Resne’den geçtiğimiz Manastır Şehri bizim için tarihi bir geçmişe dayanan çok önemli bir kent, zira Mustafa Kemal Atatürk üç sene boyunca, “Manastır Askeri İdadisi”nde okumuş. 
     
Ancak burada, bütün Balkanlar’da ve hatta Avrupa’da Türklere bakış açısının çarpıcı bir örneğini yaşadık :
     
Binanın girişinde, kapı üstünde; Makedon-Slav harfleri ile bir tabela bulunmakta. Rehbere, bu yazının ne olduğunu soruyorum. Tabelada “Arkeoloji Müzesi” yazdığını söylüyor. Gerçekten binanın giriş katında, kolu bacağı kırık eski roma ve yunan türü heykeller, kulpu kopmuş bir takım testiler bulunuyor. Atatürk’ün anılarını silebilmek için, bu tarihi yapı, bir eski roma ve yunan eserleri müzesine çevrilmiş. 
     

Üst katta ise Atatürk’e ait bir takım giysi, büst, hatıra eşyaları, ziyaretçiler için açılan anı defteri var.  
     

Ancak üst kata çıkış para ile.
     

Her gün gelen yüzlerce Türk, hiç gözlerini kırpmadan, üst kata çıkış parasını vererek, birkaç dakika için olsa bile, Atatürk’le beraber oluyorlar.
     

Makedonlar için, oldukça iyi bir gelir kaynağı olan Atatürk’e ayrılan bu üst katın, eğer böyle bir gelir kapısı olmasa, kapatılacağından hiç kuşkum yok. Bu bakımdan, bu uygulama, Atatürk ve eserlerine karşı, bizim ülkemizde de benzeri olan bir takım uygulamalara benziyor. 
     



Atatürk'ün okuduğu, Manastır Askeri İdadisi'nin önden görünüşü


Giriş kapısının önünde toplu olarak bir hatıra fotoğrafı çektiriyoruz ve bir marş veya türkü söylemek istiyoruz :
Manastır içinde bir uzun selvi / Kimimiz nişanlı kimimiz evli /
Manastır köprüsü dardır geçilmez / Soğuktur suları asla içilmez
Veya
Manastırın ortasında var bir havuz / Aman havuz, canım havuz,
Dimetoka kızların hepsi de yavuz / Biz çalar oynarız.
ancak rehber bunu yapmamamızı söylüyor.

   
Askeri İdadi ve Osmanlı Arması
 

Üst katta anı defterine “Kurduğun Cumhuriyetin Bekçisiyiz” diye yazıyorum ve Üsküp’e hareket ediyoruz.
     

Üsküp denince, tatlı bir gülümseme eşliğinde, ilk akla gelen şeyler;  
   

Türkiye’de örneğine çok rastladığımız küçük lokantalar ve önlerine atılan masalarda servisi yapılan “güveçte kuru fasulye” , tek bir parçadan oluşan ve bir piza büyüklüğündeki “köfte” ler ile peynirli, kıymalı, patatesli enfes “burek” ler yani börekler oluyor.
   
 
Ve bunların yanında; -her ne kadar bazılarının kapılarında asma kilitler olsa bile- camiler, medreseler, hanlar, hamamlar oluyor.
 
   
Ve bunlara ek olarak; -sayıları giderek azalsa da- Türkçe konuşan insanlar, esnaflar, küçük bedestenler, kapı önlerinde satılan halı, kilimlerin yanında ufak tefek hediyelik eşyalar, nazar boncukları oluyor.
   

Ancak şehre girerken, kentin girişinde ve en yüksek bir dağ veya tepesi üzerinde dikilen kocaman bir haç’ı görmemezlikten gelemiyorsunuz. Şehrin hemen her noktasından ve cami minareleri ile alemleri arasından görülen, 80 metre yüksekliğinde olan, 40 km uzaktan görülebildiği söylenen ve geceleri bir panayır yeri gibi aydınlatılan garip büyüklükteki bu haç, Türk ve Müslümanlara bakış açısı ve “dinlerarası diyalog !” için dikilmiş olsa gerek.



Av.A.Erdem Akyüz
Hukukun Egemenliği Derneği
Genel Başkanı



(Bu köşe yazısı, sayın Av. Erdem AKYÜZ tarafından www.hukukihaber.net sitesinde yayınlanması için kaleme alınmıştır. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısının tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan köşe yazısının bir bölümü, aktif link verilerek kullanılabilir. Yazarı ve kaynağı gösterilmeden kısmen ya da tamamen yayınlanması şahsi haklara ve fikri haklara aykırılık teşkil eder.)