5 Nisan Savunman’lar (Avukat’lar) günü nedeniyle seneler önce yaşadığım, kimi zaman düşündürücü, kimi zaman eğlendirici, hüzün ve ibret verici bir anıyı sizinle paylaşmak istiyorum.

DAVA YAŞAM GİBİDİR

Ben, davaların da bir yaşamı ve kaderi olduğuna inanırım. Davalar yaşam gibidirler. Sürekli değişim gösterirler. Zamanın ne getireceği belli olmadığı gibi, bir davanın da seyri ve geleceği bilinemez. Tam bitti derken bir başka şekilde devam eder ve hiç umulmadık bir yerde, umulmayan bir zamanda insanın karşısına tekrar çıkar. Her an şaşırtıcı ve beklenmedik gelişmeler olabilir. Dava, yaşam gibidir.

İnsanlığın en eski ideal ve amaçlarından biri olan adalete ve adaletin gerçekleşmesine yardımcı olan Avukatlık mesleğini sevmemin nedenlerinden biri de, insan ve yaşam ile iç içe olmasıdır.

İşte bu şekilde sürekli bir gelişim ve devinim gösteren; insan, doğa ve yaşamın değişik kesitlerini kapsayan bir dava ile tanışmam, iş sahibinin ve benim ortak tanıdıklarımız aracılığı ile oldu.

Bu ortak tanıdık, hemşehrisi olan ve adam öldürme suçu ile yargılanan sanığın babası ile beraber büroma geldiler.

Bu kişinin oğlu, 3 yıl devam eden ve tutuklu bir şekilde süregelen yargılama sonunda, adam öldürmek suçundan ötürü 24 yıl ağır hapse mahkum olmuştu.

İKİ ÇOBAN

Olay; Konya’nın bir ilçesinde meydana gelmişti. Sanık, bir köyde çobanlık yapmakta imiş. Kendisi gibi çoban olan diğer bir veya birkaç köylü ile birlikte dağ bayır dolaşarak, köylüye ait hayvanları otlatır ve bakımını yaparlarmış. Köyün yerleşim yerlerinden uzak, dağ başı ve ormanlık alanlarda hayvanları otlatırken, çoğu kez evlerine dönemez ve dağ başında, kimsenin gelip geçmediği mezra niteliğindeki boş bir yerde, ağaçlar arasında bulunan gecekondu türünde bir yerde konaklarlarmış.

Çoğu kez olduğu gibi, gene iki çoban hayvanlarını alarak otlatmaya çıkarmışlar ve günlerce geri dönmemişler. Birkaç gün sonra bir başka çoban aynı mevkiye gittiğinde, evin içinde çobanlardan birinin bıçaklanmış şekilde yatan ölüsünü bulmuş. Ölünün yanında, diğer çobanın giysileri ve en önemli delil olarak; yarısı içilmiş, ucu kanlı bir ‘Birinci sigarası’ bulunmuş. Adına Ahmet diyeceğimiz bizim çobanın cebinde de Birinci sigarası paketi varmış.

Yerleşim yerlerinden uzak olan ve başka kişilerin gelip gitmediği bu yerde işlenen cinayetin sanığı olarak diğer çoban yakalanmış ve tutuklanmış.

ÖMÜR BOYU HAPİS

Üç sene süren yargılama sonucunda toplanan deliller, dinlenen tanıklar ve en önemlisi, cinayet mahalline bu iki kişiden başka kişilerin kolaylıkla gidip gelemeyecekleri, öldürülen çobanın yanında, diğer çobanın giysilerinin bulunması, maktulün yanında yarısı içilmiş ucu kanlı Birinci sigarası izmaritinin ve sanığın cebinde Birinci sigarası paketinin bulunması gibi hususlar nazara alınarak verilen müebbet hapis cezası, 24 yıl ağır hapse çevrilerek oybirliği ile karar verilmiş.

Dava dosyasını inceledim, önemli bazı usul hataları ve noksanları buldum. Cesedin başında bulunan ucu kanlı ve yarısı içilmiş sigara izmariti ile sanığın aynı marka sigarayı içmesi, yarısı kullanılmış aynı marka sigara paketinin sanığın cebinde bulunması önemli bir delil idi. Ancak o tarihde de yapılabilen kan tahlili ve parmak izi araştırmalarının yapılmamış olması, esas bakımından da önemli noksanlıklardan birini oluşturmakta idi.

Davayı aldım. Baba, geri dönerek, cezaevinde bulunan oğlundan vekaletname çıkararak yolladı. Duruşmalı olarak temyiz ettiğim dava dosyasına yazılı savunmalarımı verdim ve her zaman yaptığım üzere, duruşma gününden iki gün önce adeta kampa girerek, sanki heyet önünde savunma yapıyormuş gibi konuşarak ve yazarak hazırlandım. O zamanlar kullanılan el büyüklüğünde kasetli bir teybe, savunmamı okuyor, sonra dinliyor ve gerekli gördüğüm değişiklikleri yapıyordum.

Duruşma günü geldi. Koridorda beklerken ve mübaşir tarafından ismim çağrıldığı zaman heyecanım son raddesine varmıştı ama içeri girince heyecandan eser kalmadı ve mükemmel bir şekilde savunmamı yaptım. Kararın bir hafta sonra açıklanacağını söylediler. İşimi bitirmiştim, rahatlamış bir şekilde dışarı çıktım.

KARAR

Birkaç gün sonra, akşam saatlerinde yazıhanemde otururken telefon çaldı. Arayan kişi; “Yargıtay’da görevli bir personel olduğunu, resmi işlem tamamlandığı için vekil sıfatıyla bana da söylenmesinde bir sakınca kalmadığını, heyetin toplanarak kararı esasdan bozduğunu ve üstelik tahliyeye karar verdiğini, tahliye kararını ilgili cezaevi müdürlüğüne telgrafla yolladıklarını, hatta cezaevinden durumun bir kere daha sorulduğunu ve tahliye keyfiyetini teyiden tekrar bildirdiklerini” söyledi.

Hayatımın en mutlu anlarından birini yaşıyordum. Dava, yaşam, bir kişinin hayatı, benim çabalarım aynı noktada kesişmiş; Adaletin tahakkukunu, hiç görmediğim bir kişinin üzerine atılı bir suçtan kurtulmasını ve özgürlüğüne kavuşmasını sağlamıştım.

Birkaç gün sonra Ahmet ve babası geldiler. Müvekkilim Ahmet; orta boyda, kavruk, gözlerini kaçırarak ve yere bakarak konuşan, mahcup, ürkek tavırlı 30 yaşlarında bir kişi idi. Ailesinden, köyünden konuştuk. Biraz rahatladıktan sonra olayı sordum, bu suçu işlemediğini söyledi. Cezaevinden tahliye anını şöyle anlattı:

TAHLİYE

Akşam üzeri idi. Müdürün çağırdığını söylediler. İçeri girdim. Müdürün karşısında; başım önümde, ellerimi birleştirmiş duruyordum. Bana; ‘eşyalarını topla tahliye oldun, çıkıyorsun’ dedi.  Hiçbir şey anlamadım. Kulaklarım zonklamaya başladı. Aynı şeyleri tekrar söyledi. Geri geri gittim, sırtım duvara dayandı, dizlerimin bağı çözüldü, olduğum yere yığıldım.

Daha sonra, ait olduğu Ağır Ceza Mahkemesinde dava yeniden görüldü. Mahkeme, Yargıtay Kararı’na uyarak beraat kararı verdi. Dava bitti ama bir başka şekilde ve yeniden karşıma çıkacak, yeni tatlar ve yeni heyecanlar verecekti.

TAZMİNAT

Bir süre sonra Ahmet’i ve babasını çağırdım. Artık beraat ettiğine ve karar kesinleştiğine göre, tutuklu kaldığı 3 sene, haksızlık tutukluluk haline dönüşmüştü ve tutuklu kaldığı günler için tazminat alabilecekti. Bunun nasıl bir şey olduğunu anlamadıkları gibi, böyle bir hakları olduğundan haberleri bile yoktu. Gerçekten utanarak ve sıkılarak : “Bana doğru dürüst bir ücret ödeyemediklerini, mahcup olduklarını, tazminat davası sonunda alınacak miktarın tamamının bana ait olmasını” önerdiler. Bunu kabul edemeyeceğimi söyledim. Tutuklu kalan, eziyet çeken ve asıl hak sahibi olan kendisi idi, nihayet alınacak olan miktarın yarı yarıya olacağı hususunda anlaşıldı. Masrafını da kendim yapmak sureti ile davayı açtım.

BİR ADAŞ DÜNYAYA GELDİ

Aylar sonra Ahmet ve babası, habersiz olarak tekrar geldiler. Şaşkın ve sevinçli bir halleri vardı. Ahmet; bir oğlunun olduğunu ve adını “Erdem” koyduklarını söyledi. Bu kez şaşırma ve sevinme sırası bana gelmişti. Hayat ve dava bir başka şekilde devam ediyor, ağlarını örüyordu.

Ahmet ve babasına biraz beklemelerini söyledim, dışarı fırladım. En yakın oyuncakçı mağazasına gittim. Bir çok oyuncak aldım. Birini gayet net olarak hatırlıyorum. Bir dönme dolap idi. Alttan kurunca dönüyor, çocukların oturduğu iskemleler müzik eşliğinde açılıyordu. Paketi götürerek “adaşım Erdem’e vermelerini” söyledim.

Aylar sonra, tutuklu kalınan günlere ilişkin tazminat davası bitti, bir miktar tazminata karar almıştık. Önemli bir miktar değildi ama bir köylü ailesi ve bir çoban için oldukça iyi bir para idi, nihayet ben de ücretimi alabilecek idim ve bunun hesabını yapıyordum.

Kararı icraya koydum. Tebligat yapılmasına ve aradan uzunca bir süre geçmesine rağmen para ödenmemişti. İcra Müdürlüğüne başvurarak, işlemin sonucunun ilgili Mal Müdürlüğü’nden sorulmasını istedim.

Gelen cevap tam anlamıyla şaşırtıcı idi.

Mal Müdürlüğü “İlgiliyi arayarak bulduklarını, daireye çağırdıklarını, kendisine ödeme yaptıklarını ve ibra belgesi aldıklarını” söylüyordu. Yani müvekkili çağırmışlar, parayı ödemişler ve ibra belgesi almışlardı. Bu aslında Mal Müdürlüğü’nün işi değildi ama neden, niçin ve nasıl yapmışlarsa yapmışlardı. Müvekkil de parayı almış ve beni aramamıştı.

ÜÇ İNEK

Birkaç gün sonra Ahmet’i ve babasını tekrar çağırdım. Geldiler. Sağdan soldan konuştuk. Bir şey söylemediler. Kararı ve icra yazısını çıkararak anlattım. Başlarını öne eğerek, uzunca bir süre sustular. Sonra baba sözü aldı : “Avukat Beg” dedi “Bizi çığırdılar, parayı virdiler, paraya ihtiyacımız varıdı, gittik üç tane inek aldık.

Susma sırası bana gelmişti. Paranın yarısı benimdi. Alınan üç ineğin yarısı yani 1,5 inek de benimdi ama elimde hiçbir şey yoktu.

Karşımda; hayatını ve özgürlüğünü bir bakıma bana borçlu olan biri oturuyordu, meslek hayatımın büyük bir başarısı oturuyordu, üstelik oğluna benim adımı vermiş biri oturuyordu. Bunlar bana yeterdi. Ayrıca, başka bir şey söylemenin anlamı ve yararı da yoktu.

Kendilerine “Eğer bana haber verseler ve yapmak istedikleri şeyi söyleseler aynen kabul edeceğimi, tek üzüntümün bana haber ve bilgi vermeden bu şekilde hareket etmiş olmalarından kaynaklandığını” söyledim ve ellerine para geçince bana ait olan miktarı ödemelerini istedim. Baba ve oğul ile öpüşerek ve tekrar görüşmek üzere ayrıldık.

Ve tekrar görüştük de…

Görüşmemiz bambaşka konularda ve hiç ummadığım bir şekilde oldu.

YİRİM HAA…

Tarafları tanıyan ve hemşehrileri olan, sanığın babasını bana getiren arkadaşım büroma geldi. Ahmet ve babasını çağırarak görüşmemi istedi. Olayın ne olduğunu sordum. Duyumlarına göre olayı şöyle anlattı : “Ahmet ve arkadaşları bir gece vakti, köy kahvesinde tavla veya kağıt oynuyorlarmış. Oyun sırasında aralarında münakaşa çıkmış ve kavgaya dönüşmüş. Belinden saldırmasını çeken Ahmet -Konya tabiri ile- kahvenin kapısına dinelmiş ve –“Ulan burnuma gan (kan)  gokusu  geliy, ben adamı vururum, yirim (yerim), nasıl olsa Avukatım gurtarır.” demiş.

Ahmet’i tekrar çağırdım. Babası ile birlikte, süklüm püklüm geldiler. Çağırma nedenini gene para konusunda sanmışlar.

Yeni olayı anlattım.

Başka ve yeni bir suç işlemesi halinde kendisini hiç kimsenin kurtaramayacağını söyledim ve neden böyle davrandığını sordum. Olayı benzer şekilde ve inkar etmeden anlattı. Bir anlık öfkeye kapılarak bıçak çektiğini ve karşı tarafı korkutarak kavgaya son verebilmek için bu şekilde konuştuğunu söyledi.

Bu son görüşmemiz oldu, Ahmet’i uzun senelerden beri hiç görmedim ve bir haber de almadım. Bir daha görüşür müyüz bilmem ama bir daha görüşeceğimizi de hiç sanmıyorum.

40 SENE SONRA

Yaşamın neler getireceğini bilemiyorduk.

Aradan 40 seneden fazla bir zaman geçti. Olayın geçtiği yere yakında olan bir başka şehirdeki duruşmaya gitmek üzere, şehirlerarası otobüse binmiştim. Biraz sonra yanıma 15-20 yaşlarında bir genç oturdu. Otobüs hareket edince birbirimize iyi yolculuklar diledikten sonra etrafa bakınmaya başladık. Bir süre sonra, genç yol arkadaşıma adını sordum

-Erdem, dedi.

Hayret, şaşkınlık ve sorgu dolu gözlerle yüzüne bakınca

-Babam, kendisini bir davadan kurtaran Avukatın adını bana vermiş.

Diye ilave etti.

Bir davada; ilkbaharı, yazı, sonbaharı ve kışı, dört mevsimi yaşamıştım ve daha yaşanacaklar vardı.

Savunmanlığı-Avukatlığı bir yaşam biçimi, adaletin ve yaşamın temeli olarak görmüşümdür. Tekrar dünyaya gelsem gene Avukat olmak isterim ama itiraf edeyim ki; yargıda ve sosyal yaşamda, son on sene de yaşananları tekrar yaşamak istemem.

Dava, savunma, hayat iç içe ve bir sarmal şeklinde devam ediyordu. Neyin, ne zaman ve ne şekilde karşımıza çıkacağını bilemiyorduk.

Yaşıyorduk.

Av.A.Erdem AKYÜZ