyin sistem olduğunu anlamaları ve o nedenle yeni bir düzen kurmaya karar vermeleridir. Bunu da ismini bilmediğimiz göz doktorunun, yine ismini bilmediğimiz karısı şu sözleriyle ifade eder: “…bütün kötülük bir düzen kuramamış olmaktan kaynaklanıyor, her binada, her sokakta, her semtte bir düzen kurulması gerek, Bir hükümet gerek dedi karısı, Bir düzen, beden de belirli düzeni olan bir yapı, bu düzeni koruduğu sürece hayatta kalıyor, ölüme gelince, bu, düzenin bozulmasının getirdiği sonuçtan başka bir şey değil, Bir körler toplumu yaşamını sürdürebilmek için nasıl bir düzen kurabilir, Örgütlenerek, örgütlenmek bir bakıma görmeye başlamak demektir, Haklısınız…

Kıssadan hisse: Bakmak görmek değil, sadece seyretmektir. Görmek ise sorgulamak, itiraz etmek, yorumlamak, muhakeme etmek, anlamak, karar vermek, örgütlenmek ve uygulamaktır.

Yıllar önce okuduğum bu iki romanı neden mi hatırladım ve sizinle paylaştım?  Camus’nun veba metaforu ile anlattığı Oran kentinde yaşananlar ile Saramago’nun körlük metaforuyla tasvir ettiği adı ve yeri belirsiz kent, günümüzün Türkiye’sine çok fazla benziyor da onun için hatırladım ve paylaştım sizinle.

Neden ve nasıl mı benziyor?

Mesela esas işlevi ve amacı, devletin temel örgütlenmesinden daha çok birey hak ve özgürlüklerinin korunması için siyasi iktidarın sınırlandırılmasını ve bunun içinde kuvvetler ayrılığı ilkesini, yani devletin üç temel işlevi olan yasamanın, yürütmenin ve yargının birbirinden kesin olarak ayrılmasını öngören anayasacılığa aykırı bir anayasa değişikliğinin referanduma sunulması gündemdedir ve kamuoyu yoklamalarına göre toplumun yarısına yakın kısmı bu değişikliğe evet, diğer yarısı da hayır deme eğilimindedir. Evet diyecek olanların da, hayır diyecek olanların da bana göre çok büyük bir kısmı, bu değişikliklerin neler olduğunu incelemiş değildirler.

Her iki yönde tercihte bulunmak, elbette yurttaşların her birinin en doğal yurttaşlık hakkıdır. Ama buna rağmen evet diyenler hayır diyenleri, hayır diyenler evet diyenleri suçlamaktadır. Neden mi? Her ikisini yapanlar da demokrat değildir de onun için.

Gazeteci Işık Kansu’nun geçenlerde Cumhuriyet Gazetesi’ndeki köşesinde yer verdiği Emekli Mülkiye Müfettişi Mahmut Esen’in yaptığı bir araştırmaya göre, 15 Temmuz 2016 tarihli lanet olası darbe girişiminden sonra, “Terör örgütlerine veya devletin milli güvenliğine karşı faaliyette bulunduğuna karar verilen yapı, oluşum veya gruplara üyeliği, mensubiyeti veya iltisakı yahut bunlarla irtibatı olduğu ileri sürülen 3 bin 721 yargı, 4 821 Türk Silahlı Kuvvetleri, 2 bin 815 jandarma, 35 sahil güvenlik, 20 bin 672 emniyet personeli, 67 bin 177 kamu görevlisi olmak üzere 98 bin 626 kişinin görevlerine son verilmiştir.” Bu tespitin yapıldığı tarihten sonra hemen her gün sürdürülen operasyonlarla bu sayılar giderek artmıştır ve daha da artmaya devam edecek görünmektedir.

Başta Cumhuriyet Gazetesi’ne mensup gazeteciler olmak üzere, Türkiye’nin tanınmış pek çok gazetecisi, göründüğü kadarıyla sadece gazetecilik faaliyetlerinden dolayı günlerdir tutukludur.  Daha henüz iddianameler hazır olmadığı için, ne bu gazeteciler, ne de kamuoyu olarak biz, bu gazetecilerin neden tutuklandıklarını, meslekleri olan gazetecilik faaliyetleri dışında herhangi bir kanunsuz eylemleri olup olmadığını ne yazık ki bilmiyoruz.
Seçimle, yani halkın oyuyla iktidara gelmiş bir partiye mensup olan pek çok belediye başkanı görevden alınmış; yerlerine kayyım tayin edilmiş; halkın %10’nundan fazlasının oyunu almış bir siyasi partinin genel başkanı ve milletvekilleri tutuklanmış; binlerce akademisyen görev yaptıkları üniversitelerden sorgusuz sualsiz atılmış durumdadır.

Bütün bunlardan dolayı mağdur olmuş olan insanlar, Anayasa’mızın 36.maddesiyle teminat altında bulunan “hak arama özgürlüğü” ve yine iç hukukumuzun ayrılmaz bir parçası olan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 6.maddesiyle tanınan “adil yargılanma hakkı” kapsamında etkili bir yargı yoluna başvurmak hakkından yoksun bırakılmış durumdadır.

İnsanların, yurttaşların kendilerini koruma hakkı olduğu gibi, devletin de, demokratik rejimin de kendisini koruma hakkı vardır. Elbette devlet, varlığına, ülke bütünlüğüne, demokrasiye kastedenlere karşı bu değerleri korumakla yetkili ve görevlidir. Ve buna ülkesini seven, milletini seven, demokrasiyi seven hiçbir yurttaş karşı da değildir. Ama herhalde devletin bunlara karşı olan mücadelesini hukukun çizdiği sınırlar içinde yapması, bu bağlamda her biri evrensel bir hukuk ilkesi olan ve o nedenle de anayasal teminat altında bulunan “hukuk önünde eşitlik”, “masumiyet karinesi”, “cezaların şahsiliği”, “savunma hakkı”, “hak arama özgürlüğü”, “adil yargılanma hakkı”, “mülkiyet hakkı”, “din ve vicdan özgürlüğü”, “basın özgürlüğü”, “ifade özgürlüğü”, “düşünceyi açıklama ve yayma özgürlüğü”, “bilim ve sanat özgürlüğü”, “örgütlenme özgürlüğü” gibi temel hak ve özgürlüklere, “seçme ve seçilme hakkı”, “siyasi partilere girme hakkı” gibi siyasi hak ve özgürlüklere uygun davranması, bu hak ve özgürlüklere karşı saygılı olması, sadece bu hak ve özgürlüklerin sınırlarını aşanlara, bunları kötüye kullananlara karşı yaptırım uygulaması gerekir. Esasen bütün bunlar, hukukun, hukuk devleti olmanın asgari gerekleri ve koşullarıdır.

Şahsen benim ve benim gibi düşünen pek çok insanın, yurttaşın itirazı bunların yapılmamasına, bunlara uyulmamasına yöneliktir.

Olup bitenler sadece bunlardan ibaret değildir, dahası da vardır.

Mesela Parlamento by-pass edilmiş ve ülke Kanun Hükmündeki kararnamelerle idare edilir hale gelmiş durumdadır.

Ülke sadece olağanüstü halde değil, aynı zamanda savaş halindedir. Ve biz yurttaş olarak askerlerimizin neden El Bab’da olduğunu, neden Rakka’ya, Mınbiç’e savaşmaya gideceklerini bilmiyoruz. El Bab’ı ve Rakka’yı İŞİD’ten temizledikten sonra kime bırakacağımızı da, PYD’ye mi, YPG’ye mi, PKK’ya mı, Rusya’ya mı, ABD’ye mi, Suriye’ye mi bırakacağımızı da bilmiyoruz. Bu konuda hükümet tarafından yapılan açıklamalar tatmin edici olmadığı gibi tutarlı da değildir. Öyle ki siyasiler başka şeyler söylerken, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin üst düzey yetkilileri başka şeyler söylemektedir. Suriye’deki süreci kiminle yürüteceğiz? ABD ile mi, Rusya ile mi? Bilmiyoruz. Orta Doğu ve Suriye konularında uzman olan Hüsnü Mahalli’nin 24 Şubat 2017 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nde yayınlanan röportajında ifade ettiği gibi, “Türkiye’nin Suriye sürecini Suudi Arabistan, Katar ve ABD ile yürütmesi durumunda karşısında İran, Rusya ve Suriye Ordusunu” bulması olasıdır ve bu Türkiye yönünden son derece tehlikeli bir durumdur. Bu durumda doğru olan Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulduğu günden bu yana dış politikasına egemen olan “Yurtta sulh, dünyada sulh” ilkesi gereğince, Orta Doğu bataklığına hiç bulaşmadan sadece kendi sınır güvenliğini sağlamak değil midir? Ülkenin bu zor ve hayati koşullar altında referanduma götürülmesi, buna bağlı olarak daha da gerilmesi ve kutuplaştırılması ne kadar doğrudur?

Terör almış başını gidiyor. Binlerce vatan evladı ülkesi için şehit olmuş, gazi olmuş durumda, hemen her gün şehit veya gazi olmaya devam ediyor. Yüzlerce masum insan terör nedeniyle hayatını kaybetmiş veya yaralanmış durumda.

Ekonomi allak bullak olmuş, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin görmediği kadar işyeri kapanmış, Dolar ve Euro başta olmak üzere, Türk Lirası tarihinin hiçbir döneminde olmadığı kadar değer kaybetmiş durumda.

Ekonomik büyüme durmuş, enflasyon artmaya başlamış, işsizlik oranı çift sayılı rakamlara ulaşmış durumda.

Ege Cansen’in ifadesiyle ‘Ham madde sağlanmasından nihai kullanıcının eline geçinceye kadar daha çok sayıda ve daha yüksek ücretli insana iş imkanı sağlamadığı için katma değeri çok fazla olmayan’ yol yapımı, konut yapımı, köprü yapımı gibi hizmetler dışında, çok fazla mal ve hizmet üretimi olmadığı gibi, istihdam yaratan yatırımlar da yok denecek kadar az durumda.

Kamu harcamaları üçe beşe katlanmış, bütçe dengeleri alt üst olmuş, bütçe açığı artmış, Sayıştay ve TBMM bütçe denetimi yapamadığı için vatandaşın “bütçe hakkı” ihlal edilmiş durumda.

Toplum ürettiğinden daha fazla tüketici konumunda, insanlar ödeyemedikleri kredi kartı harcamalarıyla, tüketici kredileriyle ayakta durmaya çalışıyorlar.

Büyüme oranı 2002 ile 2016 arasında %4.58 ile Cumhuriyet tarihinin en düşük seviyesinde, işsizlik ise %10.1 ile en yüksek düzeydedir.

Toplumun büyük bir kısmı, hemen her gün kendi kendine anlatıp durduğu hikayelerden oluşan geçmişine övgüler yağdırmaktan, yaşadığı zamanı ve koşulları  sorgulayamadığı gibi bugününü de yaşayamaz durumdadır.

Bunların her biri ayrı bir felakettir!

Peki, ne demek gerekir? Ne diyelim?

Albert Camus’nun Veba’da söylediklerini söyleyelim önce: “Yurttaşlarımız da kendilerini özgür sanıyorlardı, oysa felaketler oldukça kimse asla özgür olamayacak… Felaketlerin başlangıcında ve bunlar son bulduğunda hep biraz söz sanatı yapılır. Birinci durumda, alışkanlıklar henüz kaybolmamıştır, ikinci durumdaysa geri gelmiştir. Asıl felaket sırasında gerçeğe alışılır, yani sessizliğe… Gündüz ya da gece olsun, öyle bir saat vardır ki, insan korkaklaşır… Dünyadaki kötülük neredeyse her zaman cehaletten kaynaklanır ve eğer aydınlatılmamışsa, iyiniyet de kötülük kadar zarar verebilir…

Sonra Saramago’nun ismini bilmediğimiz göz doktorunun, yine ismini bilmediğimiz karısının söylediklerini hatırlayalım ve soralım. Kime mi? Sana, bana, ona, yani kendimize; “Sahi Türkiye olarak biz sonradan mı kör olduk, yoksa zaten kör müydük? Günümüz Türkiye’sinde gören körler mi, yoksa gördüğü halde görmeyen körler mi daha fazla?