Uzun yıllardır Türkiye’de adli kolluğun ve istinaf (bölge adliye) mahkemelerinin kurulup faaliyete geçirilmesi konuşulur. Ancak sürekli konuşulur, fakat bir türlü icraat gerçekleştirilmez. Nedendir diye sormak gerekir.

Acaba işlenen suçlarla ilgili delilleri toplayıp değerlendiren özel bir kolluk teşkilatı olsa, maddi hakikate ve adalete ulaşılmasında daha isabetli sonuçlar elde edilmez mi? Elbette bu yolla gerçek adalete süratle ulaşmak mümkündür.

Bölge Adliye Mahkemeleri Kanunu 2005 yılında çıkarıldı, en geç 2007 yılında bu mahkemeler faaliyete geçirilecekti ve Yargıtay’ın iş yükü azaltılıp, gerçek kimliği olan “İçtihat Mahkemesi” özelliğine dönüşü sağlanacaktı. Şu ana kadar bu hedef de gerçekleşmedi.

Hatta şimdilerde 516 üyeye çıkarılacak olan Yargıtay için önerilen kanun ile 5235 sayılı Bölge Adliye Mahkemeleri Kanunu’nun gerekçesi birbirine ters düşmektedir. 5235 sayılı Kanun, Yargıtay’ın daire ve üye sayısının düşürülmesi amacıyla bölge adliye mahkemelerinin kurulmasını hedeflerken, şimdi çıkarılacak kanun tersi istikametinde bir yol izlemektedir. Bilinen gerekçe, Yargıtay’ın iş yüküdür. Tahmin edilen gerekçe ise, Yargıtay’ın teşkilat ve üye yapısına müdahaledir.

“Kuvvetler ayrılığı” ilkesine göre, parlamentonun kanun çıkarması ve yargının kararları bir hukuka aykırılık içeren müdahale olarak algılanamaz ve gösterilemez. Ancak bu yetkilerin kötüye veya keyfi kullanılmaması esastır.

Türkiye yargı konusunda 2010 yılı Anayasa referandumu sonrasında da aradığını bulamadı. Bir türlü yargının iş yükü azaltılamadı, yap-boz tahtasına dönen kanunlarla iş yükü aksine arttı, geçici çözümler yaraya pansuman gibi gözükse de tedavi edici olmadı. Bu sebeple, bir sistemi benimseyemeyen ve dolayısıyla istikrarlı hareket edemeyen, sürekli yasal değişikliklerin hedefinde olan yargı teşkilatına sahip olduk. Bu tür geçici yöntemlerle yargıda beklenen reformun ve iyileşmenin gerçekleşmeyeceğini, aksine bir ileri iki geri gidişin yaşanacağını belirtmek isteriz.

Yargının bağımsızlığını ve tarafsızlığını güvence altına alan kural ve uygulamalar esastır. Kimi rahatsız ederse etsin, bu söz doğrudur ve gereği yerine getirilmelidir. Elbette yargı erki de, hukukun evrensel ilke ve esasları ışığında çıkarılan kanunlara göre karar vermeli, en önemlisi de tarafsızlığını koruyabilmelidir.

Kanaatimizce, sorgu hakimliği geliştirilmeli, bölge adliye mahkemeleri faaliyete geçirilmeli, bu mahkemelerin görev kapsamı geliştirilmeli, yani yürürlüğe girmese de mevcut yasal düzenlemede bölge adliye mahkemelerine tanınan yetkiler artırılmalı, Yargıtay’ın iş yükü azaltılmalı, bu şekilde Yargıtay’a bir süre dosya gitmesinin önü kapatılmalı, Yargıtay’da bulunan dosyalar iade edilmeyip hukukilik denetiminden geçirilmelidir. Yargıtay’da bulunan dosyalar için “lehe kanun” sorunu da yaşanmayacaktır. Çünkü Yargıtay, önünde bulunan dosyalar açısından tabii/kanuni hakim/mahkeme güvencesine uygundur. Ayrıca, Yüksek Mahkemenin daha tecrübeli hakimlerden oluştuğu kabul edilir. Yargıtay içtihat mahkemesine dönüştürülmeli, zamanla daire ve üye sayısı azaltılmalıdır. Ceza yargılamasının kurtuluşu bu şekilde mümkün olabilir.

Şu an ise Yargıtay’ın daire ve üye sayısının artırıldığı görülmektedir. Bu değişiklik hangi sebeple yapılırsa yapılsın, Yargıtay’ın saygınlığını zedeleyebilecek ve yukarıda yer verdiğimiz önerinin hayata geçirilmesini de zorlaştıracaktır.

Keşke Yargıtay Başkanı basın açıklaması yerine, yaklaşık beş aydır konuşulan bu konuda Başkanlar Kurulu’nda bir heyet oluşturup, “diyalog” usulünü kullanmak suretiyle başta Adalet Bakanı olmak üzere, Başbakan, Cumhurbaşkanı ve Meclis Başkanı ile temasta bulunsa idi. Yargıtay Başkanı bu yöntemle eleştirilerini gündeme getirebilir, sorunları tartışmaya açıp önerileri ortaya koyabilirdi. Elbette Yargıtay ve Danıştay’ın yapısını etkileyebilecek bu tür değişiklikler, “kanun tasarısı” şeklinde ve tüm ilgililerin görüşleri alınmak suretiyle yapılmalıdır. Gerekçe ne olursa olsun, “kanun teklifi” usulü isabetli olmamıştır. Ancak bu husus, Yargıtay Başkanı’nın konuyu siyasilerle görüşmesini engellemez.

Yargıtay’da dosya sayısının 600.000 ve Danıştay’da da bu sayının 216.000’i aştığı dikkate alındığında, ilk aşamada Yargıtay’ın ve Danıştay’ın üye ve daire sayısının artırılmasında isabet olduğu düşünülebilir. Ancak bunun kalıcı bir çözüm olmadığı bilinmelidir. 516 üye ve onlarca daire, bir içtihat mahkemesi olması gereken Yargıtay’ın kimliğine ters düşmektedir. Bu sebeple, bölge adliye mahkemelerinin neden faaliyete geçirilemediği sorusu ön plana çıkmaktadır. Görülen o ki, 2010 yılı sonrasında yargıda yaşanan gelişmeler yarar getirmedi. Kimsenin yargıdan elini çekmeye de niyeti yok.

Son söz; Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nda yaşanan üye değişimi sonrasında, Yargıtay ve Danıştay için 2011 yılında yapılan toplu üye seçimi sonrasında yine toplu üye seçiminin yapılacağı, yine “iş yoğunluğu” gerekçesinin ön plana çıkarıldığı görülmektedir. Artık bundan dönüş olmadığı görülüyor. Umarım bu değişiklik, insanların hukuki güvenlik hakkına, yargı bağımsızlığına ve tarafsızlığına, kamu kudreti kullanıcılarına karşı eksilen “güven” duygusuna katkı sağlar. Umarım yeni üyelerin seçimi, çıkarılacak kanunla aranacak şartları taşıyan adaylar arasından objektif ölçütler gözetilmek suretiyle yapılır.


(Bu köşe yazısı, sayın Prof. Dr. Ersan ŞEN tarafından www.hukukihaber.net sitesinde yayınlanması için kaleme alınmıştır. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısının tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan köşe yazısının bir bölümü, aktif link verilerek kullanılabilir. Yazarı ve kaynağı gösterilmeden kısmen ya da tamamen yayınlanması şahsi haklara ve fikri haklara aykırılık teşkil eder.)