Olayın ertesinde gazetelerdeki resmine, her önüne gelen insana “oğlum mu?” diye bakan gözlerine uzun uzun baktım. Can evimden vuruldum.

Yaşaran gözlerimle önce “Oğlum yüzme de bilmezdi, suyun içinde ne yaptı?” dediğini okudum. Sonra da iç sayfalarda umutsuzluğunu dile getirerek, “Gelir mi diye yola bakıyorum, ama gelmiyor! Dört gündür ağlıyorum. Çocuklarımı çok zor şartlarda büyüttüm. Tezcan, tam bir ekmek bulmuştu, onu da yiyemedi. Zaman geçmiyor. Ama umudumu yitirmiyorum. Şu koca dağlar eridi de göstermedi bana çocuğumu. Dört gündür şuradan gelecek diye beklerim. Ama yok. Gelir mi diye yola bakıyorum, ama gelmiyor. Geceleri uyuyamıyorum. ‘Ocağa gitme artık’ diye kaç defa söylememe rağmen beni dinlemedi.” diyor ve sonra da haklı olarak, “Gitti mi benim oğlan şimdi, saklamayın?” diye soruyorsun, dilini yutmuş sorumlu devletine.

En sonunda da senin kişiliğinde ve koşullarında iki odalı kerpiç evlere hapsedilen çoluk çocuğu, torunları, gelinleri, yaşamın acımasızlığını tadan milyonları düşündüm.

Boğazıma yumruk gibi bir şey gelip oturdu sanki, inanılmaz bir eziklik duydum.

Varsılların ocaklarında boğaz tokluğuna, geç ödenen ücretlerini alacakları umuduyla çalışıp didinirken can veren ah o yoksul insanlar! Merhum babam da onlardan biriydi. On altısında girdiği zehirli kurşun ve krom madeni ocaklarından ancak otuz dördünde kurtulabilmişti.

Babam, namuslu bir kahramandı, benim gözümde Ayşe Ana. Tıpkı senin Tezcan’ın gibi. Kafasındaki unutamadığım yaraları, bereleri de bu kahramanlığın izleriydi.

Değerli Ayşe Ana,

Biliyorum. Ne söylesem boş. Çetin, çileli, acımasız yaşamın yüzüne yonttuğu derin çizgilerden mi, beş yavruyu büyütmek için yaptığın onca çırpınışların boşa gitmesinden mi, gövdeni sürükleyerek taşımaya çabalayan hasta ayaklarından mı, yaşamının sonbaharında yediğin bu darbeden mi yoksa Anayasa’sının 5’inci maddesiyle “kişilerin gönenç, dinginlik ve mutluluğunu sağlama(yı); … kişinin temel haklarını… toplumsal hukuk devleti ilkesiyle bağdaşmayacak biçimde sınırlayan … ekonomik ve toplumsal engelleri kaldırmay(ı), (kişinin) maddi ve manevi varlığını geliştirmey(i)” bir yükümlülük olarak üstlenen devletten mi ya da o Anayasa’nın bütün hükümlerini yerine getirme sözünü, berikine, ötekine, sana, onlara yemin billah söz verenlerden mi söz etsem sana, bilemiyorum.

Aslında Ayşe Ana, orada tükenen senin umutların, yaşanan senin acıların değil. Hukukun tükenişidir. Hukuk tükendi mi toplumca hepimiz tükendik demektir.

Hani sık sık işitmişsindir. “Hukukun üstünlüğü”nden, “hukuk devleti”nden söz ederler ya. Unutma. Bu büyük büyük sözler, Anayasa’da da geçiyor, hani sözde üzerine ant içilen Anayasa’da. İşte oralarda geçen hukuk; söz aramızda güya senin haklarını, özgürlüklerini koruyacak. Senin en büyük, en meşru güvencen, bekçin olacak.

Sadece konu komşun sana zarar verdiğinde değil, devlet de üstüne düşeni yapmadığında seni devlete karşı bile koruyacak.

Anlatayım...

Bütün dünyada, arabalar var, çarpışmalar, devrilmeler olur. Uçaklar var, düşer. Maden ocakları da var. Kazalar olur. Hepsinde insanlar yaralanırlar, ölürler. Mayısta Soma’da yaşadık bunları. 301 can gitti. Günlerce ağladık, sızladık. Ama yine de ders almadık.

Bunlar yasaklansın deme sakın. Önce beni bir dinle. Hiçbir ülkede araba kullanmak, uçakla yolculuk etmek, maden çıkarmak yasaklanmıyor. Bir düşün. Yasaklanırsa elimiz kolumuz bağlanmaz mı? O ülkelerin gerisinde kalmaz mıyız? O ülkelerle yarışabilir, o toplumlar gibi zenginleşebilir miyiz? Demek yasaklamak doğru değil. 

Değil ama bu ölümleri önlemek için bir şeyler yapmak olanaklı. Gelişmiş toplumlarda daha çok araba, daha çok uçak, daha çok maden çıkarma olduğu halde bu denli çok kaza, çok ölümler olmuyor.

Neden mi?

Senin gibi sadece temiz mi temiz, saf mı saf, sade mi sade insanlar değil, devletin tepesinde oturan cumhurbaşkanları, krallar bile bir kaza olmasın diye hukukun kurallarına uyuyorlar, uymayanları hukuk hemen hizaya getiriyor da ondan.

Maden ocaklarında uygulanan kurallar da çok sıkı oralarda. Ekmeklerimiz, sütlerimiz, etlerimiz, sebzelerimiz, meyvelerimiz, bütün yiyeceklerimiz, insanla ilgili aklına ne gelirse hepsi hakkındaki kurallar çok katı ve denetimler de saat gibi tıkır tıkır işliyor, uymayanlara göz yumulmuyor, hukukunu aldığımız o diyarlarda.

Ya bizde?

Söylemeye gerek var mı Ayşe Ana?

Bırakalım en sade insanları, sadece sen değil, hiçbirimiz, devletin tepesinde oturan cumhurbaşkanları, başbakanlar, bakanlar bile uymuyorlar, hukuk kurallarına.

Dün de böyleydi, bugün de böyle.

Bir zamanlar bir başbakanımız, hız sınırının iki buçuk katı, yani saatte iki yüz kırk kilometre hız yapmakla övünmedi mi?

O denli gerilere gitmeye gerek yok. Bugün de bir bakanımız, maden sahipleri hakkında işlem yapmak istediğinde elli kişinin araya girdiğini söylemedi mi?

Diyeceğim, hepimiz suçluyuz, Ayşe Ana.

Çık sokağa bak. İkili yollara konulan kırmızı Mobese’lere 100 metre kala hız kesip 82 kilometrenin altına iniyor, Mobese’yi geçer geçmez 120 kilometre hız yapıyoruz.

Ya da ne bileyim maden ocağını denetledikten sonra tehlikeyi rapor eden denetçiyi dinlemiyor, görevlerini yapmayanları cezalandırmıyor, ocakları kapatmıyoruz.

Kazalar olunca da insanlar ölüyorlar, bizler de dizlerimizi dövüp ağlıyoruz. Sık sık yaşadık bunları.

Böyle olunca da hukuk kuralları, cezalar caydırıcı olmuyor, insanları uyarma gücünü yitiriyor. 

Biz sadece yasaları uygulamamakla kalmadık, Ayşe Ana. Onları çok kötü de uyguladık. Bu yüzden Ayşe Ana yıllarca önce ünlü bir hukukçu bir yazısında beni, bizleri ve benim gibi nice hukukçuyu “Zanardelli Yasası, Türk uygulamasında kimi önemli yozlaşmalara uğradı” diye eleştirdi (Marc Ancel, Intérét et nécessité nouvelle de la recherche pénaliste comparative, Mélanges en l’honneur du Doyen Pierre Bouzat, Paris, 1980, s. 10). Ancel, çok ince, kibar bir insandı. Bu yüzden tümcesine “kimi” sözcüğünü bizleri fazla üzmemek için eklemiş olabilir. Bu nedenle aslında bizleri eleştirmedi Ancel, düpedüz azarladı.

Zanardelli Yasası, bizim eski Ceza Yasamız. Senin anlayacağın, hani suç işleyenleri damlara tıkan yasalardan.

Ama bizi ne eleştiri etkiler ne de azar.

Bak sana bir öykü anlatayım. Bundan tam 2898 yıl önce, evet onlar değil, yüzler değil, birkaç bin yıl önce Serhas adında çok acımasız bir kral Yunanistan’a sefere çıkmıştı. Ordusuyla her yeri yıkıp geçti, önüne gelen insanları biçti. Kimileri dağlara kaçıp canlarını zor kurtardılar, bu gözü dönmüş Kral’dan. Ama Yunanlı askerler kaçmak şöyle dursun, yerlerinden kıpırdamadılar bile. Kral Serhas, bu duruma şaşıp kaldı ve “Az sonra öleceklerini bildikleri halde bu askerler neden kaçmıyorlar?” diye sordu bir Yunanlıya. Yunanlı şöyle dedi Kral’a: “Onlar ölmekten değil, askerlerin kaçmasını yasaklayan ‘YASA’dan korktukları için kaçmıyorlar.”

Yasalardan korkmak, hukuku dinlemek. İşte asıl sorunumuz bu, Ayşe Ana. Biz güya Allah’tan korkarız. Oysa Allah’tan korkan “ulü-l-emr”e başkaldırmaz.

Bilmem anlatabildim mi?

Demek, yasaları yapmak yetmiyor. Yasaları, hukuku ödünsüz uygulamak da gerekiyor. Önemli olan da bu. Çünkü yasalar karşısında seninle cumhurbaşkanları aynı hizadadırlar.

Yasalara göre verilen yargı kararlarına da kesinkes uymak gerek. Anayasa da böyle buyuruyor.

Ancak hukuku dört dörtlük uygulayabilmek, yasaları çiğneyenleri hizaya getirebilmek için kimseden çekinmeyen, korkmayan yargıçlara da gereksinme var, Ayşe Ana.

İşte bunların hepsi bizde eksik.

Bizde de yasalar elbette Resmî Gazete’de yayımlanır.

Ama Ayşe Ana, gördün işte, sıradan bir Yunanlının üç bin yıl önce ulaştığı hukuk bilinci yok hiçbirimizde. Eksik olan bu.

Yasalara göre verilen yargı kararlarına uymak şöyle dursun; uymamak, ustalık, hatta yüreklilik, babayiğitlik, kahramanlık sayılıyor, bu ülkede. 

Oralardakilerin kafalarına göre hukuka uymak ahlaka uymak demek. Neden mi? Çünkü senin seçtiğin temsilcilerin senin adına yasayı yapıyorlar. O yasaları yapan, aslında sensin. İnsan kendi yaptığı, yasayı, kuralı hiç çiğner mi? Çiğnerse ahlaka aykırı olmaz mı? Bu yüzden hiçbir hukuk kuralı ahlaka aykırı olamaz. Olursa o yasa uygulama yeterliliğini o toplumun gözünde yitirir, uygulamadan düşer. Bu tür yasalara eskiler, “kanun-u metrûke” derlerdi. Yalnız bizde yok bu söz. O ülkelerde de var. Sözgelimi, bu türden yasalara Fransızlar “la loi en désuétude”, İngilizler “the law into disuse”, Almanlar, “Das Gesetz in Vergessenheit”, İtalyanlar “la legge in disuso”, İspanyollar “la ley en desuso” diyorlar.

Ama ahlaka aykırı yasalara, uygar ülkelerde pek rastlanmıyor. Olsa bile, yasaları halk adına kotaran meclisler gibi halkın, yani kurucu istencin (irade) temsilcileri oldukları için jüriler, tepki pahasına bunları uygulamıyorlar. Bizde de vardı bu tür yasalar. Belki duymuşsundur. Zaman zaman kimileri “düşünce suçu”ndan söz ederler. Çağcıl suç hukuku, insanın kafasının içindeki düşünceleri, niyetleri cezalandırmaz, cezalandıramaz. Cezalandırırsa bu düpedüz ahlaka aykırı olur. Böyle bir hukuk, ahlaksız bir düzenlemedir. Ama bizde yargıçları bu tür yasaları uygulamaktan alıkoyan halkın temsilcisi jüri yok. Ne yapalım TBM Meclisi çıkardı bu yasaları, biz de uyguladık, çaresiz. Bana “siz yargıçlar halk adına karar vermiyor musunuz, neden uyguladınız?” diye sorabilirsin. Haklısın. Anayasa da öyle diyor (m. 9). Ama söz aramızda büyük bir yalan bu. Neden mi? Anayasasında bunu diyen ülkelerde genellikle jüriler var da ondan. O yüzden o anayasalar halka doğruyu söylüyor. Biz 2004 yılından bu yana bu yalanı ayrıca yasalarla da perçinledik (CYY, m. 232/1, HYY, m. 297/1).

İşte bu tür yasalar yüzünden geçmişte sadece bizim değil, dünyanın en büyük ozanlarından Nâzım Hikmet, 12 yıl zindanlarda çürütüldü. Yanlış duymadın. Cezaevlerinde değil, zindanlarda çile çekti, Nâzım. Çünkü o dönemlerde 4 yıldızlı otel gibi cezaevleri yoktu. Zindanlar vardı, yalnızca.

Kısaca jüri olmadığından uygar ülkelerdekinin tersine işledi hukuk, bizde. “Kanun-u metrûke”ler yaşadı, acımasızca uygulandı. Ahlaka uygun, doğru dürüst yasalarsa çok kötü uygulandı. Anayasa dâhil, ahlaka uygun yasaları bile uygulamadan düşürdük, “kanun-u metrûke” yaptık, bizler. Bütün hukuku, “hukuk-u metrûke” haline getirdik, Ayşe Ana.

Ülkemizde yitik olan ne bilir misin Ayşe Ana? HUKUK!

Diyeceğim, bu kafayla gidersek biz, yani ben, sen, onlar, daha nice çocuğumuzu, babamızı, anamızı, kardeşimizi, eşimizi yitiririz.

 Tezcan’lar toprak altında kalmadılar, senin anlayacağın. Uygulanmayan yitik hukukun göçüğü altında ezildiler.

Bu mektubu senin konuşmanın ertesi günü yazmıştım. Hemen göndermeyip bekledim, Tezcan’ın kurtulsun diye. Ama bir haber gelmedi. Allah’tan umut kesilmez. Dilerim kurtulur. Bugün 5 Kasım 2014. Dokuzuncu gün. Sana ulaştırmaları için gazeteye gönderiyorum.

Son sözüm şu: Şu anda senden, seninle aynı yazgıyı paylaşanlardan, babamdan, yıllarca emek verdiğimiz, ama bir türlü olması gereken noktaya taşıyamadığımız hukuk adına özür; sana ve ailene sabırlar dilemekten başka bir şey gelmiyor, elimden. Çaresizim. Onca ağır yükü kaldıran kutsanası ellerinden öperim.

İyi şeyler yazamadığım için bağışla beni, ne olur Ayşe Ana!

PROF. DR. SAMİ SELÇUK
Eski Yargıtay Birinci Başkanı Bilkent Ü. Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi