Balkan Gezisinde edindiğim izlenimlere baktığımda, ilk aklımda kalan şeylerden birisi ülkelerin genel imajının yanında, geziye katılan insanların performansı oldu ve ben doğrusu buna gıpta ettim.

         Örneğin Balkan Gezisine katılan bayanlardan biri buna güzel bir örnek teşkil ediyor. Oldukça ileri yaşta olan, çok saygıdeğer bu bayan, Prof. Dr. olan oğlunun elini tutarak yürüyordu. Kendisi ile konuştuğumda, yedi sekiz ay önce bacağından bir ameliyat geçirdiğini, ayrıca ayağında topuk dikeni olduğunu söyledi ve “Biliyor musunuz Avukat Bey, bu yürüyüşler topuk dikenime iyi geldi” dedi. Bu direnç ve iradesi nedeniyle; hiçbir yere gitmekten de geri kalmadı. Kendisini saygı ve gıpta ile anıyorum.

         Bu konudaki bir başka örneği de anlatmadan geçemeyeceğim. Birkaç sene önce oldukça yorucu ve ağır tempolu bir Çin Gezisi yapmıştık. Geziye katılanlar arasında oldukça ileri yaşlarda, toplu ve neşeli bir bayan vardı. İlerleyen günlerde tanıştık ve hakkında şunları anlattı. Bu bayan, Yalova depreminde enkaz altında kalmış. Ağır yaralı olarak enkazdan çıkarmışlar. Bel kemiği ve kaburga kemikleri kırılmış. Kaldırıldığı hastahanede yaşamından tamamen ümid kesilmiş. Durumu haber alan, eskiden çalıştığı kurumun genel müdürü, kadını daha iyi bir hastahaneye naklettirmiş ve ilgi gösterilmesini sağlamış. Uzun süre sonra kadın iyileşmiş, önceleri hayattan koptuğunu sonraları hayata tekrar bağlandığını, gezilere katıldığını söyledi. Enkaz altından çıkan, belkemiği ve kaburga kemikleri kırılan, çok şirin ve çok saygı duyduğum bu bayanın o kadar geniş kalçaları vardı ki, Çin’in dar sokaklarında, ne karşıdan gelenler, ne de yanından gidenler geçmek imkanını bulamıyorlardı. Ama buna rağmen bu bayan, aynı direnç, irade ve hayata bağlılık nedeniyle, gık demeden her geziye katıldı ve bizimle birlikte Çin Seddi’nin duvarlarında birkaç basamak tırmandı.  

         Gezdiğim ülkelerden, Ecdad (Ata) Yurdu Balkanlardan genel olarak aklımda kalan şeyler ise;
         Buralarda Türklüğün bilinçli bir şekilde kazınmış ve kazınmakta olduğu. Mutlaka ve halen oralarda Türkler ve Türkçe bilenler var ama bunların bir kısmı öldürülmüş, bir kısmı göç ettirilmiş, geri kalanlar da sindirilmiş ve ekonomik sıkıntı içinde bırakılmışlar.

         Yaklaşık olarak aynı şeyi din için de söylemek mümkün. Sayısız Osmanlı eserinden, binlerce cami, han, hamamdan dağınık birkaç örnek kalmış, bazılarının kapılarında asma kilitler var.

         Buna karşın, örneğin Üsküp ve bir diğer şehirde, şehrin girişinde, en yüksek tepe veya dağ üzerinde 70-80 metrelik devasa haç’lar dikilmiş. Geceleyin aydınlatılan bu haçlar adeta bir panayır yeri görünümü arzediyor.

         Ama bütün bunlara rağmen gene de ümitsizliğe kapılmamak gerekiyor. Şöyle bir örnek anlattılar.

         Sırplar bağımsızlığa kavuştuktan sonra, zamanın kıralı, Sırp dilindeki Türkçe kelimeleri ayıklamak üzere bir heyet toplamış. Heyetin başkanı, bir baş papaz. Uzun süre görev yapan heyet çalışmalarını tamamladıktan sonra bilgi vermek üzere kıralın huzuruna çıkmış. Kıral “Türkçe kelime kaldı mı ?” diye sormuş. Papaz cevap vermiş “Yok, kalmadı”. Ama bu son iki kelimeyi Türkçe olarak söylemiş.

         Demek ki; bütün uğraşlarına rağmen, Türkçeyi, Türkleri, ve İslam inanışını sökememişler ve sökemeyecekler.

         Eski Türk Akıncılarının, birbirleri ile konuşmalarında övündükleri bir husus da Tuna’yı kaç kere geçtikleri olurmuş. Örneğin bir Akıncı, arkadaşı olan bir diğer akıncıya takılmak için “Ben Tuna’yı kırk kere geçtim, sen kaç kere geçtin ?” diye sorarmış.



         Bunun yanında ilgi çekici bir diğer nokta da, insanların eski yönetime duydukları arzu ve istek. Eski Yugoslavya’da ki baskıcı rejimin simgesi Tito ve Arnavutluk’da despot-komünist Enver Hoca yönetimlerine halen özlem duyuluyor.

         Bir diğer önemli nokta; hristiyanlık dünyasının övündüğü, 1980 Nobel Ödüllü “Rahibe Teresa”nın, aslen Üsküp’lü ve asıl adı “Gonca Boyacı” olan, belki de bir Türk ve Müslüman oluşu. Bir Türk veya Müslüman olmasa da, Üsküp’lü olduğu ve asıl adının Gonca Boyacı olduğu bir gerçek.

         Ara sokaklarında gezerken hiç yabancılık çekmiyorsunuz. Sanki gelişmiş bir orta Anadolu ilçesi veya güzel bir Ege kasabasında geziyormuşsunuz hissine kapılabilirsiniz. Çarşı, pazarları, dükkan ve kapalı çarşıları, satıcı ve esnafları ile sanki Türkiye’de gibisiniz. Bir farkla o da şu ki, kafe ve pastahaneleri, oturma yerleri, sunduğu hizmetleri ile gayet muntazam ve güzel. Saraybosna’da oturduğumuz bir kafede garsona “How much is it ?” diye sordum. “Otuz gayme” diye cevap verdi.

     Gelecek yazımızda, ülkelerin, şehirlerin içine girip, insanları ve doğası ile iç içe olacağız.

 
Ahmet Erdem Akyüz
Sevil İnci Akyüz