Sadece öğrenmek için değil, anlatmak için de okumak gerekir.

Bir açıdan, tüm haklarımızı kavramlara borçluyuzdur. Her kavram da bir ayırt ediciliğe dayanır.

Ticari hayatın içerisindeki gözlemler sonucu, “bir malı sadece kullanmak ve tüketmek için alan” ile “bir malı mesleki amaçlarla ya da ticari amaçlarla alan” kişilerin ayırt edilmesi gerektiği kanaatine varılmıştır. Halbuki daha önce her iki taraf da “eşit” kabul ediliyordu. Sözleşme hukukunda eşitlik prensibi geçerlidir. Sözleşmenin her iki tarafı da eşittir. Tarafların, birbirlerine hiçbir üstünlükleri yoktur. Bu nedenle sözleşmenin taraflarından biri diğeriyle anlaşmadan sözleşmede herhangi bir değişiklik yapamaz. Esas olan anlaşmadır. Ancak bir taraf büyük bir ikna gücüne sahip olduğunda diğer tarafın fikirlerini kolayca değiştirilebilir ve onu etkisi altına alabilir. Söz gelimi, bir banka ile kredi sözleşmesi yapan vatandaşın teorik olarak “eşit” kabul edilmesi, çoğu kez bir ideal olmaktan öteye geçemez.

Bir malı sadece kullanmak ve tüketmek için alan kişiler çok zayıf bir konumdadırlar. Oysaki bir malı meslek icabı alan veya ticaretini yapan kişiler çok daha bilinçli ve güçlü bir konumdadırlar. Bu nedenle zayıf konumda olan, bir malı kullanmak veya tüketmek için alanların korunması gerekmektedir. İşte bu gereklilik  “tüketicinin korunması” ve “tüketici” kavramlarının doğmasına yol açmıştır.

Tüketicilerin korunması olgusu, ABD Başkanı John F. Kennedy tarafından 15 Mart 1962 tarihinde ABD Senatosunda yapılan bir konuşma sonrası hukuk dünyasına girmiştir. Bu konuşmada dört temel tüketici hakkından bahsedilmiştir: Güvenlik hakkı, bilgilendirilme hakkı, seçme hakkı ve sesini duyurma hakkı. Daha sonra 1980’li yıllarda tüketici sorunlarını ele alan Birleşmiş Milletler, şu hakları da eklemiştir: Temel gereksinimlerin giderilmesi hakkı, tüketici şikâyetlerinin çözümü hakkı, tüketicilerin eğitilmesi hakkı ve sağlıklı bir çevrede yaşama hakkı. Aynı dönemde Avrupa’da kurulan tüketici dernekleri, Avrupa Birliği'nde komisyon tarafından çıkarılan “Yönergeler”e önemli katkılarda bulunmuşlardır (Ergun ÖZSUNAY, Milli Şerh, s. VII - VIII).

Tüketicinin korunması ihtiyacı, aslında liberal sistemin bir sonucudur. Çünkü üretim mekanizmaları ve sermaye toplumun çok sınırlı bir kısmında, belli ellerde toplanmaktadır. Neredeyse her şeyin evde üretildiği köy ve çiftlik hayatından, her şeyin marketten alındığı kent yaşamına dönüşümün doğurduğu bir ayrımdır:“üreticiler/sağlayıcılar” ve “tüketiciler” ayrımı. Kentleşme olgusu ve sosyolojisi, tabi ki bu makalenin konusu değil, fakat tüketici hukukunun ABD ve Avrupa'da doğmasının son derece doğal olduğunu da ifade etmeliyiz.

Türkiye’de tüketici kavramı, öncelikle hukuk doktrininde kullanılmaya başlanılmış daha sonra 2 Mart 1995 tarihli ve 4077 sayılı Tüketicinin Korunması Hakkında Kanun, AB hukukuyla uyum çalışmaları kapsamında hazırlanmış ve kabul edilmiştir. Tüketicinin korunması çerçevesinde AB ve üye ülkelerdeki düzenlemelerinde etkisi ile kanun koyucu, yeni bir Tüketicinin Korunması Hakkında Kanun hazırlama gereği duymuştur. 28 Kasım 2013 tarihinde Resmi Gazete'de yayımlanan yeni 6502 sayılı Tüketicinin Korunması Hakkında Kanun kabul edilmiş ve eski 4077 sayılı Tüketicinin Korunması Hakkında Kanun yürürlükten kaldırılmıştır. 6502 sayılı Tüketicinin Korunması Hakkında Kanun (TKHK), 28 Mayıs 2014 tarihinde yürürlüğe girmiştir (Cevdet YAVUZ, Milli Şerh, s. X).

TKHK m. 1 de kanun amaçları olarak şunlar sayılmıştır: tüketicinin sağlığını korumak, tüketicinin güveliğini korumak, tüketicinin ekonomik çıkarlarını korumak, tüketicinin zararlarını tazmin edici önlemleri almak, tüketicinin çevresel tehlikelerden korunmasını sağlayıcı önlemleri almak, tüketiciyi aydınlatıcı ve bilinçlendirici önlemleri almak, tüketicilerin kendilerini koruyucu girişimlerini özendirmek, tüketicilerin kendilerini koruyan politikaların oluşturulmasını sağlamaya yönelik örgütlenmelerini teşvik etmek.

Tüketici hukukunun anlaşılabilmesi için, “tüketici” ile “karşı taraf (satıcı, üretici, ithalatçı)” arasında sağlanmak istenen dengenin hassasiyetine de dikkat çekilmelidir. Bu nedenle tüketicinin aşırı korunmasının da doğru olmadığı, aksi takdirde satıcı ve üreticilerin mağdur olacağı ifade edilmelidir.  Tüketicinin  fikirlerinin etkiye açık olması onun da bir irade sahibi olduğu gerçeğini değiştirmemektedir. Tüketicinin korunması hukukunda adalet ve hakkaniyetin sağlanması “satıcı/üreticinin ikna gücü” ile “tüketiciden beklenmesi gereken irade gücü” arasında bir denge ve orantı kurulmasına bağlıdır. Bu denge ve orantının sağlıklı bir şekilde kurulması, tüketicilerin bilinçlenmesi ve haklarının kullanması sayesinde gerçekleşebilir. Aksi halde kanunlardaki haklar sadece kâğıt üzerinde kalır. Bilinçli bir hak kullanımı olmaksızın her halükarda tüketiciyi korumak ise üretim yapmanın cazibesini yitirmesine ve sonuçta da yoksulluk, işsizlik gibi daha büyük problemlerin ortaya çıkmasına yol açar. Tüketicilerin bilinçlenmesi ve haklarını kullanmasında şüphesiz hukukçulara da büyük görevler düşmektedir.

Hukuk biliminde, kelimelerin sözlük anlamları değil, hukuk teorisi içindeki kullanımları önemlidir. Günlük hayattaki kelimeler, hukuk biliminde daha kesin ve net anlam çizgilerini ifade ederler. Örneğin, “iyi niyet” kelimesi, günlük hayatta insanlara karşı olumlu duygular içerisinde olmayı, insancıl ve sevecen olmayı, art niyetli olmamayı ifade eder. Oysa hukuk biliminde “iyi niyet”, bir hakkın kazanılmasına veya kaybedilmesine etki edecek bir hususu bilmemek ve bilme olanağına sahip olmamaktır. Mesela; bir alıcının, satılan malın çalıntı olduğunu bilmemesi ve bilmesinin kendisinden beklenememesi durumunda, bu alıcı hukuk bilimi açısından iyi niyetlidir. Fakat bu alıcı, komşuları ve arkadaşları tarafından çok kötü niyetli ve art niyetli bir insan olarak tanınıyor olabilir. Bu durum kendisinin, hukuken “iyi niyetli alıcı” olarak tanımlanmasını engellemez. Tıpkı bunun gibi “tüketici kavramı” da günlük hayattaki kullanımıyla değil, hukuk sistemi içerisindeki kullanımı ile anlaşılmalı ve düşünülmelidir.

Tüketici kavramı, yeni 6502 sayılı TKHK m. 2/1-k bendinde, “ticari veya mesleki olmayan amaçlarla hareket eden gerçek veya tüzel kişi” olarak tanımlanmıştır.

Öncelikle ticari amaçlarla yapılan alım satımlar için tüketici haklarından yararlanmak mümkün değildir. Örneğin, dükkanında fotokopi çekebilmek için fotokopi çeken bir yazıcı makinası alan kırtasiyeci “tüketici” kavramı kapsamında değildir. Dolayısıyla tüketici yasasındaki haklardan yararlanması da hukuken mümkün değildir. Oysa aynı kırtasiyeci bu makinayı evinde kullanmak için alsa idi tüketici sayılacaktı ve tüketici haklarından istifade edebilecekti.

Ayrıca mesleki amaçlarla hareket eden kişiler de “tüketici” değildir. Örneğin, evine masaüstü bir bilgisayar alan kişi tüketicidir. Bilgisayarın ayıplı (bozuk) çıkması durumunda tüketici hakem heyetine başvurabilir. Ancak bir avukat bürosuna bilgisayar aldığında tüketici değildir. Dolaysıyla tüketici haklarından yararlanamaz. Peki bu durum avukata ayıplı (bozuk) bilgisayar satılabileceği anlamına mı gelir? Tabi ki, gelmez. Ancak bu örnekteki avukat, ayıplı mal için 6098 sayılı Türk Borçlar Kanununa tabidir ve ihtilaf halinde mahkemeye dava açarak hakkını aramak zorundadır. Oysa tüketici olsa idi, herhangi bir harç ödemeksizin ve çok daha basit bir prosedür uygulayan tüketici hakem heyetine başvurabilecekti.

Hukuk biliminde hak ve borç sahibi olabilen gerçek kişiler (insanlar) dışında, bir de hayali(hükmi) şahıslar vardır. Bu şahıslara “tüzel kişi” denir. Bu şahısların da hak ve borç sahibi olabilirler. Şirketler, dernekler, vakıflar gibi tüzel kişilerin de prensip olarak tüketici olabileceği yeni kanunda açıkça kabul edilmiştir. Ancak şirketlerin, “ticari amaç” dışında hareket edemeyecekleri düşünüldüğünde, şirketler için tüketici olabilmek sadece teoride olanaklı, pratikte ise olanaksız gözükmektedir. Diğer tüzel kişiler için de her alım satım olayında ayrı değerlendirme yapmak gerekir.

Tüketici kavramını anlamak ve anlatmak için işletme biliminde “zincirinin son halkası” ifadesi de kullanılmaktadır. Gerçekten işletme bilimi açısından üretim, dağıtım ve tedarik faaliyetlerini uzun bir zincir olarak düşünürsek, tüketici tıpkı son halka gibidir. Hukuk biliminde kullanılan bir kavramı bazen başka bir bilim dalındaki kullanımı ile öğrenmek zihin açıcıdır.

Bir kavram yazısı olması hasebiyle bu yazıda da kavramlarla ilgili önemli bir noktanın altını çizmek zorundayız. Her kavram tanımı, bir “belirlilik” sağlarken, bir de “kör nokta” meydana getirir. Söz gelimi, eşya kavramını tanımlayabilirsiniz. Eşyaları taşınır-taşınmaz olmak üzere ikiye ayırarak bir sınıflandırma yapabilir ve bir belirlilik sağlayabilirsiniz; fakat bu durum, bu tasnife uymayan elektrik gibi bir icat karşısında aciz kalabilir. Bu nedenle, zorunlu olarak ayrımlara dayalı olan kavramlar öğrenilirken, her ayrımın (sınıflandırmanın/tasnifin), bir kör noktası da olabileceği göz önünde tutulmalıdır.

Bundan sonraki makalelerimizde yeni tüketici yasasının (6502 sayılı Tüketicinin Korunması Hakkında Kanunu) tüketiciye verdiği hakları, madde sıralamasına da uyarak, hukukçu olmayanlarında anlayabileceği bir dille ve hukukçuları ilgilendiren ayrıntılara girerek kaleme almaya çalışacağız, imkânların el verdiği ölçüde. Faydalı olmasını temenni ederim.