TOLGA ŞİRİN
(Araştırma görevlisi, Marmara Üniversitesi, Anayasa Hukuku)

Türkiye’de anadili tartışması oldukça ‘eskilere’ dayanır. Evet, belki bu sorunun açıkça konuşulabilir hale gelmesi nispeten ‘yeni’ bir durum olabilir, ancak meselenin taraflarınca ileri sürülen tezler açısından bakıldığında, son tahlilde ‘yeni’ bir şey yoktur. Aslında bu konu üzerine söylenebileceklerin büyük bir kısmı çoktan tüketildi. 

Geriye sorunun çözümüne yönelik bir şeyler yapmak veya yapmamak tercihleri kaldı. Hal böyle olunca, gerçekten ‘yeni’ bir şey söylemek adına, etnik gerekçelerle değil, daha çok fiziksel gerekçelerle konuşul(a)mayan bir dile, ezici çoğunluğumuzun ‘duymazlıktan’ geldiği, işaret diline dikkat çekmek anlam kazanıyor. 

İşaret dili nedir? 
Dil, insanların düşündüklerini bildirmek için kelimeleri veya işaretleri kullandıkları iletişim aracıdır. Bu araç, ağız ve ses çıkaran organlar vasıtasıyla işitsel biçimde gerçekleşebileceği gibi; el, kol, surat ve gövde kullanılarak, harekete dayalı olarak görsel biçimde de gerçekleşebilir. Bu iletişim biçimlerinden ikinci kategori ‘işaret dilini’ oluşturur ve bu dil, daha çok işitme ve/veya konuşma engelliler tarafından kullanılır. Türkiye’nin taraf olduğu BM Engellilerin Haklarına İlişkin Sözleşme’de de ‘dil’ ifadesi, sözlü dili, işaret dilini ve sözlü olamayan diğer dilleri de kapsayacak anlamda kavranmaktadır. 

Tek dil yok! 
Hemen kaydetmek gerekir ki, tüm dünyada geçerli olan tek bir işaret dili yoktur. Farklı ülkelerde, bir veya birden fazla farklı işaret dili bulunmaktadır. Yine sanılanın aksine işaret dili, sadece engellilik sorununu aşmaya yönelik bir araç değildir. Öyle ki uluslararası literatürde, ‘işaret dilleri’, kültürel, etnik vb. bir topluluğa aidiyet ile ilişkili olarak ele alınmaktadır. Nitekim bu diller, kendilerine ait bağımsız tarihsel köklere sahiptirler. Dolayısıyla işaret dillerini kullanan ve nüfusun büyük bir kısmına göre sayısal açıdan azınlık durumunda kalan bu kişiler, özel bir dilsel kimliğe de sahiptirler. 

Örneğin anılan Sözleşme’de, taraf devletlerin İşaret dilinin öğrenilmesine, işitme ve konuşma engellilerin dilsel kimliğinin gelişimine yardımcı olmak yükümlülüğünden bahsedilmektedir ve yine Sözleşme’ye göre “Engelliler, diğer bireylerle eşit koşullar altında, kendilerinin özel kültürel ve dilsel kimliklerinin, örneğin işaret dilleri ve işitme engelliler kültürünün, tanınması ve desteklenmesi hakkına sahiptir.” 

Milyonlarca kişi var 
Türkiye’de ise yaygın biçimde, ‘Türk işaret dili’ olarak ortaklaştırılmaya çalışılan işaret dili geçerlidir. Ülke içinde işaret dili ile iletişim kuran kişi sayısına ilişkin net bir veri olmamakla birlikte, birkaç milyon kişinin kısmen veya tamamen konuşma ve/veya işitme engelli olduğu bilinmektedir. Bu durumdakilerin bütünü olmasa da, azımsanamayacak miktarının işaret dilini kullandığı söylenebilir.


Dünyadaki yeni anayasalardan örnekler

İşaret dili meselesi, uluslararası literatürde, özellikle dilsel azınlık hakları konusunda yapılan bütün önemli çalışmalarda kendisine yer bulur. Bu gerçeğe paralel olarak da, son dönemin bazı yeni anayasal değişikliklerinde da bu konu gündeme gelmiştir. Örneğin 1996 tarihli G.Afrika Anayasasında (A.Y.) işaret dili resmi diller arasında sayılmıştır. (md.6). Bu düzenleme, bir çok Afrika ülkesini etkilemiştir. Bu konuda Avrupa düzeyinde öncü ülke ise Portekiz oldu. 

1997’de anayasaya, devletin -eşitlik, kültürel ifade ve eğitim hakkı ışığında- Portekiz işaret dilinin korunması ve geliştirilmesi yükümlülüğü eklendi.(md.74) Portekiz Anayasasını, işaret diline 1999’da hazırlanan anayasasında güvence veren Finlandiya A.Y. (md.17) izlemiştir. Aynı yıl hazırlanan Venezüella A.Y’da da engellilerin kendilerini işaret dili ile ifade etme hakkı (md.81) ve TV yayınlarında alt yazı ile işaret dili tedarik edilmesi yükümlülüğü (md. 101) düzenlenmiştir. Avusturya A.Y’da 2005 yılında yapılan değişiklikle resmi dil düzenlemesinin altında, ‘Avusturya işaret dili’ bağımsız bir dil olarak tanınmıştır. (md.8) İrlanda’da ise ‘İrlanda işaret dilinin’ üçüncü bir resmi dil olarak tanınması gündemdedir. 

Görüldüğü üzere bu konu, mukayeseli veriler bakımından ‘yeni’ anayasal değişikliklerdir. Türkiye’deyse 2005’ten beri konuyla ilgili yasa ve yönetmelik düzeyinde kıpırdanmalar gözlemlenmektedir. Bununla beraber yapısal sorunlar da tüm ağırlığıyla ortada. Oysa ‘yeni anayasa’ tartışmaları, bu ağır sorunun aşılması yönünde ‘yeni’ bir imkan sağlayabilir. Yeter ki yeni şişeye eski şarap koyma niyeti taşınmasın.

Resmi dil, işaret dilini de kapsar mı?
1982 Anayasasının 3’üncü maddesine göre “Devletin dili Türkçe’dir.” Dolayısıyla anılan madde ‘Türk işaret dilini’ kapsamamaktadır.
Şöyle ki işaret dillerinin ülkedeki konuşma dilinden bağımsız bir niteliği vardır. Diğer taraftan 1982 Anayasası tutanakları incelendiğinde, bu konunun hiç gündeme gelmediği, yine Anayasa Mahkemesi’nin kararlarında, anılan maddenin ‘konuşma dili’ çerçevesinde ele alındığı, aksi bir yorumun ima dahi edilmediği görülmektedir. Keza süregelen devlet pratiği de bu tespiti doğrular durumdadır. Örneğin kamuya açık binalarda, tesislerde ve hizmetlerde, eğitim kurumlarında, adliyelerde, karakollarda, hastanelerde vb. kurumlarda bu dili bilen tercüman veya personel istihdamı son derece yetersizdir. 

Ayrıca devlet, bu dilin kullanımı ve tercümanlığına ilişkin yeterli bir eğitim pratiğinden de uzaktır. Özel televizyon, sinema vb. görsel iletişim araçlarında bu dilin etkili biçimde kullanılması için gerekli yükümlülükler yerine getirilmemektedir. Hal böyle olunca işaret dilini kullanan kişilerin, anayasada ‘herkes’ için öngörülmüş olan bir çok haktan (örneğin haberleşme, basın, sanat, adil yargılanma, çalışma vs. haklardan) mahrum kalması söz konusu olmaktadır. Bu durum, azınlık haklarına saygı ilkesine ve bizzat anayasada öngörülen eşitlik ilkesine aykırılık teşkil etmektedir.


Radikal