“Hiçbir süreç, insanı tek bir çizgi üzerinde yürütmez, çünkü hayat inişli çıkışlı bir yol gibidir. Hayat, iyi kartlara sahip olmak değil, bazen kötü bir eli iyi oynama meselesidir.” Martin EDEN

Bugüne kadar blogumda yazdıklarıma baktım ve uzun zamandır hukuk üzerine yazı yazmadığımı fark ettim. Bunun üzerine hukukla ilgili olarak ne yazabilirim diye düşündüm, elimdeki İngilizce kaynakları, bildiklerimi ve biriktirdiklerimi gözden geçirdim. Gerek kaynaklarımın, gerekse bildiklerimin ve biriktirdiklerimin, Amerikan Ceza Hukuku’nun kökenleri, dünü ve bugünü üzerine yazmak konusunda yeterli olduğu sonucuna vardım ve yazmaya başladım.

Monografik tarzda ve bir dizi olarak planladığım bu yazı birkaç bölümden oluşuyor. Birinci bölümü, İngiltere’den başlayan, Amerika ile devam eden tarihsel süreç, yani Amerikan Ceza Hukuku’nun kökleri ve dünü, daha sonraki bölümü, Amerikan Anayasası’nın kişi güvenliği ve teminatları, hukuk ve yargılama güvenliği ile ilgili düzenlemeleri ve son bölümü de doğrudan günümüzdeki Amerikan Ceza Hukuku üzerine olacak.

Peki, neden Türk Ceza Hukuku değil de, Amerikan Ceza Hukuku üzerine yazıyorsun diye düşünenler ve soranlar mutlaka olacaktır. Bunun birinci nedeni, Türk Ceza Hukuku üzerinde yazanların sayıca çok, Amerikan Ceza Hukuk konusunda yazanların daha az sayıda olmaları; ikinci nedeni Amerikan Ceza Hukuku’nun bizim ülkemizde çok fazla bilinmemesi; üçüncü nedeni bizim ülkemizdeki yargıç ve savcıların ne yazık ki çoğu tarafından içselleştirilmeyen, içselleştirilmediği için de, özellikle günümüzde çok fazla itibar edilmeyen, ceza hukukunun temel ilkelerinden olan ispat yükü, masumiyet karinesi, cezaların şahsiliği, makul şüphe, sanık/mahkum hakları, cezaların ve infazın insanileşmesi, habeas corpus gibi kurum ve kavramların önemine, değerine, bunların elde edilmesi için verilen olağanüstü ve gerçekten  trajik mücadeleye dikkat çekmek; dördüncü nedeni başka bir ülkede de olsa, ceza hukukunun ve bu hukukun yargılama sürecinin zaman içinde nasıl evrildiğini ve insanileştiğini görmenin, hukuk tarihi, günümüzdeki Amerikan Ceza Hukuku’nu bilmenin ise karşılaştırmalı hukuk yönünden önemli olması; beşinci nedeni bu ve daha önceki yazılarımla bilgimi ve biriktirdiklerimi paylaşmak suretiyle ilgi duyanlara yararlı ve yardımcı olmak; altıncı nedeni benden sonrasına, mütevazi de olsa benden bir hatıra, bir iz bırakmak ve sonuncusu da hukuki bir zevk olarak benim bu konuda yazı yazmak istemem, yani benim kişisel tatmin arzumdur.

Okuduğunuzda göreceğiniz üzere, bu yazıda yer alan bilgiler, İngiliz ve Amerikan hukukları temelinde, genelde hukukun, özelde ceza hukukunun nereden nereye geldiğinin, insan hak ve özgürlükleri ile insan onurunun korunmasında çok önemli bir yeri, işlevi ve değeri olan ceza hukukunun temel ilkelerinin zaman içinde nasıl gelişip insanileştiğinin, bunun için verilen dramatik mücadelenin, Martin Eden’in dediği gibi, hayatın tek bir çizgi üzerinde yüremediğinin, bazen inişli, bazen çıkışlı bir yol olduğunun, o nedenle, hayata dair olan hemen her şeyin iyi kartlara sahip olmak değil, kötü bir eli iyi oynama meselesi olduğunun kısa ve çarpıcı bir hikayesidir.

A- İNGİLİZ HUKUKU’NUN GEÇİRDİĞİ TARİHSEL SÜREÇ –

Konuya Britanya İmparatorluğu’nun egemen olduğu tüm ülkelerde uygulandığı için ‘Common Law/Ortak Hukuk’ adı verilen İngiliz Hukuk sisteminin tarihsel yönden gelişmesi ve şekillenmesiyle başlamak gerekir. Zira genelde Amerikan Hukuku, özelde Amerikan Ceza Hukuku üzerinde etkili olan, sadece etkili değil, aynı zamanda Amerikan Hukuk sisteminin atası konumunda bulunan ülke İngiltere, hukuk sistemi ise İngiliz Hukuku’dur.

Öncelikle ve özellikle belirtmek gerekir ki, Milattan sonra Birinci Yüzyıl İngiltere’si vahşi bir ülkeydi. Öyle ki, dönemin İngiltere topraklarında yerleşik olan ve birbirleriyle kıyasıya savaşan vahşi kabileler vardı. Savaşmayı bilen ama barışmayı bilmeyen bu kabileler, bir savaşı bitirdikten sonra yeni bir savaşa başlıyorlardı. İngiltere toprakları bir sonraki milenyumda son derece ciddi istilalara uğradı. Her bir istila, istilacıların kendi hukukunu da beraberinde getirdi. Ama yerli halkı da önemli ölçüde değiştirdi ve kendisine benzetti. Bu değişime ve benzetmeye bağlı olarak, İngiliz hukuku zaman içinde kendisini arıttı ve giderek İngiltere vahşi bir toplum olmaktan çıktı.

Amerikan Hukuk Sistemi, İngiliz sisteminden daha sonra tesis edilmiş olmakla, tam olarak olmasa da, kısmen ve başlangıçta İngiliz Hukuk Sistemi’ni örnek aldı. Zaman içinde oldukça değişen ve yasama organı tarafından yürürlüğe konulduğu için ‘statutory law‘ olarak isimlendirilen ‘yazılı hukuk‘a geçen Amerikan Hukuku’nun, İngiliz’lerden tevarüs ettiği ve günümüzde hala yaşattığı en önemli kurum ve kavramlar; ‘precedent‘ denilen ‘emsal karar‘, juri sistemi , ‘supremacy of law‘, yani ‘hukukun üstünlüğü’ ilkesi, ‘trial as a contest/tartışma, rekabet üzerine kurulu yargılama usulü’dür. Yine İngiliz Hukuku bir ‘judge-made law‘, yani ‘yargıç yapımı hukuk‘ olmasına karşın, Amerikan Hukuku yargılama faaliyetindeki aktif rolü nedeniyle bir ‘attorney-influenced law‘, yani ‘avukat etkisinde kalmış hukuk‘dur.

Bununla birlikte, Amerikan Ceza Hukuku’nu tam olarak kavrayabilmek için İngiliz Ceza Hukuku Sistemi’ni, bu sistemin tarihsel sürecini, bunun evrelerini ve gelişimini bilmek gerekir. Zira ister özel hukuk, isterse ceza hukuku temelinde olsun, Amerikan Hukuk Sistemi’nin kökenleri İngiltere’dedir ve İngiliz Hukuku’dur

İngiltere’yi işgal ve istila eden Romalılar, düşüşe geçtikleri tarihte İngiltere’yi geldiklerinde buldukları gibi bırakıp gittiler. Romalıların adayı terk etmelerinden sonra, İngiltere, o zamanın en güçlü kabileleri olan Anglo’ların ve Sakson’ların egemenliğine geçti. Milattan sonra 400 yıllarında meydana gelen bu egemenlikle birlikte, Anglo-Sakson’ların ceza hukuku anlayışı adaya egemen olmaya başladı. Bu anlayışa göre, devlete yönelik eylemler değil, ailelere yönelik eylemler suç olarak kabul ediliyordu. Bu elbette Anglo-Sakson’ların ceza soruşturmasını/ceza yargılamasını kendi aralarında uygulamadıkları anlamına gelmiyordu. Esasen onlar suçların intikamını almak hususunda sofistike bir yapıya ve anlayışa sahiptiler.

O dönemin İngiltere’si, şimdi town/ilçe olarak isimlendirilen sancaklara/livalara ve bunlarda ayrıca ‘hundreds/yüzler’ adı verilen idari birimlere bölünmüştü. Bu idari birimler yüz özgür insanın bir araya gelmesinden oluşan gruplardı. Yine bu birimler de kendi içinde ‘tithings/onlar’ adı verilen ve on kişiden oluşan gruplara bölünmüşlerdi. Bu birimlerin her birinin başında ‘hundredman’ ve ‘tithingman’ adı verilen görevli kişiler vardı. Görevli bu kişilerin başında, daha sonra ‘şerif’ adı verilen ‘shire-reeve’, yani sancak/liva görevlileri bulunuyordu. Bunlar kralın temsilcileriydi. Hunderdman ve tithingman isimli görevliler, kendi sancaklarında olup biten her şeyi kendi üstlerindeki shire-reeve’lere, yani şeriflere rapor ediyorlardı. Bu görevliler günümüzde olduğu gibi kanunu/hukuku uygulamakla görevli ve sorumlu değildiler. Bunlar sadece şartlar zorunlu kıldığında, gerekli çalışmaları organize eden kişilerdi. Genel olarak hundred başındaki görevliler, suçları takip etme yetkisine sahiptiler. Bu yapı gerek yerel denetimi ve emniyeti, gerekse tüm topraklardaki güvenliği sağlamada son derece etkili ve yararlı bir düzenlemeydi.

Suç işleyen bir kişinin mahkemenin önüne götürülmesi, mağdurun veya ailesinin şikayeti üzerine oluyordu. Şimdi bize garip görünse de, gerek hundred’lar, gerekse tithing‘ler sosyal, ekonomik, kültürel ve siyasal yönden birbirlerine son derece bağlı olan kabile toplumuna özgü birimlerdi. Bir hundred’dan veya tithing‘den kurtulmak isteyen kişinin gidebileceği hiçbir yer yoktu. Zira kaçan kişinin, son derece büyük de olsa şehir alanı veya kırsal alan içinde kendisini anonimleştirmesi, diğer bir deyişle saklaması olanaksızdı. Her bir kişinin bir hayat kurma yeteneği ve olanağı mevcuttu ve bu kişilerin bütün hayatı hundred  ya da tithing içinde kuruluydu.

Davalar hundred mahkemelerinde görülüyordu ve bu mahkemeler her dört haftada bir toplanıyordu.  Bu mahkemelere genellikle kralın vekilharçları başkanlık ediyorlardı. Günümüzün aksine, o zamanlarda hukuk ve ceza davaları şeklinde bir ayrım mevcut değildi. Bütün davalar aynı günde hundred mahkemesinin önüne götürülüyordu. Mahkemede ilk önce davacı kendi iddiasını ve talebini sunuyordu. Bu aşamadan sonra, mahkeme davayı görmeye veya görmemeye karar veriyordu. Eğer mahkeme davayı dinlemeye karar verirse, duruşma için bir başka gün tayin ediliyordu.

Mahkeme genellikle davayı görmenin hundred mahkemesinin görevi içinde olmadığına karar veriyordu. Bu durumda, dava, yılda iki defa toplanan sancak/liva mahkemesine gönderiliyordu. Sancak/liva mahkemeleri, önceleri ealdorman/ayan üyesi/belediye meclisi üyesi, daha sonraları earl, yani kont olarak isimlendirilen yüksek mevkili/rütbeli kraliyet memurunun başkanı olduğu, üye olarak bir piskoposun, kralın sancak/liva bölgesindeki kıdemli bir memurunun ve şerifin bulunduğu bir heyetten oluşuyordu.

Daha henüz hapishaneler mevcut olmadığından, mahkum olanlar hapsedilemiyorlardı. Özellikle gayri ahlaki ve sapkın bir suçtan dolayı mahkum olan kişiler, infaz olarak işkenceye tabi tutuluyorlar ya da ağırlıklı olarak mağdurun zararını tazmin etmekle yükümlü tutuluyorlardı. Tazminatlar, wergild, bot ve wite olmak üzere üçe ayrılıyordu. Bir aile üyesinin öldürülmesi veya ağır şekilde yaralanması durumunda ödenen tazminata wergild adı veriliyordu. Adam öldürme suçlarında bu tazminat, öldürülen kişinin sosyal statüsüne göre belirleniyordu. Tazminat miktarının tespitinde, suçun işlenme nedeni ve koşulları dikkate alınmıyordu. Bot daha küçük suçlar ve hafif yaralamalar için ödenen tazminattı. Wite ise, lorda ya da kabile reisine ödenen bir çeşit kamu para cezasıydı. Bu para cezası daha sonra kabile geliri oldu. Eğer suçlu kişi tazminatı ödeyemeyecek kadar fakir ise, para cezasının karşılığı olarak hayvan çiftliklerinde istihdam ediliyordu.

Bu periyotta Milattan Sonra 899’da ölen Kral Alfred, çok sayıda kabileyi birleştirdi ve mevcut kanunları kitaplaştırdı. İngiliz ortak hukukunun temelini kitaplaştırılan bu kanunlar oluşturdu. Daha sonraki 170 yıl içinde ve 1066 yılındaki Norman istilasına kadar İngiltere, Sakson’ların ve Danimarka’lıların varisi oldukları krallar tarafından yönetildi. Norman istilası İngiliz devletinin modern bir devlete dönüşmesinin ve ‘Britanya İmparatorluğu’nda güneş asla batmaz’ öz deyişinin başlangıç noktasıdır.

Ango-Sakson kabile toplumunda en önemli iki şey, kişinin, kişi olarak kabul edilmesinin ve itibarının Tanrı’nın isteğine ve iradesine bağlı olmasıdır. Bir kişinin itibarı, o kişinin herhangi bir suç işlediği iddiasında bulunulduğunda, mahkemede onun lehine konuşacak, onun doğruyu söylediğine kefil olacak olan oath-helper/yemin yardımcıları olarak isimlendirilen kişilerin sayısı ile ölçülüyordu.

Buna göre, eğer bir kişi suç işlemekle suçlanıyor ve masum olduğunu iddia ediyor ise, yemin yardımcılarını mahkemenin huzuruna getirebiliyordu. Mahkeme bu yardımcılara, sanığın doğruyu söylediği hususunda yemin ettiriyordu. Bu yemin ‘Yüce Tanrı Adına, ben burada gerçeği ifade etmek için bulunuyorum, davetsiz ve satın alınmaz bir insanım, gözlerimle gördüğüm, kulaklarımla duyduğum üzere onun söylediklerini teyit ediyorum’ şeklindeydi. Yemin yardımcıları sorguya çekilmedikleri gibi delil göstermek zorunda da değillerdi; onlar sadece suçlanan kişiye inandıklarını ifade etmekle yükümlüydüler. Pek çok davada suçlamanın düşmesi için bu yemin beyanı yeterliydi.

Bununla birlikte, eğer mahkeme sanığın masumiyeti hakkında şüphe duyarsa, yargılamanın işkence ile yapılmasına karar verebiliyordu. Bu yargılama Kilise tarafından yapılmaktaydı. Bunun nedeni, bu yolun Tanrı’nın iradesinin belirlenmesi için gerekli görülmesiydi. Kilisedeki yargılama üç günlük bir oruçla ve yargılamayı izlemek isteyen halkın huzuruyla yapılıyordu. Sanığın suçunu itiraf etmek hakkı vardı. Eğer sanık itirafta bulunmaz ve suçsuz olduğu hususunda ısrar ederse, ona su veya demir işkencesi arasında bir tercihte bulunması teklif ediliyordu. Su işkencesi soğuk ve sıcak olmak üzere iki çeşitti. Soğuk su işkencesi, sanığın kutsal suyu içmesi ve daha sonra bir nehre atılması şeklinde uygulanıyordu. Suya atılan sanık, su üzerinde durursa suçlu, suya batarsa masum kabul ediliyordu. Biraz şansı olan sanıklar, boğulmadan bulunup sudan çıkartılıyordu.

Sıcak su işkencesinde sanık, daha sonra geri alınmak üzere bir taşla sıcak suya bırakılıyordu. Demir işkencesinde sanık, dokuz feet/iki metre, yetmiş dört santim uzunluğundaki sıcak bir demiri elleriyle taşıyordu. Her iki durumda da, yani hem sıcak su, hem de demir işkencesinde sanığın elleri bandajlanıyordu. Eğer üç gün içinde sanığın yaraları iltihaplanmazsa, sanık masum ilan ediliyordu. Bu konudaki ortak ve yaygın inancın aksine, işkence yargılaması itirafı zorlamak için değil, sadece ilahi gerçeği anlamak amacıyla ve iyiniyetle yapılıyordu. Sonuç itibariyle, bu, belki de ilk planda suç işlemekten kaçınma, yani suçun caydırıcılığı hususunda işe yarayan ve etkili olan bir cezalandırma şekliydi.

İşkence mahkemesi, zaman içinde ortadan kalktı ve yerini ceza mahkemelerine bıraktı. Yemin yardımcıları kurumu ise zamanla tanıklığa dönüştü.

Katolik Kilisesi, İngiliz hukuk hayatında çok önemli bir rol oynamıştır. Bu bağlamda, Katolik Kilisesi zaman içinde devlete paralel bir sistem olarak gelişmiş ve bu kiliseye bağlı pek çok kilisenin her birisi kendi hukuku ve yaptırımları olan dini mahkemeler haline gelmiştir.

Bu mahkemeler, hem özel hukuka, hem de ceza hukukuna ait olan davaları görmek konusunda görevli ve yetkiliydiler. Kilise Mahkemeleri’nin, özel hukuka ilişkin davalar bağlamında yargılama yetkisi, kilisenin payına düşen vergileri ödemeyen kişilerden bu alacakların tahsili, kilise görevlilerinin evlenme, boşanma ve vasiyetname gibi ihtilaflarını kapsıyordu.

Ceza mahkemeleri zina, evlilik dışı cinsel beraberlik, dinsel sapkınlık ve başkaca ahlaki suçları yargılama yetkisine sahipti. Kilisenin bir kişiyi aforoz etme hakkı ve yetkisi vardı. Bu hak ve yetki kapsamında kilise aforoz fermanı çıkartabiliyordu. Bu fermanın işlevi ve etkisi, hapiste olan kişinin itaat ve tövbe etmesine kadar sürüyordu.

Kilise mahkemeleri davaları karara bağlamada ‘stare decisis/precedent/emsal karar’, yani benzer olaylarda daha önce verilen emsal kararları esas alıyordu. Ancak bu mahkemeler yaptıkları yargılama ve verdikleri kararlarda öncelikle kilise hukukunu uygulamak zorundaydılar. Kilise hukuku, Papa’nın emir ve fermanları ile diğer kilise görevlilerinin verdikleri hükümlerden oluşuyordu. Zaman içerisinde kilise hukuku ile yazılı veya ortak hukuk hükümleri birbirleriyle çeliştiğinde, emsal kararlar esas alınmaya başladı. Bununla birlikte, kilise hukukunun kilise mahkemeleri üzerindeki etkisi devam etti.

Kral William, siyasi gücünü konsolide etmek için iktidarı merkezileştirdi. Bu amaçla 1086’da arazileri/mülkleri kayıt altına alan ‘Mahşer Günü Kitabı’ anlamına gelen ‘Domesday Book’ adlı kararnameyi yayınladı. İngiliz tarihinin ilk nüfus ve mal sayımı bu şekilde yapıldı ve kayıt altına alındı. Bunun yapılmasından amaç, vergi salınabilmesi için nüfusun ve mal varlığının tespit edilmesinin gerekli olmasıydı.

On ikinci ve on üçüncü yüzyıllar, İngiliz Hukuk Sistemi’ndeki hızlı değişikliklere tanıklık etti. Bu bağlamda, hukuk sistemi elden geçirildi, yargılamalarda jüri uygulamasına geçildi, sanıkların hakları güvence altına alındı, hangi davalara kral mahkemesinin ya da il/ilçe mahkemesinin bakacağına ilişkin kurallar belirlendi.

Kral ilk kez kendisini hukukla/kanunla bağlı kabul etti. Bu hususun kabulü ile hiç kimsenin hukukun üstünde olmadığı, diğer bir deyişle kanun/hukuk önünde eşitlik ilkesi uygulamaya konulmuş oldu. Bu elbette kralın ve tebasının arasındaki ilişkilerin düzgün ve düzeltilmiş olması anlamına gelmiyordu. Öyle ki, bütün bu değişiklikler, kral ile parlamento arasındaki ardı arkası kesilmez mücadelenin başlıca nedeni ve temeli oldu, dahası bunlar Amerikan Devrimi’ne giden yolun taşlarını döşedi. Bu alanda geliştirilen sanık hakları, hem İngiliz, hem de Amerikan Haklar Bildirgelerinin temelini oluşturdu. Son olarak mahkemelere getirilen çoklu seviye farklılıkları/hiyerarşi Amerikan federalizmine örnek oldu. Bütün bu değişiklikler, kronik dokümanlar dizisi olarak sisteme eklemlendi, yanı sıra kralın, soyluların ve diğer yurttaşların hakları hem tanımlandı, hem de düzenlendi.

Milattan Sonra 110 yılında Kral Birinci Henry tarafından ‘Charter of Liberties/Özgürlükler Fermanı’ kabul edilerek yayınlandı. Bu ferman kralı hukukla/kanunla bağlayan ilk siyasi ve hukuki dokümandı ve şunları içeriyordu;

Kral Kilisenin ve soyluların mallarına el koyma hakkından vazgeçiyordu.
Soylular mallarını kendi mirasçılarına vasiyet etme hakkını elde ediyorlardı.
Soylular sosyal statü olarak kendi altlarında bulunanlara da aynı kanunların uygulanmasını kabul ediyorlardı.
Bu doküman 1215 tarihinde Kral John tarafından imza ve kabul edilen ‘Magna Carta’nın temelini oluşturdu.

1164 yılında Kral İkinci Henry tarafından çıkarılan ‘The Constitutions of Clarendon/Clarendon Anayasaları’ ile İngiltere’deki dini mahkemelerin içi boşaltıldı. Bundan sonra hukuki ve cezai ihtilafların çözümlenmesi kraliyet mahkemelerinin yetki ve görevi alanı içine girdi. Bu düzenlemeyle getirilen ve kraliyet ile dini mahkemelerden seçilen 12 yargıçtan oluşan ve uyuşmazlıkların çözümünde hakikati tespit etmekle görevli kılınan kurul, jüri yargılamalarının ve kurumunun da başlangıcı oldu.

Clarendon Anayasaları, kilise ile devlet arasındaki ihtilafları çözüme bağlayacak şekilde düzenlenmişti. Ne var ki, bu düzenlemeye Canterbury Başpiskopos’u Thomas Becket ve yüksek düzeydeki kilise görevlileri, papalık otoritesinin daha da artırılarak sürdürülmesi gerektiği gerekçesi ile karşı çıktı. Becket’in öldürülmesiyle sonuçlanan bu mücadele, devletle kilisenin ayrılmasının başlangıcı oldu.

Kral İkinci Henry tarafından Northampton’da toplanan bir kurul tarafından alındığı için ‘The Assize of Northampton/Northampton Kurul Kararları’ adı verilen ve özünde Clarendon Anayasaları’na dayanan bir dizi nizamnameyle stare decisis/precedents, yani emsal kararlar yaygın bir uygulama alanı buldu.  Öyle ki, yargılama sürecinde ve karar verilmesinde belirli kanunların takip edilmesi ilkesini beraberinde getiren bu kararlar, kral mahkemelerinin yargılama alanını genişletti.

Bu kurul kararları, İngiliz Hukuk Sistemi’ni bir başka yolla da değiştirdi, bu bağlamda 1176 yılından önce kralın mahkemeleri çok az sayıda ihtilafı ve genel olarak iki asil arasındaki ihtilafı karara bağlıyorlardı. Diğer davalar ise il/ilçe veya hundred seviyesindeki mahkemelerde görülüyordu. Northampton Kararları sonrasında, ceza yargılamasında sanığın, hukuk davalarında davacının veya davalının krala başvurmak suretiyle ve kralın da kabul etmesi koşuluyla, davanın kralın mahkemesinde görülmesinin yolu açıldı.

Northampton Kararları, hukuk uygulamasında başkaca önemli değişiklikler de getirdi. Öyle ki, İngiliz Ortak Hukuku önceki davalar hakkında verilen kararlar hakkında bilgi sahibi oldu. Mahkemeler yargılama sürecinde ve karar vermede yazılı dokümanları ve hukuki emirleri kullanmaya başladı. Uzman/bilirkişi kurumu doğdu. Mahkemelerin esas defteri tutmaları ve davaların bu defterlere kayıt edilmesi uygulaması başladı. Kralın mahkemeleri kralın gücünü artırdı. Ne var ki, bu değişikliklere bağlı olarak kral ve memurları artan yükü taşımakta yetersiz kaldılar. Bu da kralın iktidarının uygulanmasında ve tamamlanmasında Parlamento kurumuna giden yolu hazırladı.

Bütün bu gelişmeleri İkinci Henri’nin oğlu olan ve 1199’da kardeşinin ölümü sonrasında tahta geçen John’un, ‘Büyük Ferman’ olarak isimlendirilen ‘Magna Carta’yı kabul ve ilan etmesi takip etti. Kralın iktidarının, yani siyasi iktidarın sınırlandırılmasının ve buna bağlı olarak kuvvetler ayrılığı ilkesinin, temel amacı ve özü itibariyle birey hak ve özgürlüklerinin korunması için siyasi iktidarın sınırlandırılması demek olan anayasacılığa, hukuk devletine, demokrasiye giden yolu açan Magna Carta, pek çok önemli ve değerli hükmün yanı sıra yaşamsal nitelikteki şu önemli hükümleri getirdi:

Hiçbir özgür insan, yasalara aykırı olarak ve herhangi bir yolla yakalanamaz, tevkif edilemez, sürülemez, hiçbir kimsenin malları elinden alınamaz.
Kabul edilmiş olanların dışında, yüksek rütbeli kilise adamlarından, baronlardan meydana gelen bir kurulun rızası olmadan, haciz konularak ya da zor kullanılarak hiçbir vergi toplanamaz.
Hiç kimse adalet hakkını satamaz, devredemez, geciktiremez ve inkar edemez.
Magna Carta’da yer alan bu hükümlerden ilki, Amerikan Hukuk Sistemi’ni de etkiledi, bu bağlamda bu hüküm Amerikan Anayasa’sının Değişik/Ek Beşinci Maddesi’ne ‘Hiç kimse, ….hukuka uygun bir usul olmaksızın hayatından, özgürlüğünden ve mülkiyetinden yoksun bırakılamayacağı gibi, kimsenin özel mülkiyeti bedeli ödenmeden kamu hizmetine tahsis edilemez…’ şeklinde ve benzer bir ifadeyle intikal etti.

Bu tarihten yaklaşık 115 yıl içinde, İngilizler kabile toplumundan, düzensiz bir hukuk sisteminden, hukukun etkili şekilde uygulandığı yeknesak bir sisteme geçtiler.

Bir sonraki periyotta, diğer bir deyişle on yedinci ve on sekizinci yüzyıllarda, İngiliz Hukuk Sistemi’nde, özellikle dini ve siyasal alanlarda çok daha dramatik ve hızlı değişiklikler oldu. Bu değişikliklere bağlı olarak İngiliz Hukuk Sistemi, dini ve siyasi alanın birbirlerinden çok daha fazla ayrıldığı bir yapıya doğru evrildi. Bu çerçevede, tüm yurttaşları birbirleriyle uyumlu ve uzlaşır hale getirmek için sivil özgürlüklere daha fazla yer verildi. Toplum olarak işlevsel olmak için gerekli olan bütün bu özgürlükler, bu özgürlüklere olan inanmışlık ve bağlılık, İngiliz göçmenler tarafından Amerika’ya taşındı.

Bütün bu değişiklikler bir gecede olmadı ve elbette gürültüsüz patırtısız bir şekilde ve kan dökülmeden gerçekleşmedi. Esasen on yedinci yüzyıl İngiltere’si barbarlığı ile Avrupa’daki tüm komşularına dehşet saçıyordu.

On yedinci yüzyıla kadar, İngiltere common law/ortak hukuk kurumunu yaklaşık 400 yıl süreyle kullana gelmişti. Ancak kralların ilahi hakka sahip olduklarına inanan Kral Birinci James’in on yedinci yüzyılda tahta çıkmasıyla birlikte, İngiltere hukukun egemenliği ilkesinden saptı, buna bağlı olarak Tanrı’nın yeryüzündeki elçisi olduklarını ileri süren kralların koydukları ve ilahi olduğunu iddia ettikleri keyfi kurallara göre yönetilmeye başladı.

Ne var ki, İngiliz common law/ortak hukuk geleneği, kralların Tanrı’nın yeryüzündeki elçileri olduğu ve onların emirlerinin Tanrısal nitelikte bulunduğu iddiasına kesin olarak karşıydı. Zira ortak hukuk geleneğini savunanlar, önceki kralların imzaladıkları ve kabul ettikleri Özgürlükler Fermanı, Clarendon Anayasası ve Magna Carta temelinde, yani kralın hukukun egemenliği ilkesiyle bağlı olduğunu düşünüyorlardı. O nedenle ve onlara göre, mahkeme kararlarının dayanağı ilahi ve dini hukuk değil, referansı din olmayan emsal kararlar olmalıydı. Kralların ilahi iktidarı anlayışı, açıkça hukukun egemenliği anlayışıyla çatışma halindeydi.

Babası Birinci James ile aynı fikirlere sahip olan ve kralların ilahi hakka sahip bulunduğuna inanan Kral Charles, göreve geldikten sonra parlamento ile çatışmaya başladı. Zira parlamento zaman içinde güçlenmiş, kralın iktidarına ortak olmuş, kraliyet bütçesini denetleyerek bu bütçeyi kısmaya başlamıştı. O nedenle, Kral Birinci James ve ondan sonra kral olan Charles, iktidarlarını parlamento ile paylaşmaktan dolayı son derece rahatsızdılar.

Ne var ki, 1620’lerin sonlarına doğru Kral Charles’a muhalif üç grup oluştu. Bu gruplar, ortak hukuku kavramış ve benimsemiş avukatlardan, ana yapıdan farklı düşünen ve  dini bir cemaat olan Püriten’lerden ve parlamentonun alt düzeyini oluşturan Avam Kamarası’nın üyelerinden oluşuyordu.

Bu muhalif grupların zorlamasıyla Kral Charles, 1628’de ‘Petition of Rights/Haklar Bildirgesi’ olarak isimlendirilen belgeyi imzalamak zorunda kaldı. Zira Kral Charles, bütçenin çok kötü durumda olması nedeniyle zengin mülk sahiplerinden borç para talep etmek durumundaydı. Kralın talebini kabul etmeyen mülk sahipleri, yargılanmadan tutuklanma ve öldürülme tehdidi altındaydı. Bu gruplar ve parlamento kralın bu durumundan yararlanarak mülk sahipleri ile anlaştı. Haklar Bildirgesi bu şekilde yürürlüğe konuldu. Bu bildirge, kralı hukuka, daha önce kabul edilen Charter of Liberties/Özgürlükler Fermanı’na ve Magna Carta’ya uyacak şekilde düzenlenmişti. Bu bildirgenin getirdiği en önemli kurum, Habeas Corpus Hakkı’dır.

Büyük ferman olarak da bilinen habeas corpus ilkesi, Latince ‘vücudu göster’, İngilizce ‘you have the body’, yani ‘sen bir vücuda sahipsin’ anlamına geliyor ve ‘eğer bir insanı yakalamışsanız, onu yargılamadan infaz edemezsiniz, yargılama süresince o insanı gözaltında tutabilir ve hatta hapsedebilirsiniz, ama birisi kalkıp da “bu insan nerede?” diye sorduğunda, o insanı sapasağlam göstermeli ve mahkemenin huzuruna getirmelisiniz’ anlayışı çerçevesinde işliyordu. Kişinin can güvenliği, yani hayat hakkı ve özgürlüğü bağlamında çok önemli bir güvence getiren bu ilke, zaman içinde başta Amerikan Anayasası olmak üzere, Amerikan Hukuku’nun da ana ilkelerinden birisi haline geldi, dahası günümüzdeki İnsan Hakları’nın da temel referansı oldu.

Kral Charles bu bildirgeyi her ne kadar kabul ve ilan etmiş ise de uygulamaya yanaşmadı. Bu bağlamda, Parlamentonun 1629 ile 1640 yılları arasında toplanmasına izin vermedi. Parlamento daha sonra yeniden toplandığında, kralın iktidarını sınırlandırmasını kabul etmesine kadar vergi toplamasına izin vermedi. Kralın otoritesinden hiçbir ödün vermeye yanaşmaması üzerine 1642’de sivil/iç savaş başladı.

1649’da Parlamento ordusu kralı yakaladı ve öldürdü. İngiltere Oliver Cromwell’in parlamentoyu feshederek kendi ‘protectorate’ rejimini başlatmasına, yani ‘Lord Protector/Koruyucu Lord’, diğer bir deyişle ‘kral vekili’ sıfatıyla hamilik görevini üstlenmesine ve ülkeyi bu şekilde kendi vesayeti altında yönetmesine kadar, Parlamento’nun denetiminde bir ‘commonwealth’, yani bir uluslar topluluğu, yani egemenliğin millette olduğu bir devlet olarak yönetildi. Cromwell’in 1658’de ölmesinden sonra bu görevi üstlenen oğlu, yeteneksizliği ve becerisizliği nedeniyle bu görevi yürütemedi. 1660’da parlamento seçimleri yapıldı ve parlamento Charles’ın oğlu İkinci Charles’ı sınırlı yetkilerle kral tayin ederek monarşiyi restore etti.

Kral İkinci Charles’ın 1685’de ölmesi üzerine kardeşi İkinci James tahta geçti. Roma Kilisesi’ne bağlı katı bir Katolik olan Kral İkinci James’de, kralların iktidarının ilahi olduğuna inanıyordu. Dolayısıyla geçmişte yaşananlar onun döneminde tekrar yaşanmaya başladı. Bir başka sivil/iç savaş istemeyen İngilizler, Kral İkinci James’e hoşgörü ve tahammül gösterdiler. Çoğunluğu Protestan olan İngiltere, umutlarını barışçıl bir geçiş için çocuğu olmayan James’in yerine kral adayı konumunda ve Protestan olan kız kardeşi Mary’nin tahta geçmesini beklemeye aktardı. Ancak Kral İkinci James daha sonra bir erkek çocuk sahibi oldu. İlk doğanın tahta geçmesi kuralına göre Mary’nin tahta geçmesi böylece imkansız hale geldi.

Bu gelişmeler üzerine, İngiliz Parlamentosu Mary’yi ve Hollanda hükümdarı eşi William of Orange’i İngiltere’yi işgal ve istila etmeye davet etti. Bu davet sonrasında Kral İkinci James tek bir kan dökülmeden İngiltere’yi terk etti. Böylece monarşide şiddetsiz ve kansız bir değişiklik oldu ve bundan dolayı İngiliz siyasi tarihinde bu değişiklik, Glorious Devrimi/Şanlı Devrim olarak isimlendirildi.

Ne var ki, parlamento mutlak bir yönetimin kurulmasını istemiyordu. Buna bağlı olarak William ve Mary, ‘Bill of Rights’ olarak isimlendirilen ‘Haklar Bildirgesi’ni kabul ve ilan ettiler. Bu bildirge Amerikan Hukuk Sistemi’nin inşası ve evrimi üzerinde son derece etkili oldu.

İngiliz Haklar Bildirgesi, kralın hukuka itaatinin ve parlamentonun rolünün sınırlandırılmasını sağladı. Çünkü monarşi siyasal hasmını susturmak için iktidarını ve hukuk sistemini kötüye kullanıyordu. Bu haklar bildirgesi sanıkları korumak,onların haklarını teminat altına almak amacıyla aşağıdaki hükümleri getirdi;

Ağır kefaletler ve para cezalarına hükmedilemeyeceği gibi olağan dışı ve insafsız cezalar verilemez.
Jüri üyeleri, jüri listesinde kayıtlı olanlardan ve dönüşümlü olarak, vatana ihanet suçundan dolayı yapılan yargılamalarda ise mülk sahipleri arasından seçilecektir.
Mahkemelerce verilmiş bir mahkumiyet kararı olmadan verilen para cezası taahhütleri, yardım ve bağışlar kanunsuz olmakla geçersizdir.
Bu bildirgeyle yasaklanan ağır kefalet yükümlülüğü, daha sonra Amerikan Hukuk Sistemi’ne eklemlendi, bu bağlamda Amerikan Anayasası’nın Ek/Değişik 8.maddesiyle anayasa hükmü haline getirildi. Yine jüri üyeleriyle ilgili hükümlerde Amerikan Hukuku’na dahil oldu. Sanığın hakkında mahkumiyet kararı verilinceye kadar, para cezalarının ve başkaca hak kayıplarının infaz edilemeyeceği hükmü de, önce İngiliz Hukuku’nda, daha sonra da Amerikan Hukuku’nda temel bir ilke haline geldi.

B- KOLONİ SÜRECİNİN AMERİKAN CEZA HUKUKU ÜZERİNDEKİ ETKİSİ –

Yeni Dünya’daki İngiliz kolonileri Britanya adalarının hemen her yerinden göçen son derece geniş bir nüfustan oluşuyordu. Bu periyotta Amerika’da dört ayrı İngiliz kolonisi oluştu. Massachusetts ve New England/Yeni İngiltere Kolonileri, William Penn Orta Atlantik Kolonileri, Chesapeake Körfezi Kolonileri, Georgia ve Carolinas Güney Kolonileri. Bu kolonilerin her biri kendi ceza hukuku sistemlerini kurdu ve bunlar zaman içinde Amerikan Ceza Hukuku’nun temelini oluşturdu.

Kral Birinci Charles’ın İngiltere’yi parlamentosuz yönettiği 1629 ile 1640 yılları arasındaki süreç ‘on bir yıllık tiranlık’ dönemi olarak bilinir. Bu dönemde siyasi ve dini yönden baskı ve ekonomik yönden son derece büyük fakirlik vardı. Buna bağlı olarak bu süreçte 80.000 insan İngiltere’yi terk etti. Bunların bir kısmı İrlanda’ya, bir kısmı Karayip’lere, bir kısmı Hollanda ve Almanya’ya, 21.000 insan ise Massachusetts’e gitti.

Massachusetts kolonisi, kendi dini inançlarına göre yaşamak isteyen ve böyle bir toplum düzeni oluşturan Püritenler tarafından kuruldu. Günümüz standartlarına göre, Püritenler tarafından oluşturulan bu toplum düzeni son derece kısıtlayıcı ve yasakçıydı. Bazı suçlar için öngörülen cezalar insanlık dışıydı. Püritenlerin kanunlarında temel bazı suçlar düzenlenmişti. Çoğu Tevrat hükümlerine dayanan bu suçlar şunlardı: Büyücülük/cadılık, putperestlik, hırsızlık, sahtekarlık/kalpazanlık, kutsal değerlere küfretme ve başkaca şekillerde saygısızlık etme, adam öldürme, ırza geçme, zina, hayvanlarla cinsel ilişkiye girme, oğlancılık, çocukların isyana sevk etme, çocukları inatçı şekilde yetiştirme, vatana ihanet, bir başkasına atfı cürümde bulunmak suretiyle mahkemede yalancı tanıklıkta bulunma, on altı yaşından büyük birisinin ebeveynlerini dövmesi veya onları lanetlemesi. Bu suçların çoğunun cezası idamdı.

İdam cezası insanları yakarak veya asarak infaz ediliyordu. New England kolonisinde hapishane olmadığından, suçlular yerin altına ya da çalıştırılmak üzere ücra bölgelerdeki çiftliklere gönderiliyorlardı. Sadece bununla yetinilmiyor, yanı sıra kamusal utanca, yani genel/umumi teşhire de başvuruluyordu. Buna göre suçlular, üstlerinde suçlarına işaret eden harfler bulunan elbiseler giymeye zorlanıyorlardı. Mesela Z harfi zinayı, H harfi hırsızlığı, S harfi sahtekarlığı ifade ediyordu. Massachusetts hukuku hızlı bir yargılama süreci öngörüyordu, buna göre mahkumiyetle infaz arasındaki süre dört gün ile sınırlıydı.

New England kolonileri oluşturdukları küçük ilçelerde/kasabalarda güvenlikle görevli ve bundan sorumlu bir emniyet müdürü (daha sonra şerif) seçiyordu. Emniyet müdürü/şerif kriz zamanlarında ilçe/kasaba sakinlerini topluyor ve onların desteğini/yardımını alıyordu.

Amerika’da dini inançlar üzerine koloni kuran bir diğer mezhep Quakers/Quaker’lardı. Anglikan Kilisesi mensubu olmadıkları için İngiltere’de çok zulüm gören, bu bağlamda kilise vergisini ödemeyi reddettikleri için hapsedilen, işkence gören, mallarına el konulan bu mezhep mensupları, İngiltere’yi bu nedenle terk ettiler ve yeni kıtaya göçtüler. Yaşadıkları deneyimler, onlara, kilise ile devletin ayrılması gerektiğini, dini özgürlük hakkının önemini, sanıkların haklarının değerini öğretmişti. O nedenle, bütün bu hakları derin bir inançla savunan ve daha çok New Jersey, Pennsylvania ve Delaware’de yerleşik olan Quakerler, kendi kolonilerinde din temelli bir toplum ve eyalet/devlet yapısı kurmadılar. Dahası bir başka mezhebe ve dine bağlı olan insanların kendi kolonilerinde özgür şekilde yaşamalarına hem izin verdiler, hem de bu konuda onları cesaretlendirdiler. Esasen New Jersey, Pennsylvania ve Delaware’de yerleşik başka dini inanç sahibi insanlar da vardı. Quakerlar çok erken zamanda mülkiyet hakkı ile din ve vicdan özgürlüğü arasındaki yakın bağı idrak etmiş olan insanlardı. Zira onların İngiltere deneyimleri, inançlarından dolayı ve kilise vergisini ödememeleri nedeniyle mülklerine sorgusuz sualsiz el konulabileceğini göstermişti. Özet olarak bu koloniler Kıta Avrupa’sından Amerika’ya göçen ilk dini göçmenlerdi. Günümüzün standartları temelinde değerlendirildiğinde, onlar, gerek suçlar, gerekse suçlular konusunda son derece aydın ve aydınlanmış insanlardı. Onların amacı insanları cezalandırmaktan daha çok, rehabilite etmek yönündeydi. Bu anlayış, Quakerların sadece hukuk sistemlerine ve yasalarına değil, aynı zamanda uygulamalarına da yansımıştır. Onların kanunlarında yer alan iki temel/ana suç vardı. Bunlar vatana ihanet ve taammüden adam öldürmek suçlarıydı.  Bütün sanıklar hızlı yargılanma hakkına/güvencesine sahiptiler. Hapis cezaları kısa süreli ve son derece insaniydi. Öyle ki, hapishanedeki mahkumlara sıcak günlerde hücrelerinden çıkma imkanı verilmekteydi.

Maryland ve Virginia’ya yerleşik olan Cheasepeake Körfezi Kolonilerindeki İngiliz göçmenler kral yanlısıydılar. Bunlar ağırlıklı olarak kendileri için yeni bir fırsat yakalamayı amaçlayan İngiliz soylu ailelerinin çocukları ve onların çocuklarıydı. Bu özellikleri nedeniyle beraberlerinde son derece kuvvetli bir hiyerarşik düzen getirdiler ve bu düzeni gerektiğinde acımasız bir şekilde uyguladılar.

Cheasepeake Körfezi Kolonilerinin ekonomilerinde tütün en ağırlıklı üründü. Buradaki arazi sahibi çiftçiler tütün yetiştirmek ve ihraç etmek suretiyle büyük fırsatlar yakaladılar ve çok zengin oldular. Az sayıdaki arazi sahibi seçkin, kolonilere ceza kanunlarının yazımı konusunda öncülük etti ve bu kolonideki ceza kanunları bu şekilde tesis edildi. Bu kolonilerde kurulan düzene karşı çıkanlar ve bu düzeni bozanlar çok şiddetli tepkilerle karşılaştılar. Bu kolonilerdeki sınıf farklılıkları Amerika’daki diğer kolonilerden açıkça çok farklıydı. Örneğin, ağır suç işleyen birisi İncil’in bir ayetini okumak ve bunu boynuna asmak zorundaydı. Esasen kolonideki pek çok kişinin boynunda İncil’den alınmış bir ayet asılıydı ve bu ‘boyun ayeti’ olarak biliniyor ve isimlendiriliyordu. Ağır suçlardan dolayı idama mahkum olanlar dar ağacına at arabasıyla götürülüyordu. Bir defasında boynunda kementle darağacına götürülen birisinin, ayağa kalkıp son sözlerini söylemesi sonrasında at arabasıyla infaza götürülme uygulamasına son verildi. Darağacı genellikle suçun işlendiği yerde kuruluyor ve infaz halka açık olarak yapılıyordu.

Kanunları uygulamakla yükümlü ve emniyeti sağlamakla görevli olan şerifler, kasabanın/ilçenin mülk sahibi soyluları tarafından atanıyorlardı. Bu şeriflerin kendilerine bağlı olarak görev yapan vekilleri, yardımcıları, memurları, gardiyanları, katipleri, kırbaççıları ve başkaca personeli vardı. Yine Cheasepeake kolonistleri idam ve ağır hapis cezası alanları teşhir ve rezil etmek üzere teşhirci istihdam ediyorlardı. Bu teşhir uygulamalarının bir kısmında, bir mahkum diğer bir mahkumun kulağını kesmeye veya idama mahkum kişiyi darağacına götüren arabayı çekmeye mecbur tutuluyordu.

Cheasepeake kolonilerinde idam cezası insanları suçtan caydırmak için uygulanıyordu. İdam edilenlerin cesetleri, başkalarına ibret olsun diye nehir kenarlarında birkaç gün asılı tutuluyor, bazı cesetler fiziki ve tıbbi tetkiklerde kadavra olarak kullanılıyordu. Yine hükümlünün sahibi olduğu malvarlığına, kan bozukluğu gerekçesiyle el konuluyor ve bu malvarlıklarının mülkiyeti koloniye intikal ediyordu.

Kuzey ve Güney Carolina ve Georgia’dan oluşan Güney Kolonileri’nin birbirlerine benzer bir hukuki tarihi vardır. Çünkü bu koloniler nispeten seyrek bir nüfusa ve oldukça dağınık bir araziye sahipti. O nedenle, bu kolonilerde sadece birkaç resmi ve şekli hukuk sistemi mevcuttu. Hal böyle iken, birkaç çevresel faktör Güneydeki erken dönem yaşamını çok kuvvetli şekilde etkilemiştir.

Caroline’da oldukça büyük tütün arazileri mevcuttu. Çivit (boya yapmakta kullanılıyordu) ve keten pazarı daha karlı olunca, tütün yerine bu ürünler yetiştirilmeye başlandı. Ancak üretim sadece köleler istihdam edildiği takdirde kar getiriyordu. Hukuk sistemi bir süre sonra beyazların siyahları istihdam ve kontrol etmeleri üzerine inşa edildi. Zira siyahlar kendi kanunlarına tabi idiler ve suç işleyen siyahları yargılamak üzere onlara ait olan mahkemeler vardı. Siyahlar, sahipleri olan beyazlarla aynı yasal ve hukuki güvencelere ve hukukun korumasına sahip değildiler, fakat köle sahiplerinin takip etmek zorunda oldukları kurallar da mevcuttu.

Merkezileşmiş nüfus bölgeleri, yerelleştirilmiş hukuk ve kanun sistemine öncülük ediyordu. Kuzeydeki şerifler ve mahkeme görevlileri, Güneydekilerden daha çok yetkiye ve nüfuza sahiptiler. Bu bölgede başkalarına muhtaç olmadan kişinin kendi işini görmesi şeklinde bir gelenek gelişmişti ve buna göre bireyler aralarındaki ihtilafları kendileri çözüyorlardı. Ne var ki, hukuk başka yönlere de bakıyor ve o nedenle bunlardan etkileniyordu.

Georgia, Kuzey Amerika’da en son kurulan İngiliz Kolonisi’dir. Bu koloni hayırsever bir insan olan James Oglethorpe tarafından kurulmuştur. Oglethorpe, yaptıklarıyla İngiliz hapishanelerindeki borçluları hayrete düşüren varlıklı bir insandı. Şöyle ki, İngiltere’de borcunu ödeyemeyen insanlar borçlu hapishanesine hapsediliyorlar ve aileleri fakirhanelere sığınmak zorunda kalıyorlardı. Oglethorpe, bu durumdaki insanlara yeni kıtada iş vermek suretiyle çalışarak borçlarını ödemeleri ve hayata yeni bir başlangıç yapmaları için fırsat verilmesini bir dilekçe ile Kral Birinci George’dan talep etti. Kralın bu talebi göç edecek olanların Carolina ile İspanyolların ellerinde tuttukları Florida arasındaki arazide yerleşmeleri koşuluyla kabul etmesi üzerine, bu durumdaki insanlar Oglethorpe tarafından Amerika’ya götürüldü ve kralın emrettiği bölgeye iskan edildi. Kralın iskanın bu bölgede yapılmasını istemesinin nedeni, bu bölgedeki arazilerin İspanyollarla ihtilaflı olması ve orada devamlı olarak kalacak İngiliz göçmenlerinin, İngiltere’nin bu yerlerdeki iddia ve taleplerini güçlendirmekti. Kral bu amaçla Savannah ve Altama Nehirleri arasındaki arazileri Oglethorpe’ye bağışlamak suretiyle tahsis etti. Oglethorpe, daha sonra krala ithafen bu bölgeye Georgia adını verdi.

Oglethorpe’nin altruistik/özverili vizyonu bununla kalmadı. Oglethorpe’un maiyeti bölgeyi İspanyol’lardan ve düşman yerlilerden kurtardı ve böylece İngiliz göçmenler Carolina’dan buraya gelerek yerleştiler ve bu yerlerin sahibi oldular. Oglethorpe Georgia’daki köleliği yasakladı, Carolina’da köleliğin yasaklanması mülk sahiplerinin köleleriyle birlikte gelip direnmeleri nedeniyle zamana bırakıldı ve bir süre sonra kanunun değişmesiyle kölelik burada da kaldırıldı.

Yeni kıtada her koloni bölgesindeki insanlar son derece idealist bir nosyonla ve devletle/hükümetle halk arasında iyi ilişkiler kurmak niyetiyle başladı ve öylece devam etti. Ceza hukukunun temeli bu şekilde oluştu. Her bir koloni, ilk gelenlerden farklı olan daha sonraki göçmenlerin getirdiği yeni görüşlerden etkilendi ve bunlara adapte oldu. Bütün bu adaptasyonlara rağmen başlangıçtaki kurucu idealler, bir şekilde yaşadı ve giderek Amerikan Hukuk Sistemi içinde yolunu ve mecrasını buldu. Koloniler bir ulus olarak bir araya gelme ve birbirlerine bağlanma ihtiyacını duyduklarında – ki zaman içinde bu ihtiyacı duydukları için bir ulus haline geldiler – ondan sonraki süreç, değişik değerlerin yerleştirilerek birbirleriyle uyum sağlaması, yani bütünleşmenin ve kapsayıcı bir iskeletin inşasının gerçekleştirilmesiyle geçti ve nihayetinde bu da gerçekleşti.

Amerikan Devrimi, hiç niyetleri olmamasına ve hatta çok da istememelerine rağmen, 13 Amerikan kolonisini bağımsızlık için bir araya topladı. Bununla birlikte, bu bir araya geliş, onların kendi farklı kültürlerini korumalarıyla ve fakat Thomas Jefferson’un ‘devir edilemez haklar’ fikri etrafında bir araya gelmeleriyle mümkün oldu. Bu bir araya geliş, İngilizlerin yüzyıllardır gördükleriyle ve hakların doğum günü olarak düşündükleriyle aynı hakları kapsaması sayesinde gerçekleşti. Ortak ihtiyaç olarak bir araya gelmek ve kendi kaderini tayin etmek için 13 koloni 1776’da Bağımsızlık Bildirgesi’ni imzaladı.

Jefferson yaşama hakkını, istilaya, sivil kargaşaya ve gayri adil iktidara karşı meşru müdafaa hakkı olarak tanımlıyordu. Ona göre din özgürlüğü, ifade özgürlüğü, toplanma özgürlüğü, oy kullanma hakkı özgürlüğün temel referanslarıydı. Mülkiyet hakkının referansı özgürlüğü aramaktı. Bu ifadelerin referansı ve kaynağı büyük ölçüde, yaşamı, özgürlüğü ve mülkiyeti Tanrı bağışı ve devir edilemez haklar olarak nitelendiren İngiliz düşünürü John Locke’un yazılarıydı. Tanrı bağışı olan ve o nedenle dokunulamaz ve devir edilemez nitelikte kabul edilen bu haklar, insanlara dünyevi iktidarlar tarafından verilmiş olmamakla ve insanlar bu hakları doğarken beraberlerinde getirmiş bulunmakla, hiçbir dünyevi iktidar bu hakları çiğneyemez ve insanların elinden alamazdı. Yazılarında bunları ifade eden Locke’a ve Jefferson’a göre, aksi durumda insanlar için direnme hakkı doğmaktaydı. Bütün bu nedenlerle, Amerikan Hukuk Sistemi’nin temelini yaşama hakkı, özgürlük hakkı, mülkiyet hakkı ve mutluluğu aramak hakkı oluşturur.

O zamanlarda, bu hakların sadece seçkin erkeklere ait olduğuna inanılıyordu. Zamanla bu hakların, sadece seçkin erkeklere ait değil, renklerine ve cinsiyetlerine bakılmaksızın tüm insanlara, yani siyahlara ve kadınlara da ait olduğu kabul edildi.

Merkezi hükümet/devlet, kolonilerin İngiltere’ye karşı bağımsızlıklarını kazanmalarından sonra kuruldu. Bu aşamadan sonraki ilk çaba, bir Konfederasyon Sözleşmesi hazırlamak oldu, ancak bu çaba başarısızlıkla sonuçlandı. Zira  Konfederasyon Sözleşmesi son derece zayıf bir merkezi hükümet/devlet yapısı ortaya çıkardı. Bu hükümet/devlet yapısı yeteri kadar gelir kaynaklarına sahip olmadığı için konfederasyonu yönetmekte başarılı olamadı. Bu sonuç daha güçlü bir merkezi hükümete/devlete acil ihtiyaç olduğu gerçeğini ortaya koydu. Ancak İngiliz Monarşisi altında tiranlığı yaşayan ilk gelen göçmenler, bunun etkisiyle daha hala geniş yetkilere sahip güçlü bir hükümetten/devletten korktukları için, böyle bir yapının oluşmasına karşı çıktılar.

Bütün bu gelişmeler sonrasında, 1787’de Philadelphia’da Anayasa Konvansiyonu toplandı. Her eyalet bu konvansiyona bir delege gönderdi. Bu konvansiyonda, daha sonra içeriğini inceleyeceğimiz, eyaletlerin ve bireylerin haklarını güvence altına alacak güçlü bir merkezi hükümet/devlet kurma ve buna uygun bir anayasanın kabul edilmesi düşüncesi hakim oldu.

Amerikan Anayasası ile kurulan hukuk ve devlet yapısını, bu anayasayla tanınan ve güvence altına alınan hakları incelemezden önce, gerek Amerikan Hukuk Sistemi ile bir karşılaştırma yapabilmek, gerekse bu sistemle arasında bulunan ilişkisi temelinde Napoleonic Code olarak isimlendirilen Fransız orijinli Napolyon Kanunu’nun da genel hatlarıyla incelenmesinde yarar vardır. Şöyle ki;

Günümüzde dünya genelinde uygulanan hukuksal sistemlerin çoğunun temeli Roma Hukuku’na dayanır. Bu oluşumda özellikle Milattan Sonra Altıncı Yüzyılda Doğu Roma İmparatoru olan Justinianus tarafından derlenerek bir araya getirilen ve hukuk literatüründe ‘Corpus Juris Civilis’ adı verilen külliyat, mevcut hukuk sistemleri üzerinde son derece etkili olmuştur. Bu külliyattaki pek çok ilke, dünya genelinde zaman içinde uygulama alanı bulunan ve hatta bir kısmı günümüzde de hala uygulanan hukuk sistemleri olan ve Napolyonik Kod, Germanik Kod ve Nordik Kod olarak isimlendirilen sistemlerin hepsinde yer aldı.

Bu kodlardan, yani kanunlardan birisi olan Kod Napolyon, 1804 yılında Napolyon Bonapart tarafından hazırlatıldı ve Fransa’da yürürlüğe konuldu. Bu kodun hazırlanmasında büyük ölçüde Roma Hukuku ve özellikle Medeni Hukukun Gövdesi anlamına gelen Corpos Juris Civilis esas alındı. Bunun yanı sıra Napolyon’un ve maiyetindekilerin Mısır seferinde etkilenmeleri nedeniyle İslam’ın Maliki ve Şafi mezheplerinin kaynaklarından, az miktarda da olsa yararlanıldı.

Kıta Avrupası hukuk sistemine dahil olan Türkiye, Kod Napolyon’dan daha çok Germanik Kod’u kendisine esas almıştır.

Roma Hukuku’nun, bu bağlamda Corpus Juris Civilis’in ceza hukukundan ziyade  borçlar, ticaret, aile, eşya, miras gibi özel hukuka ilişkin düzenlemeleri içermesi nedeniyle, bunu esas alan Kod Napolyon’da, hukukun bu disiplinlerini düzenleyen hükümlere sahiptir. Bununla birlikte Kod Napolyon’da ceza ile ilgili olarak yer alan düzenlemeler, bu bağlamda suçlar ve cezalar son derece tutarlıdır ve hatta Fransız Devleti’nin, tıpkı İngiltere’de Özgürlükler Bildirgesi’nin, Magna Carta’nın ve diğer hatırı sayılır İngiliz dokümanlarının İngiliz Hükümetlerini halka karşı sorumlu kıldığı gibi hukukun egemenliği çizgisine gelmesine katkı yapmıştır.

Napolyon iktidarı Fransız İhtilali sonrasında ele geçirmişti. O iktidara geldiğinde Fransa on yıl süren korkunç bir ihtilal kargaşasından çıkmıştı. Öyle ki, Monarşi döneminde, etkili kişiler sorgusuz sualsiz ve yargılama yapılmadan hapsediliyorlardı.   İhtilal Fransız monarşisinin aşırılığına hemen hemen aynı şekilde cevap vermiş, özellikle ihtilalden sonraki terör döneminde çok sayıda Fransız asiline ve orta sınıf mensubuna karşı çok ağır ihlallerde bulunmuştu. Yani Fransa’da ihtilalden önce Monarşi diktası, ihtilalden sonra ihtilalcilerin diktası yaşanmıştı. O nedenle, Fransa’nın adil bir hukuk koduna açıkça ihtiyacı vardı. Yukarıda da işaret edildiği üzere Kod Napolyon büyük ölçüde bu ihtiyaca cevap vermiştir.

Amerika Birleşik Devletleri’nde, sadece Louisiana, ağırlıklı olarak Kod Napolyon geleneğine dayanan bir hukuk sistemine sahiptir. Louisiana, ABD tarafından 1803 yılında satın alınmıştır. Birazcık da bundan dolayı Louisiana’nın hukuku, İngilizlerden daha çok Kod Napolyon’un ve İspanya’nın hukukundan ve örflerinden etkilenmiştir.

Amerikan Hukuk sistemi ile Kod Napolyon arasındaki farklılıklara gelince, bunlardan birincisi her iki sistemde mahkeme salonlarının birbirilerinden farklı şekilde düzenlenmiş olmasıdır. Örneğin Kod Napolyon’da savcılar, yargıçlar gibi kürsüde oturmalarına karşın, Amerikan Hukuk Sistemi’nde savcılar, taraf avukatları ve sanıklarla aynı/eşit seviyedeki bir platformda otururlar. Kod Napolyon veya medeni kanun/hukuk ve ceza yargılamaları,  vakaların ve bunları ispat eden delillerin soruşturma kurulları yerine taraflarca getirilmesi ilkesi her iki hukuk sisteminde de vardır ve birbirine benzemektedir. Kod Napolyon sisteminde yargıç, hem hukuk, hem de ceza davalarında tanıkları olgularla birlikte çapraz sorguya tabi tutmaktadır. Amerikan Hukuk Sistemi ceza davaları bağlamında bunun tersinedir, cross examination/çapraz sorgu doğrudan avukatlar ve savcılar tarafından yapılır.

Çapraz sorgudan amaç, olayla, vakıalarla ilgili belirsizlikleri aydınlatmak, kuşkuları gidermek, var ise yanlış anlaşılmaları ortadan kaldırmak, tanığın kişi olarak ne ölçüde güvenilir olduğunu, anlattıklarının doğru olup olmadığını anlamak, araştırmak, sınamak ve tespit etmektir. Avukatın bu tarz bir işlevi yerine getirebilmek için dosyaya son derece hakim olması, kıvrak ve pratik bir zekaya sahip bulunması gerekir.

Kod Napolyon yargılama sistemi oldukça statik olmasına karşın, Amerikan yargılama sistemi son derece canlı ve dinamiktir. Deyim yerinde ise Amerikan yargılama sisteminde mahkeme ve duruşma salonu tam bir savaş alanıdır. Özellikle ceza davalarında savcılarla sanık avukatları, gerek yargıcı, gerekse jüriyi etkilemek için özel çaba sarf ederler. Her ikisinin de görevini iyi yapabilmeleri için güzel konuşma becerisinin bulunması, vücut dilini iyi kullanma yeteneğinin son  derece gelişmiş olması gerekir. Bu bağlamda, Amerikan sisteminde Kod Napolyon sisteminin aksine avukat yargılamanın aktif öznesidir. Esasen Amerikan Hukuk Sistemi’nin ‘attorney-influenced law‘, yani ‘avukatın etkilediği/şekillendirdiği hukuk‘ nitelemesinin yapılmış olmasının nedeni de budur.  Yargıç duruşmayı idare eder, Kod Napolyon sisteminde olduğu gibi patronaj işlevi görmez, sadece duruşma disiplinini sağlar, avukatlara ve savcılara çok fazla müdahale etmez, sadece sınırın aşılması durumunda uyarılarda bulunur.

Amerikan sisteminde mahkeme öncesinde avukat ile savcı arasında uzlaşmaya varmak amacıyla ‘plea bargaining‘ denilen bir pazarlık yapılır. Yargıç, savcı ile savunma avukatları arasında yapılan anlaşmaları onaylama yetkisine sahip değildir. Bunun yerine yargıcın görevi soruşturmayı suçun ve olayların oluşu ve şartları çerçevesinde değerlendirmek ve adil bir karar vermektir. Kod Napolyon’da böyle bir pazarlık sistemi yoktur. Amerikan ceza yargılamalarında çok sayıda hukuki manevra, devletin ve sanığın haklarının korunması esası üzerine dizayn edilmiştir. Amerikan sistemi çekişmeli bir yargılama düzenlemesi içinde, bireylerin ve devletin haklarını dengeleme esası üzerine kuruludur. Sistem bir suç hakkında bütün tarafların katılımıyla gerçeği bulmaya çalışır.

Kod Napolyon sistemine yönelik eleştiriler, İngiliz sisteminde olduğu gibi bireysel hakların yeteri kadar güvence altına alınmaması yönündedir. Bu, Lousiana’daki ceza davalarının çoğunun yüksek mahkemeye gitmesinin en önemli nedenidir. Kod Napolyon, İngiliz geleneği olan jüri sistemi ve kendi aleyhine beyanda bulunmama hakkı gibi kavram ve kurumlara yabancıdır.

(DEVAMI BİR SONRAKİ YAZIDA)