Mine Şenocaklı / VATAN

Köşesinin yer aldığı gazete “Ergenekon yanlısı” diye görmüştü. Oysa o tümüyle hukuktan yana, sağduyuyla yazmak için o köşedeydi. “Kim olursa olsun, en canavar hükümlünün, Garipoğlu’nun, Öcalan’ın bile hukuka ihtiyacı var. Hukuk, Ahmet’e, Mehmet’e göre değişmez” dedi ve hiç taviz vermedi. Referandum sürecini de, Ergenekon davasını da eleştirdi. Nasıl ki Erdoğan’ı mahkûm eden kararı eleştirdiyse ya da Anayasa Mahkemesi’nin başörtü ve 367 kararlarını... O zaman onu alkışlayanlar, bugün saldırıyor...

Yine de kimseyi suçlamamaya özen gösteriyor, “Yazılarıma asla müdahale olmadı, ama başka yollarla iletiler geliyordu” diyor Eski Yargıtay Başkanı Prof. Sami Selçuk. İşte bu yüzden o da köşesinde mesajı bangır bangır bir yazı yazdı, üstelik bir de akrostiş ekleyerek! Ne garip, onu bile anlayan çıkmadı, kendi gazetesi de buna dahil... Bir hafta sonra arayıp, “Hocam yazınız gelmedi” dediklerinde fark etti ki, onu duyan yok! İşte taraflaşarak körleşmenin en acı kanıtı, bir veda yazısı!

Bıkan çok, bu körlerle sağırlar diyaloğundan... Anayasa değişikliği referandumu ve Ergenekon tutuklamaları üzerine yapılan tüm tartışmalar, köşelerdeki görüş beyanları, bir boks maçı sanki... Dinlemek yok, düşünmek yok, sadece “Karşı tarafı nasıl nakavt edebilirim?” diye masaya oturanlar var... Sözler önceden belirlenmiş, kulaklar tıkanmış. Ve ne garip ki birkaç kişi dışında, herkes durumdan da, kendinden de memnun! Memnun olmayanlar ise tartışmayı sessizce terk ediyor. Öyle bir terk ediş ki bu, kimse farkına varmıyor bir süre toz dumandan... Kendi gazetesi, hatta onu eleştiren genel yayın yönetmeni bile! Üstelik bir akrostişle dört yıl boyunca yazdığı köşeyi terk edeceği mesajını veren isim Türkiye’nin ceza hukuku konusunda en önemli ismi!.. Eski Yargıtay Başkanı ve Bilkent Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Sami Selçuk... Selçuk, bugüne kadar her çıkışıyla ezber bozmuş, hiçbir zaman taraf olmayan, doğru bildiğini söyleyen, gerçek bir hukukçu ve bilim adamı! Star Gazetesi’ndeki yazıları önce kendi gazetesinden tepki almıştı. Takım oyununa uymuyordu zira. Yine de o, “Yanlış anlaşılmasın, hiç müdahale olmadı” diyor o sağduyulu tavrıyla, ama eleştiriliyordu bu bir gerçek! Cemaatten biri olmuyordu, tek cemaati doğru olanı söylemek olduğundan! Yine burada belirtelim ki, yanlış anlaşılmasın, anladığınız anlamda belli bir cemaat değil, bildik gruplaşma, kutuplaşma... Böyle bir ortamda daha fazla köşesini sürdüremeyeceğini anlamış Prof. Selçuk, son yazısında da, aslında göz nuruyla okunsa mesajını da akrostişi çözmeye gerek bırakmayacak şekilde vermiş. Ama!.. İşte tam da tartışmaların nasıl kör döğüşü olduğunun kanıtı, ne kendi gazetesinin yazı işleri fark etmiş, ne de diğer gazeteciler. Tabii ben de, ki Sami Bey ile üç söyleşi yapan bir gazeteci olarak, yazıyı okumuş ve “Bir gariplik var ama...” demiş, o harala gürele de unutup gitmiştim. Ta ki Hürriyet’te çıkan habere kadar. Hoş, zaten bir tek akrostişi fark eden olmuş koca ülkede, o da Yaşar Kemal!
İşte bu sessiz ve ironik ayrılışı ve tabii ki Arap saçına dönen referandum tartışmalarını konuşmak üzere gittim dördüncü söyleşiyi yapmaya Selçuk’la... Yine aynı sakin, bilimsel, tarafsız üslubuyla anlattı hem akrostişin meailini hem de bu sonuca varmayacak tartışmalardaki yüzeyselliği... “Ben bu kararımla gazetenin elini rahatlattığımı düşünüyorum. Çünkü bütün yazarlar aynı paralelde yazıyordu. Bir tek ters düşen bendim” diyor Selçuk. Ne güzel işte, artık o gazete de tam istediği gibi tek ses!

Düşünce insanı kemirir ama...

Hocam, neden Star’daki yazılarınıza son verdiniz? Hem de akrostişle?

Albert Camus’nün Sisif Efsanesi diye bir kitabı var. Orada ilgimi çeken bir sözü var Camus’nün. Diyor ki, yıllar önce birisi bana bir emlakçıdan söz etti. Beş yıl önce kızını yitirmiş. Sonra intihar etmiş, emlakçı. Demiş ki ölmeden önce, “Kızımı yitirdim. Her gün bu düşünce içimi kemiriyor.” Bakın çok önemli. Ve oradan bir giriş yapıyor Camus. Diyor ki, “Düşünen insan sürekli düşüncelerle kemirilen insandır.” Düşünen bir insansanız düşünce sizi kemirecektir, bundan vazgeçemezsiniz. Düşünce insanı kemirir. Ama Türkiye düşüncenin kemirmesine bir türlü alışamadı. Düşünce sizi rahatsız edecektir. Bunu şehvetle benimseyeceksiniz. Ama Türkiye, benimsemek şöyle dursun, buna katlanamıyor bile. Farklı bir düşünce görünce, o düşüncenin insan beynini ve vicdanını kemirmesine izin vermiyor. Belki de bu bizim eğitim sistemimizden kaynaklanıyor. Bakıyorsunuz, biri size demokrasi söylevleri çekiyor, düşünce özgürlüğünden yana olduğunu söylüyor. Biraz onun düşüncelerine aykırı sözler söylemeye görün, katlanamıyor, hemen saldırıya geçiyor. Ardından da hoşgörüden söz ediyor. Oysa hoşgörüde katlanma öğesi vardır. Siz benim düşüncemi benimsemeseniz bile, onu sergileme hakkımı savunmalısınız. Eğer demokratsanız elbette! Değilseniz, zaten içinizde bir faşizm canavarı var demektir. Her tartışmada dikkat edin, karşınızdaki sizin yanlışlarınızı da söylemiyor, yaşam biçiminizdeki yanlışları karıştırıyor işin içine! Siz zaten şöylesiniz, böylesiniz diye... Bunu anlamakta hep güçlük çekmişimdir. Bakıyorsunuz, adam diyor ki “Sen de zaten dini inançlarını işin içine karıştırıyorsun ya da etnik kökenini. Sen zaten şusun!” Ne ilgisi var? Bunu hiç anlamıyorum. Kanımca Türkiye öğrenim sistemini a’dan z’ye gözden geçirmeli. Demokrasi eğitimi daha ailede başlamalı. Çocuk 2 yaşına geldiği zaman karşı tarafa saygılı olmayı öğrenmeli. Bizde bu öğrenim yok, eğitim var. Hiçbirimiz öğrenimden geçmedik, eğitildik sürekli. Çocuklarımız da geçmedi. Bu bizim açığımızdır. Ve şunu da söyleyeyim, ben bugüne kadar demokrat olduğunu iddia eden çok önder gördüm ama demokrat öndere rastlamadım.

Ecevit de dahil mi?

Evet. Neden diyeceksiniz, rahmetli Ecevit de partisinde son derece katı bir disiplin yürütüyordu. İki, Ecevit belki de liderlerin arasında en demokrat olması gerekendi, öyle görünüyordu, ama diyelim ki Sayın Demirel’in cumhurbaşkanlığı seçiminde ne yaptı, bütün milletvekillerini izledi. Hangi oyu kullandıklarını görmek için. Oysa o konuda milletvekillerinin tamamen özgür olması, Ecevit’in de demokrat bir lider olarak bunu sağlaması gerekiyordu. Ama o bunun tam tersini yaptı.

Anayasa değişikliğinde referanduma sunulacak metnin oylanmasında da Erdoğan aynısını yaptı...

Evet. Milletvekillerini rahat bırakmalıydı. Oysa Anayasa’da yapılan değişikliklerle ilgili grup kararı vs. alınamaz. Aslında grup kararı alınmadı ama görünüşte alınmadı. Aslında bir grup kararı var! Bizde grup kararı zaten liderin kararıdır. Grup diye bir şey de yok çünkü, lider var. Niye lider var? Çünkü Türkiye’de Türk insanı milletvekilini seçmiyor. Daha önce konuşmuştuk. Kim seçiyor? Lider kimi gösteriyorsa millet onu seçiyor. O bakımdan bütün milletvekilleri milletin vekilliğini değil, genel başkanın vekilliğini üstlenmiş oluyor. Onun için ben sürekli olarak dedim ki, eğer bir anayasa değişikliği düşünüyorsanız, yepyeni bir anayasa yapamasanız bile bunu bütünüyle ele alalım. Yani her alandaki boşluklar üzerinde duralım. Diyorsunuz ki, TBMM Anayasa Mahkemesi’ne üye seçsin. Tamam, ben kabul ediyorum bunu, doğrudur çıkış noktası. TBMM Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’na da üye seçsin. Onu da kabul ediyorum. Ama bir tek koşulla! Milletvekili de parti başkanına karşı özgür olacak. Onu da sağlayalım. Yüzde 10 barajı kalksın, milletvekilini halk seçsin. Yani halk kendi gösterdiği adayını seçsin, o zaman kabul. Ama onun dışında yaparsanız yanlışlık bulaşıcıdır. Ne yapacaktır, milletvekilini parti genel başkanı aday gösterdiği için, o milletvekili parti genel başkanının ağzına bakarak o kimi gösterdiyse Anayasa Mahkemesi ya da HSYK’ya onu seçecektir. Olmaz! O zaman ne olur? O kişi parti genel başkanına bağımlı olur. Yani bu bir bütündür. Bir yerde yanlışlık yaptınız mı, öbür yanlışlıklar çığ gibi, birbirine eklenerek büyür. Onun için Anayasa’da yapılmış olan değişikliklerin önemli olanları beni tatmin etmiyor.

Bunları gazetedeki köşenizde de dile getirdiniz... Peki niye akrostişle veda ettiniz? Aksi mümkün olmaz mıydı?

Yazarken aklıma geldi. Dedim ki, akrostişle yazayım. Zaten içeriğinde verdim mesajımı. Ayrılacağım belliydi. Çünkü, sözgelimi “Doğruyu söyleyen dokuz köyden kovarlar” diyordum. Ben o mesajı orada verdim. Sürekli olarak doğruları yazmaya çalıştım o gazetede.

Gazetenin kimliği ile mi uyuşamadınız?

Gazetenin kimliği beni ilgilendirmiyor. Benim işim, yaşam biçimim ortada. İki kimliğim var: Hem bilim insanıyım, hem de yargıç. İkisi de hem nesnel olmayı öğretti bana hem de yansız olmayı. Kendime bile yansızım ben. Kimileyin yanlışlarımı söylüyorum. Geçmişte şöyle bir karar verdim, yanılmışım diyorum. Niye yanılmışım? Çünkü o kavramı yanlış anlamışım ya da hukuk hükmünü yanlış yorumlamışım diyorum. Benim görüşüm çürütülemez diye inatla devam ediyorsanız zaten o görüş değildir. Bir tarafı mutlaka aksıyordur.

Kaç yıldır yazıyordunuz Star’da?

Yaklaşık 4 yıldır.

Sadece yasaya uyun diyorum!

Yazılarınıza müdahale oluyor muydu?


Hayır, hiç müdahale olmadı. Buna zaten izin vermezdim. Yazılarıma hiç karışan olmadı. Ama kimi iletiler geldi. Sözgelimi, gazetenin sayın genel yayın yönetmeni geçen yıl mayıs başlarında “Batıgil Demokrasinin ve Hukukun Doğugil Serüveninden Kesitler / Adıyla Siyasallaşan Dava: Ergenekon” adlı kitabımın yayımlanması üzerine, “Yazarımız Ergenekon’u mu savunuyor!” başlıklı bir yazı yazdı. Orada geçen temel cümle şu idi: “Çevremdekiler, ‘Yoksa Sami Selçuk Ergenekon’u mu savunuyor?’ anlamına gelen sorular soruyorlar.” Daha sonra kimi işaretler aldım. Ancak haksızlık etmeyelim, yazdıklarıma başka türlü karışan olmadı. Kararı da kendim verdim. Gazeteyi rahatlatmak istedim. O kadar.

Burada şunu söyleyeyim, aslında bu başlık hukukçu için ürkütücüdür. Benim işim hukuku savunmaktır, kişilerle ilgisi yok bunun. Kimse şunu unutmasın; herkesin hukuka gereksinmesi var, idam cezası hükümlüsünün, en canavar hükümlünün bile, Ergenekoncuların da, Garipoğlu’nun da, Öcalan’ın da, benim de, sizin de. Ayrımsız bütün siyasetçilerin de. Birinin haklarını savunmak, hukuku savunmaktır; kişiyi değil. Hukuka hizmet görevdir.

Öcalan için şu anda hukuk yerine getiriliyor diyebilir miyiz peki?

Şu anda uygulanan infaz sisteminin doğru olduğunu düşünüyorum ama ayrıntıyı bilmiyorum. Yalnız biliyorsunuz, AİHM bundan önceki aşamada yapılmış olan yargılamanın beş noktadan yanlış olduğunu söyledi. Şimdi AİHM, ki orada bulunan yargıçlar içinde Türk yargıçlar da vardı, onlar Öcalan’dan yana mı olmuş oluyorlar? Hiç böyle bir şey olabilir mi? Öcalan, hukukun ve benim karşımda bir sanıktır ya da hükümlü. Gerisi, onun etnik kökeni, şusu, busu beni hiç ilgilendirmez. Ben hukukçuyum. Suçlunun eylemlerini yargılarım, dinsel ya da siyasal inançlarını değil. Yargılamada yanlışlıklar varsa onları da söylerim. Söylediğim zaman ben Öcalancı mı olacağım? Böyle bir şey olabilir mi? Şimdi Ergenekon’da yargılanan insanların hukuka ihtiyacı yok mu? Niye avukat tutuluyor? Elbette onların haklarını savunacak insanlar olacaktır. Hukukun ne dediğini söylediğinizde, bazı maddeler onlardan yanaysa şimdi siz Ergenekoncu mu olacaksınız? Ben bu ilkelliği anlamakta güçlük çekiyorum.

O maddeleri görseniz de susmanız mı bekleniyordu sizce?

Onu bilemem. Bakın son olaylarda ben dedim ki, “Başka bir yasa varsa söyleyin bana. Benim elimde tek bir yasa var; Ceza Yargılaması Yasası. Siz ancak buna göre işlem yapabilirsiniz. Sıfatınız yargıç olsa da, savcı olsa da bu Yasanın dışına çıkamazsınız.” Biz bu insanlar için yakalama emri çıkarttık deniyor. Neden çıkarttınız? İşte tutukluğa sevk etmek için, kaçmasınlar diye... Böyle bir yetki var mı burada? Hayır. Nereden çıkartıyorsunuz? Ceza Yargılaması Yasası’nın 98. madde ve 3. fıkrası açık. Kovuşturma başlamışsa, ki başladı, iddianame kabul edildi mi kovuşturma aşaması başlar, bu evrede, bu insanlar hakkında sizin kaçak işlemi yapabilmeniz için önce onları davet etmeniz gerekiyor. Kaçarsa o zaman kaçak işlemi yaparsınız. 247. madde açık. Yoksa böyle bir işlemi yapamazsınız. Şimdi ben bunu söylediğim zaman, “Bu kişileri yargılamayın, bunlar suçsuz mu?” diyorum, peşin peşin. Hayır, demiyorum. Sadece “Yasaya uyun” diyorum. Yaptığınız işlemler yasa içinde olmalı” diyorum. “Yapılan işlem yasal ise bana anlatın ya da başka bir madde var mı bana gösterin o zaman” diyorum. Yok. Ben diyorum ki “Ben yargıcım bu maddeler beni bağlar, sizi de bağlar. Öyle maddeleri çarpıtarak, işlem yapamazsınız. Eğer bunun dışında bir yasa varsa söyleyin, yoksa bu işlem sakat” diyorum. Şimdi ben böyle diyerek bu yargılanacak insanları mı savunuyorum, yoksa hukuku mu? Maddeleri savunuyorum. Beni gerisi ilgilendirmiyor. Bu kişi AK Partili biri de olabilirdi, BDP’den biri de olabilirdi. Beni kişiler değil, hukuk ilgilendiriyor. Yapılan işlem ilgilendiriyor. Sadece yapılan işleme bakıyorum, yasaya uygun mu değil mi? O kadar basit ve sade. Ve şunu hep söylüyorum, Ceza Yargılaması Yasası suçsuzların yasasıdır, suçluları ayıklamanın yasasıdır. Onun için yasanın bütün kurallarını uygulayacaksınız. İnsan onuruna, şerefine özen göstereceksiniz, insan haklarına özen göstereceksiniz. Yıllarca müsteşarlık yapmış, valilik yapmış, bakanlık yapmış bir adam hakkında işlem yapıyorsunuz, polise bakıyorsunuz, kafasını bastırıp arabanın içine itiyor o kişiyi. Bırak be adam, o insan kaçmıyor ki! Bu yapılan insan haysiyetine aykırıdır. Bir devlet insan haysiyetine hem uyacak hem de onu koruyacaktır. Yoksa devlet görevini yapmıyor demektir. “Polis, devlet değildir” diyemezsiniz. Sizin adınıza yapıyor bu görevi. Böyle bir şey olabilir mi?
Cemaatçi yaklaşım...

Az önce herkesin hukuka ihtiyacı var, Garipoğlu’nun, Öcalan’ın bile dediniz...

Kesinlikle. Ben Sayın Erdoğan hakkında verilmiş olan hükümlülük kararını da eleştirdim. Eleştirmekle kalmadım, kitap yazdım. Bu Perinçek hakkında da olabilirdi. Beni hiç ilgilendirmiyor kişiler. Baktım karar bu. Hukuk kuralları da şu. Karşılaştırdım ve yanlış dedim.

Neye dayandırmıştınız bunu?

Uygulanan maddedeki suçun öğeleri oluşmamıştı çünkü. Bugün de aynı şeyleri savunuyorum. Sürekli söylüyorum, ben orada bir kişiyi savunmuyorum, hukuku savunuyorum. Kişilerle ilgim yok benim. Bir anayasa değişikliği metni geldi bakın önümüze. Bu metni BDP de hazırlayabilirdi, CHP de... Benim görüşlerim aynı görüşler olurdu. Kimin hazırladığı önemli değil, içerik önemli. Ben metne bakarım. Ahmet hazırladı, Ahmet’inki hep yanlıştır veya Ahmet’inki hep doğrudur demem. Böyle bir yaklaşım cemaatçi bir yaklaşımdır.

ESKİ YARGITAY BAŞKANI PROF. SAMİ SELÇUK: İLK YAŞAR KEMAL FARK ETTİ AKROSTİŞİ, TELEFONLA ARADI, KAHKAHALARLA GÜLÜYORDU!

Cumhuriyet döneminde yazı yazarken de başınıza bugünküne benzer şeyler gelmiş....

Ben Cumhuriyet’te köşe yazarlığı yapmadım. Arada yazı yolluyordum.

Son yazınızdan bir öncekinde, İlhan Selçuk’un vefatıyla ilgili olanda, Cumhuriyet’te de bazı engellemeler olduğunu dile getirmiştiniz ama...

Oldu tabii... Bu, ilk önce Anayasa Mahkemesi’nin başörtüsü kararıyla başladı. Benden o zaman bir yazı istenmişti. Üç yazı yazdım. Birinci yazı, Anayasa Mahkemesi’nin neden zorunlu olduğuna ilişkindi. İkinci yazı, verilen kararın hangi noktalarda gerekçesinin sakat olduğuna ilişkindi. Üçüncü yazı da, bu durumda yasama organı ne yapabilir konusundaydı. Birinci yazı hemen çıktı. İkinci yazıyı ise çıkartmak istemediler. Ben de dedim ki, “Ya hep, ya hiç!”

O kaç yılındaydı? 1991 mi?

Evet. O da yanlıştı tabii... Bugünkü gibi. Yaklaşım değişmedi.

n Veda yazınızdan sonra tepkiler ne oldu?
İlk önce Sabah Gazetesi’nin Ankara ekinde yazının bütünü verildi, hem de akrostiş şeklindeki baş harfleri büyükçe yazılarak bu durum dile getirildi. Çok şaşırdım. Bu yazıdan çok sonra bir telefon geldi. “Star’dan ayrılmışsınız” diye... Bir internet sitesinde haber çıkmış. Daha sonra birkaç gazete telefon etti, televizyonlar aradı. Hiç birini kabul etmedim. Ama Cem TV’nin başındaki zat arayıp “İlla biz bu konuyu haber bülteninde konuşalım” dedi. Stüdyoya davet etti. “Telefonla bağlantı yapalım” dedim. O zamana kadar hiç kimse akrostişi fark etmedi.

Sabah Gazetesi’ndeki habere rağmen mi?

Evet.

Bir tek Yaşar Kemal fark etmiş öyle mi?

Evet. O çok şaşırttı beni. Büyük dostum, büyük usta aradı, yazıyı çok beğendiğini söyledi. Fark etmiş akrostişi, kahkahalarla gülüyordu. “Ben de yapıyorumdum, o yüzden hemen gözüme çarptı” dedi.

Tanışıklığınız var mı önceden?

Tabii... Çok eskiden, 1970’li yıllardan tanıyorum... İlk gün ise bir hukuk felsefesi hocası aradı, yazının içeriğini beğenmiş, “Fevkalade hukuk felsefesi gözüyle” dedi.

GAZETENİN ELİNİ RAHATLATTIM

Peki gazeteden hiç tepki gelmedi mi?


Hayır. Ben o son yazıyı yazdıktan bir hafta sonra, haftada bir yazıyordum biliyorsunuz, yazı işlerinden bir arkadaş telefon etti, “Hocam yazı gelmedi” dedi. “Ben size geçen hafta mesajı verdim. Yazıyı göndermeyi düşünmüyorum. Bu kararımla sizi de rahatlatmak istedim. Çünkü anlıyorum ki, gazetedeki bütün yazarlar aynı paralelde yazıyordu, bir ben ters düşüyordum” gibilerden bir şeyler söyledim.

Sonra başkaları aramadı mı?

Hayır. “Ama işte” diye başladı arayan... “Hayır” dedim, “Benimle asıl muhatap olması gereken insan bugüne kadar beni aramadı.” Sonra da aramadı... Bana memnunum diyen olmadı. Ama memnun olduklarını düşünüyorum. Rahatlamışlardır.

Ben gazete için kayıp olduğunu düşünüyorum. Çünkü bir gazetede köşe yazarları ne kadar farklı olursa gazetenin okunurluğu ve güvenilirliği de o derece artar. Hürriyet gibi...

Radikal de öyle. Birbirine ters düşen görüşler var orada. Doğrusu da o. Siz tarafsız gazete dediğiniz zaman, eğer adının altında bu kelime varsa, tarafsız olmayı bileceksiniz.

Çok uzun düşündünüz mü bu kararı vermeden önce? Kararınızı netleştiren ne oldu?

Kimi yeni öneriler geldi. Onlara girmek istemiyorum. Aynı önerilerin başkalarına yapılıp yapılmadığını bilmiyorum ama kendimce bir soruşturma yaptım, “Aynı şeyler var mı?” diye, baktım, sadece bana yönelik olduğunu anladım. Dedim ki, artık eskilere eklenen yeni iletiler var. Örtülü bir biçimde söylüyorlar. Açıkça söylemek istemediler belki...

Yazıların içeriğiyle ilgili mi? Şunu yazın, bunu yazmayın gibi öneriler mi geldi?

Yok, başka şekillerde. O önerileri hiç sormayın. Ben de bunun üzerine yazıyı kestim. Yani ne onların “Bu nedir?” diye fazla üzerlerine gittim ne de fazla kendimi yormak istedim.

Akrostişle değil de direkt bir son yazı yazsaydınız yayınlanmayabilir diye mi böyle bir yolu seçtiniz peki?

Onu hiç düşünmedim. Son bir yazı göndereyim,
akrostişli olsun bitsin dedim. Hepsi bu!