Elime gücü geçirdiğimde ilk yapacağım şey, bütün avukatları öldürmektir’ Dick the Butcher/Kasap Dick, ‘Hamlet VI’, SHAKESPEARE

...

Avukatlık mesleğinin ve avukatın en önemli ve en başta gelen özelliği özgürlük ve bağımsızlıktır.  Serbest bir meslek olarak nitelendirilmesi ise, sadece ticari olmadığına, her biri ticari bir faaliyet olan tacirlikten, esnaflıktan ayrı ve farklı bulunduğuna işaret etmek için değil, aynı zamanda bağımsız olduğuna vurgu yapmak içindir.

Kişi olarak serbest olmanın, serbest bir mesleğin mensubu bulunmanın gereği olarak, avukat, hiç kimseden emir almamalı, bağımsızlığını zedeleyecek işleri ve görevleri kabulden kaçınmalıdır. Ünlü Baro Başkanı Carpentier’e göre bağımsızlık: ‘Bütün bir fikri ve manevi alemi kapsayan, bütün düşünceleri, hasletleri, bireyi insan sürüsünden ayırıp onu insan kılan her şeyi kapsayan sözcüktür.

Avukatın bağımsız ve özgür olması gerektiği konusunda söylenmiş en güzel söz ‘Görevimizi yaparken kimseye, ne müvekkile, ne yargıca ve ne de iktidara tabiyiz. Bizim aşağımızda kişilerin varlığı iddiasında değiliz. Fakat hiçbir hiyerarşik üst de tanımıyoruz. En kıdemsizin, en kıdemliden veya isim yapmış olandan farkı yoktur. Avukatlar esir kullanmadılar, fakat efendileri de olmadı.’ diyen Molierac’a aittir.

Peki, özgürlük nedir ve avukatlık mesleği yönünden neden önemli ve gereklidir? Siyasi bir kavram olan, çoğu zaman ve pek çoğumuz tarafından duygusal cazibesiyle karıştırılarak kullanılan özgürlük, açıklanması gerçekten güç bir kavramdır. Eşitlikçi liberal felsefeciler, bireysel özgürlükleri fazlaca önemli ve değerli bulurken, iktisadi özgürlükler söz konusu olduğunda o kadar cömert davranmazlar.

Özgürlük kavramına daha bağımsız yaklaşan kimi çağdaş siyaset felsefecileri, benlik, rasyonalite anlayışları, ahlak sistemleri, siyasal tercihler, farklı hayat tarzları arasında ayrım yapmaksızın, özgürlüğü sadece kavram olarak ele alıp açıklarlar.

Marx’ın geliştirdiği felsefe bağlamında özgürlük, edinilmiş haklar toplamı olmayıp, bir süreçtir. Özgürlüğü insani faaliyetin evrenselliği olarak tanımlayan Marx’a göre insan, kendisini aşan, geliştiren, yenileyen, kendi sınırlarını sürekli olarak genişleten yaratıcı bir varlıktır. Onun için Alman İdeolojisi’nde Marx, özgürlüğü ‘tüm yönlerde yeteneklerini geliştirme olanağına sahip olmak’ olarak tanımlar, Komünist Manifesto’da ise ‘herkesin özgür bir biçimde gelişmesi’ gerektiğine vurgu yapar.

Sade insanlar olarak, felsefi tartışma ve tanımlamaların dışında kalan bizler, özgürlüğü, toplumsal ilişkilerimizde ortaya çıkan kimi sınırlamalar bağlamında düşünür ve o nedenle gündelik konuşmalarımızda, özgürlüğü, sınırlamaların ya da engellerin olmaması olarak anlar ve tanımlarız.

Ne var ki, gerçek öyle değildir. Jean-Jacques Rousseau’nun, ‘İnsan özgür doğdu, ama etrafında zincirler vardı’ derken kast ettiği gibi, özgürlüklerimizle ilgili sınırlamalar vardır ve bu sınırlamalar çok çeşitlidir. Kurallı toplum demek olan, kurallara uymayı ve bağlılığı gerektiren ‘hukuk devleti’ bağlamında özgürlük, kişinin kendi özgürlüğünün ve başkalarının özgürlüğünün sınırlarını bilmesi, bu sınırlara uyması ve saygı duymasıdır.

Nitekim çağdaş siyaset felsefecisi Norman P. Barry’nin yaklaşımıyla, özgürlükle ilgili her türlü önerme belirli yasakları ve sınırlamaları göstermedikçe ciddi olarak eksiktir. Esasen hukuk devleti de bu sınırları çizen, yasakları ve bunlara uymamanın yaptırımlarını belirleyen devlettir. O nedenle, siyasi düşünce bağlamında, sadece özgürlüğü, özgür bir toplumu talep edenler, hangi sınırlamaların kaldırılmasının gerekli olduğunu ortaya koymadıkça tutarlı davranıyor sayılamazlar.

Bu genel açıklamalar çerçevesinde, savunmanın, yani avukatın özgürlüğünü ele alırsak, öncelikle şunları söylememiz gerekir; temel bir insan hakkı olan savunma, evrensel, tarihsel ve hukuksal bir perspektif içinde değerlendirildiğinde, elbette özgür olmalıdır. Buradaki özgürlük, hiç kuşku yok ki ‘bir şeyden özgürlük/freedom from’ olarak tanımlanan ve müdahaleden hoşlanmayan ‘negatif özgürlük’tür. Esasen 1136 sayılı Avukatlık Yasası’nın ‘yargının kurucu unsuru olan avukat, bağımsız savunmayı temsil eder.’ diyen 1.maddesinde vurgulanan ‘bağımsızlık’ kavramı, bağımsızlığı veya özerklik olarak özgürlüğü içerir.

İngiliz siyaset bilimcisi Norman P. Barry’nin, ‘Modern Siyaset Teorisi’ isimli kitabında referans aldığı eleştiricilere göre, negatif özgürlük, ancak değerli bir şeye katkı sağladığı sürece önemlidir. Bu değer de özerkliktir. Özerklik olarak özgürlük, bir kimseye açık olan seçeneklerin genişliğine ve çeşitli amaçların gerçekleştirilmesi için zorunlu olan koşullara işaret ettiği için, o, sınırlamanın yokluğu anlamındaki özgürlükten çok daha fazla bir şeydir. Özerklik olarak özgürlük, en aşırı pozitif özgürlük teorilerinde olduğu gibi, bireysel/subjektif tercihin devlet tarafından tamamen yok edilmesini gerektirmez, fakat soyut tercihleri gerçek fırsatlara dönüştürecek geniş kolaylıklar sunan kurumları talep eder.

Bu kurumların başında on iki ülkenin baro temsilcilerinin 28.10.1988 tarihinde Strazburg’da yaptıkları toplantıda oybirliği ile kabul ettikleri Avrupa Birliği Barolar Konseyi Meslek Kuralları ile yine Avrupa Birliği Bakanlar Komitesinin Avukatların Özgürlüğü Metni, Sekizinci Birleşmiş Milletler Konferansı tarafından kabul edilen ve Havana Kuralları olarak bilinen Avukatların İşlevlerine İlişkin Temel İlkeler’in 16/a-c maddesinde öngörülen şekilde, yani avukatların gerek yargı organları, gerekse diğer kamu kurum ve kuruluşları nezdinde “hiçbir baskı, engelleme, taciz veya yolsuz müdahaleyle karşılaşmadan her türlü mesleki faaliyeti yerine getirmeleri, görevlerini yaparken veya yapmaktan dolayı hiçbir kovuşturmaya, idari, ekonomik veya başka bir yaptırımla ve tehditle karşılaşmamaları” ve bunun hükümetler tarafından temin edilmesi gelir. Ki bu yükümlülüğe bizim Avukatlık Kanunu’muzun 2/3.maddesinde ‘…gerek yargı organları, gerekse diğer kamu kurum ve kuruluşları avukatlara görevlerinin yerine getirilmesinde yardımcı olmak zorundadırlar’ denilmek suretiyle de işaret edilmiştir.

Esasen hukuk devletini, otoriter veya yarı-otoriter rejimlerden ayıran en önemli husus da, hukuk devletinin adil yargılanma hakkını, savunma hakkını, savunmanın özgürlüğünü, bağımsızlığını ve dokunulmazlığını kapsayan temel hak ve özgürlüklere sıkı şekilde bağlı olması ve bu statünün kural olarak güvenlik de dahil olmak üzere başkaca menfaatlerle takas edilmemesidir.

Shakespeare’in ‘Hamlet VI’ isimli eserinin kahramanı Dick the Butcher/Kasap Dick, ‘eline gücü geçirdiğinde ilk yapacağı şeyin bütün avukatları öldürmek’ olduğunu söyler. Tipik bir Shakespeare  karakteri olan Kasap Dick’in bu tiradı, elbette bir ironidir ve bu ironinin arkasında farkındalık vardır. Bu farkındalık ahlaksız/berbat bir kişilik olan Dick the Butcher’in, kendi kötü devriminin başarılı olması için önündeki engelin hukuk olduğunu, hukukun temsilcileri olan avukatlar olduğunu bilmesidir. Kasap Dick’lerin, yani hukuku, adaleti ortadan kaldırarak kendi kötü devrimlerini gerçekleştirmek isteyenlerin kendilerine hedef olarak avukatları almaları o nedenle boşuna değildir. Zira hukuk tanımayan, hak duygusu olmayan, adalete saygısı bulunmayanların önündeki en önemli engel avukatlardır.

Avukatın işini iyi yapması, mesleğinin hakkını verebilmesi için her şeyden daha çok sahip olması gereken şey ise erdemdir. Peki, erdem nedir? Erdem, ahlakın övdüğü, değer verdiği iyilikseverlik, alçak gönüllülük, hoşgörülülük, cömertlik, doğruluk gibi tüm iyi niteliklerin toplamıdır.

Diğer taraftan yargının asli ve kurucu unsurlarından olan bağımsız savunmayı temsil eden avukatlar, sadece hukuki sorun ve anlaşmazlıkların adalet ve hakkaniyete uygun olarak çözümlenmesini ve hukuk kurallarının tam olarak uygulanmasını sağlamakla görevli ve yükümlü değildirler.

Aynı zamanda laik bir entelektüel ve özgül bir kamusal role sahip avukatlar ve bireyler olarak; kamu için ve kamu adına mesajı, görüşü, tavrı temsil etmek, hakikati ifade etmek, ortodoksi ve dogma üretmektense buna karşı çıkmak, hükümetlerin ya da muhalefetin, büyük şirketlerin ve başkaca çıkar çevrelerinin adamı ve sözcüsü olmamak zorundadırlar.

Amerikalı futurist Peter Drucker’a göre, kuruluş bir insanlar topluluğudur, ortak amaç için bir arada çalışan kişilerden oluşur. Kuruluş; toplum, cemaat, aile gibi sosyal kurumlardan farklı olarak, belli bir amaca göre tasarlanmış olup işine, görevine, işlevine göre tanımlanır. Toplum ve cemaat ise, dil, kültür, tarih, coğrafya gibi insanları bir arada tutan bağa göre tanımlanır. Kuruluş, ancak belli bir işe, kendi işine odaklandığı zaman etkilidir. Toplum, cemaat ve aile sadece var olan kurumlardır. Kuruluş ise yapandır. Toplum, cemaat ve aile koruyucu kurumlardır, öyle oldukları için de statükoyu sürdürmek, değişimi yavaşlatmak için uğraşırlar. Oysa kuruluşlar statüko bozucu olmak için vardırlar. Onun için kuruluşlar, sürekli değişikliğe göre düzenlenmiş olmak, yeniliklere dönük olmak zorundadırlar. Kuruluşların işlevlerini yerine getirebilmeleri için; kurulu olanı, alışılmış olanı, bilineni, rahat şeyleri, insani ve sosyal ilişkileri, becerileri sorgulamak ve gerektiğinde bütün bunları terk etmek üzere düzenlenmiş olmaları gerekir. Bir kuruluş olarak barolar da, bu çerçevede örgütlenmek ve hareket etmek durumundadır.

Kuruluşun işlevi bilgileri verimli kılmaktır. Bilgiler ne kadar ihtisaslaşmış olurlarsa, o kadar daha fazla etkili olurlar. Gelişmiş ülkelerde kuruluşlar, bilgileri verimli kıldıkları, bilgileri ihtisaslaştırdıkları, kendi amaçları üzerine yoğunlaştıkları, bilgiden bilgilere geçtikleri için toplumun merkezi konumuna gelmişlerdir.

Günümüzün kuruluşları, güce dayalı yapıdan, bilgiye ve sorumluluğa dayalı bir yapıya dönüşmüşlerdir. O nedenle günümüzün kuruluşlarında, kuruluşun amaçları, katkıları, davranışları, performansı konusunda herkesin sorumluluk alması gerekir. Bundan çıkan anlama göre, kuruluşun bütün üyeleri kendi amaçlarını ve katkılarını düşünecekler ve her ikisi için de sorumluluk alacaklardır.

Kuruluşlarda ast/üst diye bir şey yoktur, sadece birlikte çalışan insanlar vardır. Onun için bütün üyelerin kendilerine; benim bu kuruluşa yapabileceğim en önemli katkı nedir diye sorması, her üyenin sorumluluk sahibi olması, karar yetkilisi olarak çalışması, kendi amaçlarının kuruluşun amaçları ile uyumlu olmasını sağlaması gerekir.

Yine barolar, sadece, avukatlık mesleğini geliştirmekle, meslek mensuplarının yararlarını korumakla, gereksinimlerini karşılamakla, meslek düzenini, ahlakını, saygınlığını, hukukun üstünlüğünü, insan haklarını savunmakla ve korumakla görevli olmayıp; toplumsal değişime ve dönüşüme katkı yapmakla, bu amaçla, kurulu olanı, alışılmış olanı, bilineni, rahat şeyleri, insani ve toplumsal ilişkileri, becerileri sorgulamakla, yeniliğin ve değişimin motoru olmak için statüko bozucu olmakla yükümlü olan, olması gereken kuruluşlardır.

Barolar ve avukatlar, bütün bu işlevleri yerine getirebilmek için; zihinlerinde kendilerini de hedef alan kuşkucu bir ironiye yer vermek, çevrede dolaşmak, ayakta durup otoriteye cevap verebilecek kadar bağımsız, cesur, özgür ve özerk bir ruha sahip olmak, her türlü otoriteden gelen tehditlere karşı koyabilmek, hiç kimseye boyun eğmemek, kirlenen düşüncelerini değiştirebilecek, yeni şeyler keşfedecek kadar hevesli kalabilmenin yollarını bulmak zorundadırlar.

Barolar ve avukatlar sadece bunları değil, hakikati temsil etmek, bir haminin veya vasinin ya da başkaca bir otoritenin yönlendirmesine izin vermemek, toplumsal değişime ve dönüşüme öncülük edebilmek için yeni diller ve ruhlar icat etmek durumundadırlar.

Bütün bunları yapabilmeleri için baroların ve avukatların, hem kendilerini, hem de toplumun kendisini; klişelerle, aşınmış metaforlarla, bayat kullanımlarla çürümüş bir dilin zihinlerini uyuşturup edilginleştirmesine, bilinçlerinin üzerini kaplayıp, onu basmakalıp düşünceleri incelemeden, tartışmadan, sorgulamadan kabul etmeye ayartmasına izin vermemeleri gerekir.

Dünya siyasi tarihinin incelenmesinden de anlaşılacağı üzere, başta Fransız İhtilali, Amerika’nın Bağımsızlığı, dünyanın ilk yazılı anayasası olan Amerikan Anayasası gibi devrim niteliğindeki tüm eylemlerde, dünya tarihini değiştiren ve dönüştüren tüm siyasi olaylarda, gerek eylem lideri, gerekse düşünce lideri olarak avukatlar vardır.

Gerçekte bütün toplumlar hukuka ve avukatlara gereksinimleri olduğunu akıl ve deneyim sonucu öğrenmişlerdir. Esasen herhangi bir hukuk ve adalet sistemi, avukatlar olmaksızın adil ve demokratik bir şekilde işleyemez. O nedenle, avukat ya da savunma makamı, sadece adil yargılamanın temel ve kurucu unsuru değil, aynı zamanda yargılama faaliyetini demokratikleştiren unsurdur.

Öyle olduğu için uygar ve demokratik tüm ülkelerde avukatlar ve onların mesleki kuruluşları olarak barolar vardır. Esasen Yirminci ve Yirmi Birinci yüzyılın en göze çarpan özelliklerinden birisi, siyasetin, uluslararası kuruluşlar yönünden artan bir öneme sahip olmasıdır. Bu uluslararası kuruluşlar, yetkilerini yalnız tek bir ülkede değil, uluslararası alanda ve birden çok ülkeyi kapsayacak şekilde kullanmaktadırlar. Bu bağlamda, barolar, hem ulusal, hem de küresel toplumun iyileştirilmesinde aktif bir rol oynamakta ve insanların adalete erişimleri için çok fazla çaba sarf etmektedirler. Zira hukuk ve adalet, düşünce sistemlerinin bir gerçeği olarak toplumun en önde gelen değerleridir.

Adil yargılanma ilkesinin tam olarak gerçekleşmesi için gerekli birçok ilke bulunmakla birlikte, en önemli ilke, yargıçların tarafsız, yargının yürütmeden mutlak olarak bağımsız olmasıdır. Bir İngiliz geleneği olan yargı bağımsızlığı herhangi bir siyasal teorinin sonucu değildir. Bunu insanlık zor deneyimler, yaşanmış acılar sonunda ve deneme yanılma yoluyla öğrenmiştir. Diğer taraftan,  barolar ile savunmanın bağımsızlığı da en az yargının bağımsızlığı kadar önemlidir. Aksi halde, adil yargılanma gerçekleşmeyeceği gibi adaletin demokratik biçimde işlemesi de mümkün değildir.

Birçok hükmü değişmiş olmakla birlikte, halen yürürlükte olan 1136 sayılı Avukatlık Kanunu’nun 1.maddesi hükmüne göre avukatlık, hem bir “kamu hizmeti”, hem de bir “serbest meslek”tir. Bu iki niteleme birbiriyle açıkça çelişkilidir. Zira serbest olmak, sözlük anlamıyla hiçbir şarta bağlı olmamak, özgür olmak, özerk olmak, bağımsız olmak demektir. Kamu hizmeti ifadesi ise, serbestliği ortadan kaldıran ve avukatı kamu hizmetlisi olarak devlete, kamuya bağlı ve bağımlı kılan bir statüdür. Ne var ki, bu statünün kabul ve ifade edilmiş olmasının nedeni, sadece devletin en başta gelen işlevi ve hizmeti olan yargılama faaliyetinin kamu hizmeti olması ve avukatın da yargının kurucu unsuru olarak ve bağımsız savunmayı temsil etmek üzere bu faaliyetin aktif ve hatta “olmazsa olmaz/onsuz olmaz” öznesi bulunması değildir.

Buradaki esas amaç, avukatlığın devletin idari ve adli otoritesi tarafından denetim altında tutulmak istenilmesidir. Nitekim 03 Nisan 1924 tarihli ve 460 sayılı Muhamat Kanunu’nda olmayan bu özellik, mevzuatımıza 01 Aralık 1938 tarih, 3499 sayılı Avukatlık Kanunu’yla ‘Avukatlığın tam bir serbest meslek sayılmayıp adli otoritenin devamlı murakabesi altında bulundurulduğundan avukatın vazifesi hakkında layihaya konan bu esaslı hükümlerin isabeti encümenimizce de izahtan müstağni bir hakikat olarak kabul edilmiştir’ diyen komisyon gerekçesiyle girmiş, 19 Mart 1969 tarih ve 1136 sayılı Avukatlık Kanunu’nda da yerini korumuştur.

Bu gerekçeye dayalı anlayışın bir diğer uzantısı, baroların ve Türkiye Barolar Birliği’nin benzeri diğer meslek kuruluşlarıyla birlikte kamu kurumu niteliğinde meslek kuruluşu adı altında önce 1961 Anayasa’sının 122.maddesi, daha sonra 1982 Anayasası’nın 135.maddesi hükmüyle düzenlenmiş olmasıdır.

Önce 3499 sayılı Kanunla, daha sonra bu kanunun yerine ikame edilen 1136 sayılı Kanunla avukatlığın bir kamu hizmeti olarak düzenlenmesi, gerek bu düzenlemenin yapıldığı tarihte, gerekse daha sonraki süreçte ve günümüzde tartışma konusu olan ve tartışılması gereken bir husustur.

Hukuk devleti olmayı asgari bir anayasal koşul olarak kabul eden demokratik pek çok ülkenin Avukatlık Kanunu’nda ve mevzuatında yer almayan bu nitelik, beraberinde barolar ve Türkiye Barolar Birliği üzerinde Anayasa’nın az yukarıda sözü edilen maddesiyle devletin idari ve mali denetimini, yanı sıra sorumlu organlarının görevden alınmaları ve yine faaliyetten men edilmeleri konusundaki hükümleri getirmiştir.

Nitekim 1136 sayılı Yasa Tasarısının hükümet gerekçesinde “Ancak şunun da hemen ilave edilmesinde zaruret vardır ki; Barolar birliğinin kurulmuş olması dahi, Adalet Bakanlığının barolar ve avukatlar üzerindeki yetkilerinin tamamen ortadan kalkmasını gerektirmeyecektir. Çünkü Adalet Bakanlığı, Barolar Birliğinin faaliyetini de içine alan geniş bir sahanın, yani adli hayatın genel siyasetini yürüten ve bu itibarla adalet uzvunda doğrudan doğruya veya dolayısıyla faaliyette bulunan bütün elemanlar ile az veya çok irtibatı olan bir bakanlıktır. Yargı yetkisinin kullanılması bakımından idareden tamamen bağımsız olan hakimlerin dahi hiç olmazsa mahkemenin idari işlemleri yönünden Adalet Bakanlığı ile bir ilgileri bulunduğu düşünülürse Anayasanın 122. maddesi muvacehesinde idari hiyerarşiye tabi olmaları tabii ve hatta zaruri bulunan Türkiye Barolar Birliği ve baroların Adalet Bakanlığı ile hiçbir ilgileri olmamasını düşünmek caiz değildir.” denilmiş olması da, esas amacın avukatlık mesleğini ve baroları, devletin denetimi altında tutmak olduğu yönündeki görüşü doğrulamakta ve desteklemektedir.

Avukatlık mesleği dünyanın hemen her ülkesinde ve gerek siyasi tarih, gerekse avukatlık mesleğinin kendi tarihi bağlamında, statükoyla, yani devletle sorunu olan bir meslektir. Hal böyle iken avukatlık mesleğini ve avukatların meslek örgütleri olan baroları, devletin hiyerarşik yapısı içine yerleştirmek ve eklemlemek, açıkça savunmanın dokunulmazlığı anlayışına, baroların ve avukatların bağımsızlığı düşüncesine ve ilkesine ve hatta avukatlığın bir meslek olarak varoluş nedenine aykırıdır.

Bu yasal düzenlemeler çerçevesinde baroların ve avukatların, bir yandan mevcut düzenlemelerin korunmasını istemeleri, diğer taraftan Adalet Bakanlığı’nın barolar ve avukatlar üzerindeki denetiminden ve vesayetinden şikayet etmeleri birbirleriyle çelişen iki ayrı yaklaşımdır. Mevcut düzenlemeler var olduğu sürece, Adalet Bakanlığı’nın barolar ve avukatlar üzerindeki denetim yetkisi devam edecektir.

O nedenle, barolar ve avukatlar bir tercih yapmak, bu bağlamda “kamu hizmeti” ve “kamu kurumu niteliğinde meslek kuruluşları” statüsünden vazgeçerek serbest, bağımsız, özgür ve özerk bir meslek ve meslek örgütü olmayı seçmek, ya da mevcut statülerini devam ettirmek, ama vesayetten, denetimden şikayet etmeyi bırakmak durumundadırlar.

Bu konudaki doğru tercih, baroları anayasada yer alan “kamu kurumu niteliğinde meslek kuruluşları” statüsünden ve dolayısıyla devletin mali ve idari şemsiyesi altındaki hiyerarşik yapısından çıkarmak, sadece Avukatlık Kanunu içinde düzenlemek, Anayasada, sadece temel bir insan hakkı olan savunmaya ve hukuk devleti olmanın asgari koşulları arasında bulunan adil yargılanma ilkesine yer vermektir.

Yine ve her ne kadar Avukatlık Yasası’nın 34.maddesinde avukatlık görevinin kutsal olduğu yazılı ve savunmanın kutsallığı da kimi üstatlarımızın kullanmayı çok sevdikleri bir sıfat ise de, kanımızca bu doğru değildir. Zira kutsallık, geleneksel yapılardan, muhafazakâr anlayışlardan aktararak tevarüs ettiğimiz, edindiğimiz bir anlayıştır.

Değerli meslektaşımız Halil İnanıcı’nın da vurgu yaptığı üzere, geleneksel dönemin örgütlenme biçimi olan lonca anlayışı, diğer meslekler gibi avukatlık mesleğini de kutsallık ikonu ile denetimi altında tutmaya çalışmıştır.

Aydınlanmayla birlikte geleneksel koşullanmalardan ve baskıdan kurtulan insan aklı, kendi yaşamının, kendi işinin, kendi mesleğinin ve tercihlerinin sorumluluğunu bizzat kendisi üstlenmiştir. Modernizmle başlayan bu süreçte, insanı kutsallık ikonu ile denetlemek ve baskı altında tutmak mümkün olmamakla, avukatı da kutsallık ikonu ile denetlemek ve baskı altında tutmak, hem mümkün, hem de doğru değildir.

Kaldı ki, kutsallık ve bundan türetilen kutsal devlet, kutsal adalet, kutsal savunma gibi kavramlar kurulu düzeni koruyan, mutlak otoriteyi koruyan ve meşrulaştıran kavramlardır. Oysaki avukatlık mesleği az yukarıda da işaret ve ifade ettiğimiz üzere, her türden iktidarla, otoriteyle, statükoyla sorunu olan bir meslektir.

Öyle olduğu için avukat, devlete karşı, iktidara karşı, otoriteye karşı, insanı, bireyi, hakkı savunan kişidir. Savunma ise kutsanması gereken bir iş ve faaliyet olmayıp, yaşama hakkı gibi, mülkiyet hakkı gibi, özgürlük hakkı gibi, emek gibi, üretim gibi saygı duyulması, değer verilmesi, korunması gereken, vazgeçilmesi mümkün olmayan üstün bir haktır. Temel bir insan hakkıdır.