Hepimize oldu. Oluyor. Size de olmuştur: Türkiye ’nin bitip tükenmek bilmeyen şiddetle, öfkeyle örülü havasından dolayı gergin, mutsuz, huzursuz hissetmekten bıktığınız. Daimi yas halinden yorgun düştüğünüz. Mücadele etmekten yıldığınız. Ya da sadece ve sadece bu sınırların ötesinde birazcık daha iyi bir hayata sahip olma ihtimalini düşlediğiniz… Kaldırımda yürürken bir otomobilin altında kalmayacağınız, sokakta taciz edilmeyeceğiniz, kocaman parkları, yüz yıllık ağaçları, devasa sanat merkezleri falan olan büyük şehirlerde yaşamayı düşlediğiniz… Olmuştur. İçinizden “Tek bir, bir tanecik ömrüm var yahu. Onu da sürekli hayatımdan, çocuğumun geleceğinden endişe ederek mahvetmek istemiyorum artık” diye geçirdiğiniz…  

Suruç’ta başımıza gelen katliam ve ertesinde içine yuvarlandığımız şiddet girdabıyla birlikte, sosyal medya “Basıp gidiyorum Türkiye’den” isyanlarıyla dolmaya başladı. Daha önce defalarca kez olduğu gibi. Bu kez altlarına, vaktiyle çekip gitmiş olanların sitemleri de düştü. Mealen; “Güzel kardeşim, gideceğim diyorsun. Eyvallah, tutan yok. Ama gitmek, uzakta olmak da sandığın kadar kolay değil” diyenler oldu.

İnsan düşünüyor ister istemez: Burada kalanların, çaresizlik hissini sık yaşayanların zaman zaman hayalini kurduğu o ‘cennet yurtdışı’ ne kadar gerçek? Yüksek gerilim ve sonsuz absürdlük arasında gidip gelen, vazgeçmesi de pek kolay olmayan, durmaksızın kaynayan bu memleketi, gönüllü olarak, bir yolunu bulup da terk edince... Gittikten sonra yani, ne oluyor?

O ruh halini bize en iyi anlatacak kişiler, bir vakitler gerçekten canına tak edip de ‘Türkiye’den basıp gitmiş’ olanlar olabilirdi. Onlardan beşiyle; Başak, Zeki, Burçin, Hakan ve Leyla’yla ‘gitmek’ üzerine konuştuk.  

ÜÇ GÜNDE VİZEM ÇIKTI, ÜÇ AY İÇİNDE TOPLANIP GİTTİM!

Başak Yenier 32 yaşında, reklam sektöründe çalışıyor ve Londra’da yaşıyor. İngiltere’nin verdiği ‘high skilled migrant’ (yüksek kalifiye eleman) vizesinden haberdar olur olmaz yapmış başvurusunu. Vizesi üç günde çıkmış, üç ay içinde de toplanıp İstanbul’dan ayrılmış.

“O medeni, cennet yurtdışı var mı, sorusunun cevabı basit değil”, Başak’a göre: “Başta zorlandım. İngilizce’yi iyi konuştuğumu düşünsem de gelip İngilizlerin arasına karışmak farklı bir deneyim. Dili ne kadar anlasanız da kültürel kodlardan, gündelik olaylardan bihaber olmak, sosyalleşmeyi çok kısıtlıyor. İşyerinden arkadaşlarımla ‘pub’a gittigimizde, saatler boyu hiçbir fikrim olmayan bir şeyi tartıştıkları oluyordu. Bu kendinizi ‘geride’ hissetmenize neden oluyor. Bir gün bu toplaşmalardan dönerken sinirimden ağladığımı hatırlıyorum.”

YÖNETİM, ÖĞLE MOLASI HAKKIMA SAHİP ÇIKMAMI İSTİYOR

Alıştıktan sonrası ise şöyle: “Burada siz bir şey yapmasanız da sizin yerinize sizi koruyan bir düzen var. Hava azıcık sıcaklaştığında metroda ‘Susamasanız da mutlaka su içmeyi unutmayın’ diye anons yapılıyor. İki gün önce ‘Öğlen yemeği hakkınız, sizden iş istiyorlarsa ben öğlen yemeğine gidiyorum, bence sen de aynısını yap cevabını verin. Bu hakkı kimsenin elinizden almasına izin vermeyin’ diye yönetimden bütün masalara kağıt birakilmisti. İlk senem bittiginde bir gün posta kutumda 1500 sterlin tutarında bir çek buldum, devlet bana ‘Hesaplarını inceledik, gereğinden çok vergi ödemişsin, bu iademiz’ diye bir mektupla bu çeki yollamıştı. Anlattığım olaylarla ilk kez İngiltere'de karşılaştım.”

BEŞ YILDA BİR KERE BİLE TACİZ EDİLMEDİM

Başak, kadın olarak da farklı bir hayatın içinde: “Türkiye'de bütün hayatını toplu taşımada geçirmiş, sokakları tek başına arşınlamak zorunda kalmış bir insan olarak defalarca kez tacize uğradım. Burada çıplak çıksanız kimsenin sizinle ilgilenmeyeceği, metro ne kadar kalabalık olursa olsun insanların ‘personal space’inize (özel alan) girmemek icin takla attığı bir ortam var. Beş senede bir tane bile taciz olayı yasamadım. Buraya kadar cennet yurtdışı imajı çizmiş olsam da şöyle bir gerçeklik var ki; size mutluluk veren şey, formülize edilmis tanımlara uymuyor. Basit bir örnek: Bir ilişkide hiç kavga etmeden yaşıyorsunuzdur, diğerinde sürekli kavga-dövüş ama tutku ve aşk da vardır ve sizi daha çok mutlu eder. Her şeyin kurallara uygun olması çok mutlu olacağınız anlamına gelmiyor. Türkiye'de insanı daha hayatta, daha heyecanlı tutan bir şeyler var.”

TÜRKİYE UZAKTAN DAHA UMUTLU GÖRÜNÜYOR

“Türkiye’de olanları takip etmeyi hiç bırakmadım” diyor Başak: “Gezi sırasında Türkiye'ye gelemedim. İçim içime sığmıyordu. Gece-gündüz haber izliyordum. Annem 65 yaşında, eyleme gidiyor, en yakın arkadaşlarım, akrabalarım orada. Gaz kapsülüyle vurulanları duydukca endişeden aklımı yitiriyorum… Bir de Gezi sırasında insanlarda bir mutluluk vardı. O dayanışmanın içinde olmayı çok isterdim. En son Suruç'ta ölenlerin fotoğraflarına sosyal medyada bakarken oturup ağladım, Türkiye'deki olaylar çok canımı yakıyor. Ama kendim, Türkiye'nin geleceği açısından, orada yaşayan insanlara kıyasla daha umut dolu buluyorum. Oradaki konuştuğum insanlarda ciddi bir kızgınlık, vazgeçmişlik var. Gezi'deki dayanışma ve umut yok olmuş gibi. Benim tarafımdan bakınca, Türkiye’ye dair biraz daha umut var.”

GİTTİM VE OMUZLARIMDAN TONLARCA YÜK KALKTI

Zeki 35 yaşında, beş senedir Barselona’da yaşayan bir gazeteci. Gittiğinden beri garsonluk, köpek gezdiriciliği, editörlük gibi işlerle meşgul. Gitme sebepleri herkesinkiyle benzer ama cinsel yönelimi nedeniyle maruz kaldığı gündelik şiddetin de altını çizmek şart.
“Günde resmi olarak sekiz, gerçekte ise en az 10 saat çalıştığım, ofisten işe, işten ofise gidip gelirken yolda iki saat geçirdiğim, sokakta herhangi bir nedenle birinin beni öldürebileceğine dair korkular yaşadığım bir dönemde âşık oldum. Bu aşk hikâyesi olmasaydı gidebilir miydim bilmiyorum. 45 günlük vize, 500 avro ve bir bavul eşyayla Barselona’ya gittim.” 

SOKAKTA ŞİŞLENMEYECEĞİNİ BİLMEK…

İlk başlarda ‘kurulu bir hayatın üstüne çöreklendiğini’ anlatıyor: “Bir işgal evinde yer ayarlamıştım ama o zamanki erkek arkadaşım onda kalmamı istedi. Annem, babam ve kardeşimin, sevimsiz komşularımın olmadığı, akraba denen akbabalardan ırak bir cennetti adeta hayatım. Türkiye’deki hayatıma dair en büyük fark buydu. Sokakta şişlenmeyeceğim, sarhoş bir şoför tarafından ezilmeyeceğim, ‘Ne baktın birader’ deyip bıçaklanmayacağım hissi de büyük farklardan biriydi. Dil öğrenmek, aşkın tadını çıkarmak, yeni insanlar tanımak gibi tatlı, minnoş bir süreç de olduğu için arada dünyalar kadar bir fark vardı. Gitmiş olmak omuzlarımdan sanki tonlarca yükü kaldırmıştı. O hafifleme hissi sanırım hiçbir diyetisyenin size kazandırmayacağı bir his. O pasaport kontrolünden geçtikten sonra başlayan his... Büyüleyici... Bütün kaygıların kuş olup uçtuğu o an...”

Zeki'nin kendi fotoğrafını değil ama geçen hafta sosyal medya hesabında yer verdiği, konuya denk düşen bir görseli paylaşalım: 'Bu ülke bende ağır ruh ağrısı yapıyor'

GEY, KÜRT VE SOLCU OLDUĞUM İÇİN ŞİDDET GÖRMEKTEN BIKMIŞTIM

“Cinsel yönelimin, siyasi kimliğin, iş-güç durumların ve ülkenin politik vaziyeti buralardan çekip gitme kararına nasıl etki etti?” soruma “Her şey birleşip voltranı oluşturdu” yanıtını veriyor: “Zannetmiyorum ki bu ülkede herhangi birinin sadece bir tane derdi olsun. Geyim, Kürdüm, bir şekilde muhalefetin içindeyim... Bu durumların getirdiği ve bugün de kudurmuşcasına devam eden sorunlardan fazlasıyla yüklüydüm. Ailemle cinsel yönelimim nedeniyle yaşadığım sorunlar artmaya başlamıştı. Kısa aralıklarla sokakta saldırılara uğradım. Biri bıçaklıydı. Ya gey olduğum için, ya Kürt olduğum için, ya solcu olduğum için ya da üçü nedeniyle hakarete uğramaktan, şiddetten, çok çalışmaktan, emeğimin hakkını asla alamamaktan, insanların giderek daha da agresifleşmesinden, zaten çok az sahip olduğum güven duygusunu kaybetmekten, bu ülkede kalmanın bana hiçbir şey kazandırmayacağı hissinin her geçen gün güçlenmesinden, sevdiğim adamın elini sokakta, bir kafede tuttuğumda, onu öptüğümde suratımın ortasına yumruğu yeme olasılığının giderek şahlanmasından... Her şey beni buradan gitmeye teşvik etti.”

TÜRKİYE’DE OLANLARI SADECE İZLEMEK HİÇ KOLAY DEĞİL

Zeki de Türkiye’deki toplumsal mücadeleye direkt dahil olamama halinden muzdarip: “Yıllarca olayların içinde yer almış biriyseniz bir süre sonra olanı biteni sadece ‘izlemek’ hiç de kolay değil. İnsan burada olamadığı için deliriyor. Bunu hiç ülkesinden uzakta yaşamamış birine anlatamam. O sırada gelemeyecek olmak, arkadaşlarınızın gözaltına alındıklarını, şiddet gördüklerini sadece izlemek hiç kolay değil. Gezi zamanı günde yaklaşık 22 saat bilgisayar başında, internet üzerinden yapabileceğim ne varsa yapmaya çalışarak geçirdim. Çok az uyuyor, yemek yemiyordum. ‘Biz burada dayak yedik’ diyen çıkacaktır ama bunları ‘Ben de ne şahane insanım’ diye anlatmıyorum. Sadece şu; Gezi benim evimde de oldu, hayatımı kilometrelerce uzakta olmama rağmen etkiledi.”

BARSELONA CENNET DEĞİL, TÜRKİYE CEHENNEMLEŞİYOR

Zeki de ‘cennet yurtdışı’ meselesi için “Aslında yok, demek isterim lakin Türkiye her gün öyle el yükseltiyor ki ne yazık ki artık Türkiye dışında bir yerlerde yaşanılabilir yerler var, diyorum” diye özetliyor: “Ama her ülkenin kendi sorunları, oradakilerin kendi dertleri elbette oluyor. Yabancı düşmanlığı, ekonomik kriz, işsizlik... Ama Barselona bu tip sorunlarına rağmen; cennet değil ama yaşanabilir bir yer. Türkiye’ye dair hislerimi düşününce de cennetimsi bile diyebilirim. Ama bu hissin nedeni Barselona’nın cennet olmasından kaynaklanmıyor. Türkiye’nin giderek cehennemleşmesinden kaynaklanıyor. Eşimi, dostumu merak etsem de mutluyum İstanbul’da olmamaktan. Dürüstçe söyleyeyim, seçim öncesi oluşan umutlu dalga bende ‘Dönsem mi?’ hissi uyandırsa da seçim sonrasında yaşananlar beni hemen kendime getirdi. Sinirlenince de tabak kırıyorum. Süper stres alıyor.”

O CENNET YURTDIŞI BURASI EVET…

Burçin Ekici 35 yaşında. Üç senedir Almanya, Freiburg’da yaşıyor. İstanbul’da özel bir şirkette istatistikçi olarak çalışır ve Türkiye’den ayrılmak gibi bir düşüncesi de yokken eşiyle tanışınca işler değişmiş: “Eşim Alman ve Almanya da öğretmenlik okudu. Tamamlaması gereken bir buçuk senelik bir bölümü vardı, biz de Almanya’ya taşınma kararını aldık.”

‘SEN ALMAN DEĞİLSİN’, ONU BİR BİL DE...

Burçin’in ilk zamanları da ‘entegrasyon’ süreciyle geçmiş: “Dil kursuna başlayarak, bir restoranda bulaşık yıkayarak, zorunlu sınavlara girerek ‘entegrasyon’a dahil oldum.” Şimdilerde anaokulu öğretmenliği eğitimi alıyor, Burçin. Ve İstanbul’a göre daha sakin, kendisine fazlasıyla zaman ayırabildiği bir hayat kurduğunu söylüyor.

Gezi Direnişi, Burçin’in Almanya’ya ‘göç etmesinin’ bir kaç ay ertesine denk gelmiş. “İlk gün felaketti” diye hatırlıyor: “Olayları canlı izleyebileceğim bir medya kanalı aradım uzun süre. Hatta çok sinirlenip ‘Ulan’ dedim, ‘Alıyorum bileti, gidiyorum. Kaç param var, tamam, internet, uçak bileti, en ucuz, arattır… Yuh! Kaç Euro olmuş! Bundan bile rant ediyorlar… Oturmaya devam… Neyse, sinirli sinirli bir medya kanalı aramaya devam edeyim… En azından dışarı çıkayım, belki şehir merkezinde eylem yapan birilerini bulurum. 10 gün sonra eylem yapan birilerini buldum. 250-300 kişilik bir grup. Hemen dahil oldum. Bu arada gözüm polis ariyor. Dört, yanlış olmasın altı polis saydım. Onlar da trafiği durdurup, grubun geçmesini sağlıyordu. Tabii polis yanlısı bir resim çizmek istemem. Polisin burada da uyguladığı duygusal bir şiddet, ezicilik var. Tipimden midir artık bilemiyorum, çok zaman polis tarafından durduruldum ve bisikletimin (evet bisiklet, her bisikletin bir numarası varmış, şase numarası gibi) çalıntı olup olmadığını kontrol ettiler. Sende ‘Sonuçta sen bir Alman değilsin, önce bunu bir bil duygusu’ yaratılıyor.”

BURADAKİLERE POLİS ŞİDDETİNİ ANLATMAK ZOR

“Burada olup biteni duyduğunda, öfkelendiğinde ne yapıyorsun?” diye soruyorum: “Yeri geliyor insan iki laf edecek başka bir insan evladı arıyor. ‘Alman’ arkadaşlarla konuşuyorsun ama aynı duygu taşıyan, aynı şiddeti görmüş biriyle yaptığın konuşma gibi olmuyor. ‘Polis Türkiye’de çok şiddet gösteriyor, neden?’ ‘Ya şimdi ne diyeyim ben sana… Hakkını arıyorsun ya işte eylemlerde falan, aslında ‘arama’ demeye getiriyor. Ya da şöyle yapalım, sen önce bir 1 Mayıs’ta Türkiye’ye git (1 Mayıs’ta insanlar trekking’e, parklara, termale gidiyor burada), biraz gaz ye, sonra beni daha iyi anlayacaksın.’ Gaz yedikten sonra içtiğin biranın tadını vermiyor yani.”

Yine de ‘gitmiş olmaktan’ mutlu olanlardan, Burçin: “Sadece Almanya’yı göz önünde bulundurarak diyebilirim ki işte o medeni cennet yurtdışı yaşadığım şehirde şu anda. Bir yandan pratik hayatın ögeleri –burada ‘kendo’, ‘didgeridoo’ kursu gibi ilgi alanlarına vakit ayırıyorum- olsun… Her şey yolunda… Bir yandan da ‘Şu anda orada olabilmeyi isterdim’ düşüncesi tabii ki kafamdan çıkmıyor.”

KAÇIP KURTULMAK DİYE BİR ŞEY YOK

Müzisyen Hakan Vreskala 15 senedir Stockholm’de yaşıyor. 36 yaşında ve albümler, konserler derken Türkiye’ye sık gelse de asıl evi uzun yıllardır ‘Stockholm’. 2000’lerin başında, İTÜ’de mühendislik okumaktayken, üniversiteyle ilişkisi aniden kesilince, kendi deyişiyle ‘hâlâ birçok insanın Avrupa görmediği, parasının yetmediği, internetin bu kadar aktif olmadığı ve vizenin zor alındığı zamanlarda’, ilk bulduğu ülke olan İsveç’e 45 günlük turist vizesiyle atlayıp gidiyor. İlk yıllar sokak müzisyenliği yapıyor, Kraliyet Konservatuvarı’nda eğitim alıyor ve o şimdi bugün pek çok insanın ‘Kurdi Nizanım’ını, ‘Dağılın Lan’ını ezberden söylediği bir müzisyen.

“Yurtdışına kim giderse gitsin memleket özlemi çeker” diyor Hakan: “Sanırım kendindeki ilk değişiklik ne kadar doğulu bir toplum olduğumuzu fark etmemiz. Bu toprakta doğup, derdi sevmemek olmaz. Dünyanın en monoton ülkesinde yaşıyorum ve hergün saatlerce ülkemin sorunlarıyla ilintili bir hayat sürüyorum, tamamıyle mantıksız. Ama herkes böyle anladığım kadarıyla, işin kötüsü eskisinden daha angajeyim. Diasporada hayatın tanımı bu oluyo biraz. Çok sıkıntılı bir durum, yeniden bir hayat tanımlamak gerekiyor yoksa bu yolun sonu muhafazakârlık.”

IRKÇILIĞIN NASIL BİR BELA OLDUĞUNU ANLAMAK...

Kendi ifadesiyle yaşadığı İsveç, ‘medeniyetin görsel tüm kuramlarının’ mevcut olduğu bir ülke: “Okulda anadil dersleri, engelliler için önünüzde eğilen otobüsler, bisiklet yolları, tatildeyken bile hastaysan tatilinden rapor almak…” Aması da var: “Parlamentoda yüzde 20’ye yakin Nazi sempatizani bir parti var. Irkçılığın nasıl bir bela olduğunu anlamanız için yaşamanız gerek. Bana sadece ve sadece bakarak benden tiksinen, sataşan insanları görmeye başladım sokaklarda. Türkiye'deyken siyasal kamplar az çok belliydi ama refah toplumu olan ve sosyal güvenliğin bu kadar gelişmiş olduğu bir ülkede bu nefreti anlamak imkânsız. Sanırım Avrupa yaşamına damgasını vuran bu ırkçılıkla yaşamayı öğreneceğiz çünkü güçlenecek gibi gözüküyor.”

HERKES BİR DÖNEM DENEMELİ...

“Herkesin heves ettiği yaşta gittim, herkesin dönmek istediği yaşta da dönmek istiyorum ama zor” diyor Hakan: “Kaçıp kurtulma diye birşey yok. Eski problemlerinin yerini yenisi alıyor. Mesele, o yeni ‘sen’i beğeniyor musun? Yeni bir 'sen'i yaratman gerektiğinin farkında dahi değilsen zaten hiç girme bu toplara. Eğitim seviyen veya geldiğin sınıfın seni kurtarmaz. Taşınmak sosyal bir zorluk, dertlerin bitsin diye gidiyorsan yeni dertler uçaktan indiğin anda başlıyor. Arkadaş, iş, mizah, barınma... Ama derdi seversen, türlü türlüsüne varım dersen harika! Herkese kendini tanıması için mutlaka bir dönem başka ülkede yaşamasını tavsiye ederim.”

‘CENNET YURTDIŞI’NA İNANMIYORUM

Leyla Cömert 26 yaşında bir sinemacı. Yedi senedir, Polonya’nın Lódz şehrinde yaşıyor. Dümeni, henüz 19 yaşındayken Polonya’ya kırmasının sebebi Türkiye’de istediği gibi bir sinema eğitiminin olmaması. Lódz’daki sinema eğitiminin son senesinde, lisanı bir senede öğrenmiş, üç kız arkadaşıyla LeLe Crossmedia Production adlı bir şirket bile kurmuş.

19 gibi genç bir yaştan beri uzaklarda olmak pek kolay olmamış: “İlk seneler inanılmaz zordu. Olayları duyunca hepten köpürüyordum. Memlekette olan olayları gördükçe, okuduğum okulun iyi olması bir şey ifade etmemeye başlıyordu. Oradaki yakın arkadaşlarıma anlatıyordum. Bazen daha da kızışıyordum konuşurken, çünkü ‘Bir şeyler eksik, hiç olmazsa ana lisanımı konuşarak şu memleket hallerini istişare etsem’ diyordum…”

Leyla ‘cennet yurtdışı’ mitine inanmıyor: Her yerin kendine has problemleri, güzellikleri var. Nereye gidersem gideyim bunların parçası olmak isterim ama son zamanlarda Türkiye'de de bir yaşantımın olması bana çok cazip ve anlamlı geliyor.”

EVİNE DÖN, PİS MÜSLÜMAN!

“Kaçıp kurtulma nasıl oluyor ben de bilmiyorum aslında” diyor: “Vize olayları, oturma izinleri acayip zor. Evime, yurt odama yapılan polis kontrolleri, yalnızca Müslüman ülkeden olduğum, kadın olduğum için okulda karşılaştığım bir ton tuhaf yaklaşım da vardı. Bir gün sokakta yürürken laf atmıştı adamın teki ‘Evine geri dön pis Müslüman’ gibi bir şey. Orada da var belli bir nefret Müslümanlara, siyahlara, yabancılara karşı. Yabancılar ellerinden işlerini alıyor gibi... Daha yüzeysel ya da korkutucu motivler de var tabii. İyi olan bir ton şey de var. Orada tanıştığım arkadaşlarımı unutamam. Okula da inanılmaz müteşekkirim...”

GİTMEK İSTEYENLERİ ANLIYORUM AMA...

“Tanıdıklarımın ‘Gitmek istiyorum’ tarzı şeyler yazdıklarını görünce biraz sinirleniyorum. Ama anlıyorum da” diyor Leyla: “Bıkkınlıkkarını anlayabiliyorum ama bu terk etmeye yönlendirmemeli insanları. Zaten gidilmek istenen ülkede de hazır bir düzenin yoksa o zaman seni bir mücadele bekliyor demektir. Gidilen yerde de bilimum sıkıntı olacaktır. Bu sıkıntıları da toplumun bir üyesi olarak kişi tanımalı bence, sürece dahil olmalı. O halde, neden burada olmasın?”

 
Haber: BAHAR ÇUHADAR - Radikal