Eski Baro Başkanı, Akil İnsan Yücel Sayman, Hülya Okur'a konuştu. Röportajdan bazı çarpıcı başlıklar ise şöyle: 'Barışın hukuki temeli yok...MHP, CHP'den tutarlı...Akil Adamları Kılıçdaroğlu kursaydı da, onun PR'ını yapsaydım...Başkanlık sistemi çıkmasın diye savaş devam mı etsin...Egemenlik milletin olacağına kralın olsun...Halk üzerindeki vesayet kalkmadı...Türkiye'de despotik bir devlet biçimi var'


HÜLYA OKUR- HABERX


"Kalpte akıl ve batılı ayır edebilen tek bir şey vardır, Nur...Doğruyu bulmak için sığındığımız tek bir yer vardır, Akıl...İyilik etmekten lezzet, kötülük etmekten elem alan tek bir his vardır, Vicdan...Vukuu vacip, geleceği şüphesiz olan tek bir gerçek vardır, Hak. İşte bütün bu işaret levhalarıdır beni ona götüren. Siz de yanlış yollara saptıysanız veya yolunuzu şaşırdıysanız, karanlıkların içinde parlayan bu okları takip edin, karşınıza çıkacak olan kişidir, Yücel Sayman"


“ASKERE GEÇ GİTMENİN DERDİNE DÜŞTÜM”

1939 Konya doğumlusunuz. Hukuk Fakültesini bitirip akademisyen olmadan önce hayata neresinden başladınız?

Benim herhangi bir hayalim yoktu. Benim kaygım; askere en geç nasıl giderim ve hangi işi seçersem yazları nasıl tatil yaparım’dı. Bu nedenle doktora yaptım. O zaman doktora sistemi farklıydı, bir ödevi roman gibi yaptım, içinde ne atıf vardı ne de bölüm vardı, kaçıyım diye düşünüyordum ama kaçarsam askere gidecektim, fakat hoca çok beğendi. Şekline güldüler, alay ettiler ama içerik çok iyiydi dediler. Ve asistan olur musun, dediler. Ben de askerliğe etkisini sordum. “32 yaşına gitmiyorsun, yazın da tatil yaparsın” dediler. Devlet memuru olmak çok işime geldi.

Üçüncü evliliğiniz Hacer Hanımla oldu. Hayatınıza ondan sonra nasıl yön verdiniz? Akademisyenlik ve aile hayatınız sonraki başarılarınıza ne kadar yansıdı?

30 küsur senedir beraberiz Hacer ile. Evliliğimiz yeni ama. Ne o bana, ne de ben ona ayak bağı olmadık, ikimizde birlikteliğimiz dışındaki özel alanlarımızda istediğimiz gibi özgür hareket edebiliyoruz. Onun için beraberliğimiz herhangi bir şeye engel değil. Karşılıklı rahatız, birbirimize engel değiliz en azından.


“SİYASİ BİR TARAFIM YOKTU”

Sivrice Fenerini eşinizle birlikte kiraladınız. Fener, dünyanın deniz feneri kitaplarından oluşan tek deniz feneri kütüphanesi olarak biliniyor. Bunu idealize edene kadar nasıl bir dünya görüşüne sahiptiniz?

Benim çocukluğum Moda’da geçti. Dans etmek, flört etmek, denize girmek, spor yapmakla vaktimi geçirirdim. Siyasi bir tarafım yoktu. Fenerbahçe’de basketbol oynadım, takım kaptanıydım.


“BU SIFATLARIN HEPSİ BENDE VARSA DEMEK Kİ DEMOKRATIM”

Siyasi bir tarafım yok dediniz de. Eşiniz Hacer Hanım der ki, “Yücel’e Ak Partici dediler, Alman casusu dediler, dinci dediler, komünist dediler, PKK’lı dediler, Kürtçü dediler ama bir tek demokrat demediler.”

Evet onun bu sözü hayatımın bir özeti. Bu suçlamalarla çok karşılaştım. Özellikle Baro Başkanlık adaylığımda ve Başkanlığımda bu sıfatları kullandılar. Hacer Hanım “Bir tek demokrat demiyorlar” diyor, ben de diyorum ki: “Bu sıfatların hepsi bende varsa demek ki demokratım diyorum”


“BENİM KAFAMDA ÇEKMECELER YOKTUR”

Onlar sadece itham noktasında mı kaldı, kendinizi o tanımlara yakın gördüğünüz oldu mu?

Hayır benim düşünce sistemimi farklı. Türkiye’de insanlar bir söylentiyi gerçekmiş gibi yaşarlar. Başkalarına dair bir söylentiyi gerçekmiş gibi yaşatmak isterler. Siyasetler bunun üzerine kurulur. Ben, söylenti değil de, önce bir gözlem, sonra varsayımlar, varsayımların üzerine bir şey kurup denemek, deneyle doğrulayıp doğrulamamak, ondan sonra bir fikir beyan etmek. Benim kafamda çekmeceler yoktur. Bir şey söylüyorsun, birisinin kafasında şeriat çekmecesine giriyor, ya da başka bir şey söylüyorsunuz, Kürtçü çekmecesine giriyor, bir şey söylüyorsunuz komünist çekmecesine giriyor…O çekmecelerle dolu kafaların oluşturduğu bir siyaset yapıyorlar. Onlar söylentiyi gerçekmiş gibi hep yaşayıp, hem yaşatmayı politika haline getiriyorlar. Beni çok rahatsız etme bu sözler, güler geçerim.


“BİZİM DÖNEMİMİZDE BARO KUCAKLAYICIYDI”

Bu söylentilerin varlığını sürdürdüğü alanlar yok mu, şu anki baro yönetiminin derin devlete rağmen kazandığı konuşuluyor, yönünü ulusalcılığa dönmüş görünüyor, Baro Yönetimi sadece kendi içinde mi sınırlı kalıyor? Siz daha mı kucaklayıcıydınız?

Ben fikirlerimin doğrulandığını görüyorsam, hangi siyasi görüşten olursa olsun, objektif olarak açıklarım. Baro özelinde, her avukatı üye yapıyorsunuz. 20 bin üyenin aynı düşünmesi mümkün değil ama o yönetimde bir tezi savunuyorsanız, o tezi bütün herkese uygulamak lazım. Siyasi düşüncesi ne olursa olsun. Biz, ülkücü olanlar da bir haksızlığa uğradıysa aynı yönetim olarak katılırdık, Müslüman da olsa, solcu da olsa. Öyle bir ayrım yoktu bizim kafamızda. Onun için daha kucaklayıcı görünüyordu.


"AVUKATLAR BENİM NE OLDUĞUMU BİLİYORLAR"

Kemal Kerinçsiz, "İddianamede bizim İstanbul Barosu"nu ele geçirmek istediğimiz iddia ediliyor. O dönemde milliyetçi avukatlar olarak bir liste çıkaramadık. Grubumuzdan bir kısmı dinci grubun listesini destekledi. Bizde sosyal demokratlara oyumuzu attık. Üç dönem öncesine kadar Baro yönetimi bölücülerin elindeydi." diyerek sizi suçlayıcı şekilde konuşmuştu. İstanbul Barosu ele geçirilmek istendi mi, ele geçirilebilir mi?

Bunlar benim ciddiye aldığım şeyler değil. Ben Baronun yönetiminde 6 sene Baro Başkanlığı yaptım. O dönemde Turgut Kazan ile beraber yaptık, Avukatlar benim ne olduğumu biliyorlar. Zaten bir insan sana düşman gözüyle bakıp, bu düşmanlık üzerinden oy kazanmaya dönük politik bir şey yapıyorsa ona yapacak bir şey yok.




“BİZ HERŞEYE, HERKESE KOŞARDIK”

“28 ŞUBAT’A BİR TEK BARO KARŞI ÇIKTI”

İstanbul Barosu'nda 3 dönem başkanlık yaptınız. Baroda bir çok anlamda ilklerin savunuculuğunu yaptınız, örneğin sizin zamanınızda koruma yoktu. Baronun özgürlükten yana olan eğilimini, kendi güvenliği için bozmasını istemediniz. Sizden önce ve sizden sonra şeklinde bir devir adamı olarak anılmanın kime ne faydası oldu?

Öncesi, sonrası ayrımı niye var onu biliyorum ama biz, bizden önceki yönetimlerin yaptığı binayı kullanarak, onu genişlettik, üzerine bir şeyler ekledik. Bizden sonra gelenler, ne yazık ki bizim yaptıklarımızı ortadan kaldırdılar. Yargı üzerine araştırma enstitüsü kurmuştuk, onu iptal ettiler. Özerkliği olacaktı, herkes yönetime girebilecekti, biz atamıyorduk ama onun binasını kaldırdılar, “Baro enstitü kuramaz” iddiasıyla Danıştay’da iptal ettirdiler. Yazık oldu ama onlar da kendi programları var, onu uyguluyorlar. Biz her şeye koşardık. Gece-gündüz karakola kim telefon etse, ya bir avukat gönderirdik, eğer avukatlar orada zorla karşılaşırsa yatağımızdan kalkar, giderdik ve bunu herkes için yapardık. Siyasi ayrım yapmadan, avukat veya vatandaş ne olursa olsun koşardık, sormazdık bile. O zaman baroyla ilgili halkta olumlu bir imaj uyanıyor. Sahip çıkılıyor baroya. Mesela 28 Şubat’a karşı çıkan tek kurum bizdik. 28 Şubat, “İslamcılara” karşı bir harekattı, savunduk onu ve o zaman cesaret isteyen bir şeydi. O dönemde herkes birbirinin arkasına saklanırken, bizim çıkmamızın etkisi var tabi. Şimdi kahramanlık gösterisi yapılıyor ama bir kaçı dışında hiçbir kahramanlık gösterisi olmadı. 28 Şubat nedeniyle onları savunan kişi olarak görüyorlar beni.

Baroda yaşanan ideoloji değişikliğinin halkta bir karşılığı var mı?

Halktaki etkisi çok fazla var. Aynı siyasette olanlar beğeniyor tabi. Farklı siyasetten olanlar Baroya güvenmiyor. Baroyu objektif bir hukuk gurubu, kendilerinin güvencesi olarak görmüyorlar. Çünkü oralarda yönetim yok ama kendi tabanı çok destekliyor. Ulusalcı siyasi kesimler çok destekliyor.


“BARONUN MAHKEMEYİ BASMASI DOĞRUYDU”

Ak Parti İstanbul milletvekili Av. Bülent Turan, Baro Başkan ve Yönetim Kurulu üyeleri hakkında “yargı görevini yapanı etkileme” suçundan dava açıldığını belirtti. Balyoz mahkemesini basmaları, Ümit Kocasakal’ın çıkışları…Baronun bu kadar politize olmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bunu politize olmak şeklinde değerlendirmemek lazım. Tamam, Baro, politiktir, insanları da politik. O duruşmaya müdahale etmesi, basmak değil, görevini yapıyor, Balyoz ve Ergenekon davasının içeriğine karşı olmama rağmen ben de olsam aynı şeyi yapardım. Ben de giderdim. Çünkü size Baro Başkanı olarak avukat vermiyorlar ki, biz burada savunma hakkını kullanamıyoruz. Hiçbir talebimiz kabul edilmiyor ve biz dışarıya çıkartılıyoruz. Ve bizi o kişinin müvekkili olmaktan azlediyor, Baro’dan başka avukat istiyor. Ben de Baro Başkanı olsam başka avukat atamam. Onu savunmak için de giderim duruşmaya, o yaptığında siyasi ve yanlış bir şey yok. Doğru bir şey yapmıştır. Kurum olarak savunmayı savunmalı ama bunu her dava açısından yapması lazım. Buna karşı, “Yargıyı etkilemek” diye bir dava açılıyorsa, o zaten yargının iflas ettiğini gösteren bir şey. Baronun savunmayı savunmak için müdahalesini yargıya müdahale olarak görüyorsanız, yargıda savunma yok demektir. Onun için haklı. Siyasi olarak anlaşmamıza rağmen destekledim çünkü söz konusu olan Baro.



“CUMHURİYET, DEMOKRASİ DEĞİLDİR.”

“TÜRKİYE’DE DESPOTİK BİR DEVLETİ BİÇİMİ VAR”

İstanbul Barosu'nda 'İnsan Hakları, Avukat Hakları, Kadın Hakları, Çocuk Hakları, Tüketici Hakları ve Bilişim Hukuku' gibi merkezler ilk olarak sizin zamanınızda kuruldu. Laisizmi korumak için cumhuriyet hukuku ve kültürü merkezi arkasından geldi. Sizin için cumhuriyetin korunması gerekli mi?

Cumhuriyeti neye karşı koruyorsunuz, kime karşı koruyorsunuz, tehlike ne? Sanki işgal altındayız, Cumhuriyeti kaldırmak isteyenler var, ortada böyle bir düşman yok. Bu “Cumhuriyet elden geliyor” söylentisini siyaset haline getirmekten başka bir şey değildir. Cumhuriyet, bir devlet biçimi değildir. Devlet Başkanının seçimle gelip, seçimle gittiği bir rejimdir. Cumhuriyet, Monarşinin zıttı, demokrasinin devlet biçimi olarak karşılığı değil. Bence Cumhuriyet, demokrasi değildir. Devlet biçimi olarak cumhuriyeti tanımlamak zorundasınız. Çünkü sosyalist cumhuriyet var, faşist cumhuriyet var, İslami cumhuriyet var vs. çünkü devlet biçimi farklı, cumhuriyetle özdeş değil. Zaten seçimle gelip, gidilmesin diyen yok ki. Cumhuriyetin nitelikleri sayılıyor; laik, demokratik, sosyal bir hukuk devleti ama başlangıç kısmındaki ilkelere dayanan demokrasiden söz ediliyor. Başlangıç bölümünü okuduğunuz zaman orada demokrasi yok, tamamen despotik bir devlet biçimi var. Despotik devlet biçiminin laiklik anlayışı, onun hukuk devleti anlayışı demokrasi değil. siz bunu koruyacağım, diyorsunuz.

Anayasanın değiştirilemez denilen ilk 3 maddesine siz de karşısınız.

Cümlelere değil yapısına karşıyım. Çünkü başlangıç bölümüne dayandırıyorlar. Başlangıç bölümünü kaldırdığınız zaman Anayasanın maddeleri gibidir o. Bütün her şeyi başlangıç bölümüne uygun olarak yorumlayacaksınız, despotizme göre tanımlayacaksınız, dışına çıkamazsınız. ilk üç maddeyi değiştirelim derken, başlangıcı değiştir. Demokratik bir devlet dediğiniz zaman kimse karşı çıkmaz, laikliği niye ayırıyorsunuz, zaten demokrasi varsa laik olmayan bir demokrasi yoktur, demokrasinin temeli laikliktir. Ayırdığınız zaman aralarına ister istemez, hiyerarşik üstünlük koyuyorsunuz. Biri devlet, diğeri özgürlük kavramı oluyor, devlet kavramı ile özgürlük kavramını yarıştırıyorsunuz. Laikliği devlet kavramı niteliğine sokmuşsunuz, demokratik olan bir şeyi savunduğunuz zaman laikliğe aykırı deniyor. Mesela türban meselesi. Demokraside laiklik çatışır göründüğü için ki siz ayırdığınız için sistem onu çatışır gösteriyor, o zaman laiklik demokrasinin üstünde geliyor. Çünkü despotik anlayış öyle gerektirir.

“LAİKLİK TEK BAŞINA BİR ŞEY İFADE ETMEZ”

“HİTLER DE LAİKTİ”


Size göre laiklik için demokrasiyi feda etme anlayışı son derece yanlış. Demokrasinin en büyük güvencesinin bizzat kendisi olduğu görüşündesiniz.

Yanlış buluyorum, demokrasi olmaz o zaman. Tek başına laikliğin bir anlamı yok. Hitler de laikti, oradaki sistem de laik bir sistemdi, laiklik tek başına hiçbir şey ifade etmiyor. Son derece despotik bir ülke laik olabilir.



"TÜRBANLI AVUKATLAR İÇİN DAHA DİK DURABİLİRDİM"

İkinci kez Baro Başkanı seçildiğinizde, Canpolat ekibinin ‘‘Türbanlı avukatlara hoşgörülü’’ suçlamasını reddetmiş, ‘‘Dedikodu değil, demokrasi kazandı’’ demiştiniz. Bugün türbanlı avukatların önü açıldı. Bugünü görseydiniz, görüşlerinizin arkasında daha mı dik dururdunuz?

Tabi ki daha dik dururdum. O zaman bu nedenle bizim yönetimden 4 kişi istifa etti. Türbanlı avukatların haklarını savunuyoruz diye. Müslümanlarla ittifak yaptığım söylentileri o dönem çıktı. O döneme kadar türbanlı avukatlar, baroya giremiyorlardı. İlk defa bizde girmeye başladılar. Eğitim merkezlerinde türbanlarına karışmadık, türbanınızı çıkartın demiyorduk, mahkeme koridorlarında dolaşın, diyorduk. Bir tek duruşmaya girmesine engelleyen yasal düzenleme vardı, onu da çok tartışmıştık. Bugünkü yargı sisteminin içinde sadece avukatların değil, yargıçların da olması lazım. Bu kılık-kıyafet meselesi değil, bu bir özgürlük sorunu. Siz “benim din özgürlüğüm çok önemlidir” diyorsanız, tabi ki önemli ama din özgürlüğü ile hak arama özgürlüğünü çatıştırırsanız, bana din özgürlüğü sağlattıramazsınız. Var olan yargı sistemi içinde bu doğru değildir. Üstünlük tanıyamayız. Medeni kanunda boşluk varsa, o boşluğu yargıç doldurur. Kendisi kanun koyucu olsaydı nasıl bir kural koyacak idiyse öyle bir kural koyar. Medeni kanuna göre doğuran kadın, annedir. Ama şimdi illa doğuran kadın anne olmuyor, taşıyıcı anne diye türleri var. Yargı sistemi değişirse olur.



"TÜRBANLI DURUŞMAYA GİRMENİN SAKINCALARI VAR"

Yargı sistemi değişmeden türban nasıl özgür oldu?

Bizim söylediğimiz adliyeye gir, icra dairelerine gir, baroya gir, seminerlere gir…duruşmada söylediğim sakıncaları var, bunların tartışılması lazım veya sistemin ona göre değiştirilmesi lazım. Türban ile duruşmaya giriyorum, derken dinimin bana söylediği şeyleri uygulayarak yaşayacağım ve yargılamaya katılacağım. O zaman laiklik olmaz. Sistemi ona göre ayarlamamışsanız eğer. Taşıyıcı anneliği inançlarına uygun olarak boşluk doldurulmaya kalkılırsa hapı yuttuk. O zaman benim hak arama özgürlüğüm ortadan kalkar diyebilir. Onu çözmemiz lazım. Yargının örgütlenmesi çözülür. Danıştay’ın verdiği karar, türbanla duruşmaya girmenin yolunu açan bir karar değil. Öyle uygulanıyor, sakıncası çıkmıyor ama Türkiye öyle bir hale geldi ki, türban taksa ne olur, takmasa ne olur, öyle uygulayabilir zaten. Benim söylediğim tehlikeler zaten var.

Size göre yargı sisteminde başörtüsünün engellenmesi yanlış mı?

Yanlış. Türkiye sisteminde ben dini inançlarıma uygun yaşamayı engelleyen bir kanun maddesi yok. Türban takarak yaşarken romancı olmak istersen olursun, tiyatrocu olmak istersen olursun, peki bunları olmak için eğitim alacağım dediğinde, hayır alamazsın deniyor. Herşeyi yapıyorum, bunu niye yapamıyorum. O zaman toptan yasakla. Dini inançlara uygun yaşamayı yasakla. Onu yasaklamadıysan, üniversiteye girememesini bana nasıl izah ediyorsun?Ak Merkeze giriyorsa, resim yapıyorsa bunun eğitimini alması lazım. Çelişki. Sistemi buna göre değiştirmek gerekir. Despotik bir devlette belirli alanlarda yasaklar, belirli alanlarda serbest bırakırsınız, o yasaklar da zaten tutmaz. 20 yıl sonra çöker.




“H. DİNK DAVASINDA SONUÇ, ÖLDÜREN KİŞİNİN CEZALANDIRILMASI DEĞİL”

Hrant Dink'in avukatı olarak katıldığınız bir duruşmada, “müşteki avukatlarına hakaret ettiğiniz” iddiasıyla hapsiniz istendi. Hrant Dink davası sizi avukatlık misyonunun çok ötesine mi taşıdı? Asıl savunmayı duygularınızın yaptığı başka davalarınız oldu mu?

Hrant Dink’in 301.maddeden yargılandığı davada avukatı değildim. O yargılandı, mahkeme aleyhinde karar verdi ve kararla ilgili olara açıklama yaptı, temyizde ileri süreceği gerekçeleri de basın toplantısında söyledi. Açılan dava da adil yargılamayı etkileme suçuydu. Bunu daha sonra okuyunca şaşırdım kaldım, nasıl bir anlayış diye. Adil yargılama, sanığın hakkı. Ve sanığı müthiş koruyan bir maddeydi, birden bire sanık aleyhine olmaya başladı, sanığın mahkemesi etkilemesi….tabi ki etkileyecek. Etkilemeyi, rüşvet vererek, nüfus kullanarak yapmıyor ki. Ben de bunun üzerine savunabilir miyim diye avukatlarından izin aldım, o dava için avukatı oldum. Beni şikayet eden avukatlara hakaret ettiğim iddiası da orada çıktı.

Hrant Dink davasında sonuca gidildi mi?

Dink davasında sonuç, öldüren kişinin cezalandırılması değil. O da bir tanesi ama iddia, o planlanmış bir şey. Resmi otoritelerin içinde bulunduğu bir planın parçası. Ve de ırkçı bir tarafı var, Ermeni olduğu için öldürülüyor. Arkasındaki yapının üzerine gidilmedi, hala da gidilmiyor, o açıdan aydınlatılmadı. Hepimiz görüyoruz ama çıkmıyor ortaya.

Bu davanın üstünün örtülmesi ne gibi felaketlere yol açar, yeni Dink davaları olur mu?

Açar çünkü bunu yapan kişileri cesaretlendirir, üstten birkaç kişiyi cezalandırmakla yapamazsınız ki, korunuyor demektir. Ergenekon da bu iddialarla açıldı ama o da çok derine inmiyor. Örgütün görünen kısmı, bulunan kısım ama herkes biliyor ki, onun daha derini var.



“POLİSİ HAZIRLADIĞI SENARYO, İDDİANAMEYE DÖNÜŞÜYOR”

İstanbul Baro Başkanı iken, savunmanın yerine devlet avukatlığının getirilmek istendiğini öne sürüyordunuz. Bugün yargı sistemi içinde herşey yerli yerinde mi, mesela Danıştay Başkanı Hüseyin Karakullukçu’nun "Polis savcı, bilirkişi hakim oldu" sözüne katılıyor musunuz?

Büyük ölçüde doğru. Pratik işleyişte doğru. Çoğu davalar böyle oluyor. İlk incelemeleri polis yapıyor, orada Savcı yok, delilleri araştırıp toplarken Savcı yok. Sadece yetki veriyor. Polis iddianame taslağı yazıyor, savcı bir iki şey ilave ediyorsa ediyor, etmiyorsa etmiyor. Aslında hazırlayan polis. Siz toprağı kazıp, silahları çıkartmak dışında, hiçbir savcının emniyet müdürlüğünün arşivini açıp, “Buradaki delillerin tamamını görmek istiyorum, bana hepsini ver” dediğini gördünüz mü. Serbest olarak polis hazırlıyor, polisin hazırladığı senaryo iddianame haline dönüşüyor. Bazı teknik davalarda Bilirkişi tayin ediyor. Bilirkişi’nin yazdığı karar, karar oluyor. Yasa müsait olmasına rağmen hiçbir zaman Bilirkişinin mahkemeye getirilip, çapraz sorguya tabi tutulmasını hakimler kabul etmiyorlar. Halbuki Bilirkişi mahkemeye gelecek ki, sanık ya da iddia tarafı, Bilirkişiye soru soracak. Hem uzmanlığı var mı, yok mu onu görecek, hem de hazırladığı raporla ilgili ayrıntılı soru sorulacak. Aklı başında bir cevap veriyor mu, vermiyor mu, temeli var mı yok mu, yargıç o haliyle alıp karar veriyor. Ama Bilirkişi raporunun tartışması yapılamıyor. Ben kendim ikinci bir uzman çıkartamıyorum karşısına.




“DESPOTİK BİR YARGI ÖRGÜTLENMESİNDEN, DEMOKRATİK BİR YARGI ÖRGÜTLENMESİNE GEÇMEK GEREKİYOR”

Peki her şeyin yerli yerine oturması için çözüm Anayasa’da mı?

Tabi tabi. Yargının örgütlenmesi, işlevinin tamamen değişmesi gerekiyor. Despotik bir yargı örgütlenmesinden, demokratik bir yargı örgütlenmesine geçmek gerekiyor. O temellerin hiçbiri yok. Sistem bu olduğu için yargıç dışına çıkamıyor. Çıkarsa siyasi olarak damgalanıyor.

1997’de şu cümleyi sarf etmiştiniz: ‘Türkiye'de hukuk ihlalleri her gün yapılan sıradan bir şey haline geldi. Topu tüfeği olanlara karşı hukukla savaşıyoruz.’ Bu ordu vesayetinin hukuk üzerindeki etkisini gösteren bir ifade miydi? Şu an mücadele hangi yöne kaydı?

Vesayet lafı, tek yönlü olarak algılanıyor. Vesayet, halkın üzerinde kurulan bir vesayettir. Ordu ile iktidar arasındaki vesayet vasinin kim olacağı kavgasıdır ama vesayet halk üzerinde kurulur. Seçilmişlerin karar alma alanlarının daraltılmış olması, özellikle silahlı kuvvetlerin karar alma olanaklarının arttırılmış, hatta politik olarak onların belirlediği bir sistem varsa, aralarındaki vesayet ilişkisidir, onu kırarsınız, Anayasanın işleyiş sistemini değiştirmezseniz, o vasi gider yerine seçilmiş vasi gelir çünkü halk üzerindeki vesayet kalkmış olmaz. Halk üzerindeki vesayet deyince, askeri kesimi değil, polisi de, güvenlik güçlerini de kastediyorum. Silahlı güç sadece askeriyede değil her yerde var.



“HALK ÜZERİNDEKİ VESAYET KALKMADI”

Türkiye’de şu an siyaset tek tabanca mı oynuyor? Tüm vesayetlerden kurtuldu mu?

Şu anda seçilmiş olanlar, o karar mekanizmalarının tamamını ele geçirdiler, kararı kendileri alabiliyor, alınacak kararın çerçevesi çizilmiyor. Eskiden devlet politikası ve hükümet politikası ayrımı vardı. Bu ayrım bile içinde yaşadığımız devletin despotik olduğunu gösterir. Devlet politikasını kim teslim ediyor, karar mekanizmaları kimler? Silahlı kuvvetler, MGK’yı kuruyor, o alıyor, ondan sonra onun devlet politikasında da silahlı kuvvetler, polis, yargı o devlet politikasına uygun işliyor. Hükümete ise, o devlet politikalarının içinde oynamaları izni veriliyor. Son anayasa değişikliği ile bunu kırdı ama halk üzerindeki vesayet kalkmadı. Çünkü sistemin kendisi değişmedi, vasinin kim olacağı konusunda bir değişiklik oldu, bu da önemli bir adım tabi.

Vasi atanmışlardan seçilmişlere mi geçti? Halk yine bir darbeye mi maruz kalıyor?

Yok darbe değil, halkın en azından siyasi iktidarı değiştirme yetkisi var. Atanmışları değiştiremezsiniz, hele de elinde silah varsa. Onun için iyi bir şeydir, kötü anlamda söylemiyorum ama halk üzerindeki vesayet kalkmadı.


“DESPOTİZM, DEMOKRASİYE DÖNÜŞMEZ”

“Yetmez ama evet” diyenler arasındaydınız. Anayasa son şeklinde aldığında, “Yeterli” diyebilecek misiniz? Sizi tatmine götürecek şey ne olur?

Nasıl bir Anayasa yapıldığından haberimiz yok. Ben çok da “Evet ama yetmez” demiyorum. Onun içine koyabilirsiniz, “Evet ama bu sistem değişmeli” diyorum. Yeni Anayasa, bu despotik sistemi kaldırmadığı sürece demokrasi olmaz, diyorum. İki, üç yer daha düzeltin demiyorum, sistemin kendisi kaldırılsın. Despotik bir devlet yapısı içinde demokrasi yeşermez. Despotizmin kendisini demokrasiye dönüştüremezsiniz. Yeni anayasa ile demokrasi temeline oturan bir devlet biçimi ile biçimlendirirsiniz.


“DESPOTİK ANAYASANIN DEĞİŞMESİ LAZIM”

“BİZDEKİ PARLAMENTER SİSTEM KOMİK”

“EGEMENLİK MİLLETİN OLACAĞINA TANRININ YA DA KRALIN OLMALI”

Başkanlık sistemi, despotik sistemi yıkmak için getirilebilecek iyi bir proje mi?

Başkanlık sisteminin ya da parlamenter sistemin temeli ne, neye oturtuyorsunuz, hangi toplumsal yapılanmaya oturtuyorsunuz, önemli olan toplumun yapılanması. Tüm farklılıkların bir arada yaşayabildiği bir sistemin düzenini getirmek lazım. Başkanlık sistemini hangi toplumsala temele oturtuyorsunuz, toplum nasıl örgütleniyor, toplumun özgürlükleri nedir, özgürlük rejimini nasıl görüyorsunuz, en azından kendi kendisiyle olan ilişkilerini geliştirebileceği toplumsal yapı kuruyor musunuz, kurmuyor musunuz? Bunun üzerine Başkanlık tartışılır, iyi olabilir, kötü olabilir. Bizdeki parlamenter, temsili sistem değil, böyle komik bir temsili sistem olmaz. Ana fikri, “Egemenlik kayıtsız, şartsız milletindir” ben o zaman sorarım , “Milletindir de, millet ne?” 70 milyonun bir araya gelmesi değil ki, ne zaman çıktı bu millet, gerisi var, ilerisi var, bizim üzerimizde bir kavram. Soyut, sosyolojik bir kavrama egemenlik vermişsin, Tanrıdan al, kraldan al daha iyi onlar hiç olmazsa somut. Onlara karşı mücadele edebilirim. Gökyüzünden yeryüzüne indiriyorsun ama yeryüzünde benim üstümden soyut bir kavrama veriyorsun, millet kavramına veriyorsun. Millet nasıl kullanacak, diyor ki; yetkili organlar aracılığı ile kullanır. Ben yokum orada, ne egemenliğin içinde varım ne kullanılışında varım. Yetkili organı ne belirleyebiliyorum, ne sorabiliyorum….bu despotik bir Anayasa, onun değişmesi lazım. Bugün Ergenekon’a dokununca kıyamet kopartılıyor, aynı şeyler vaktiyle solculara uygulanıyordu. Benim Baro Başkanlığım, Turgut Kazan’ın Başkanlığı, daha öncesi…orada Ergenekon yoktu…orada hep bu sistem uygulandı. O zaman biz avazımız çıktığı kadar bu sistemin olmayacağını anlatmaya çalışıyorduk, kendilerine dokunmayınca hiç kimse ilgilenmedi, kendilerine dokununca ilgilendiler, çünkü egemenliklerini kaybediyorlar, o vasi olma şeyini kaybediyorlar. Kanaat mekanizması olmaktan çıkıyorlar, yoksa oradaki generallerin yargılanması bundan değil, onların yargılanması kendilerinin karar mekanizması olma yetkilerini kaybediyorlar.




“KURUCU MECLİS, HUKUKÇULARIN UYDURDUĞU BİR KAVRAM”

Halk yetki gücünü nasıl alacak… Sabih Kanadoğlu, “Bugünkü Meclis yeni bir anayasa yapamaz. Yeni anayasayı ancak bir Kurucu Meclis yapabilir, hatta önceden halka yeni bir anayasa istiyor musunuz diye referandumla sormak da gerekir” diyor.

Bizim toplumda insanlar kendi kafalarındaki yaşamı gerçek yaşam zannediyorlar, en doğru, en iyi yaşam. Kendi kafalarındaki yaşamı en iyi, en doğru yaşam zannediyorlar. Ve öyle yaşanmasını istiyorlar. Kurucu Meclis, hukukçuların, siyasetçilerin belli bir şeyi açıklamak için getirdikleri kavramlar. Çok da temeli olmayan bir kavram. Bugünkü mevcut anayasa sistemi içinde, kurucu meclis yapamaz diyorlar, ben de yaparım diyorum. Sizin tezinize göre, ben bir parti kurdum, anayasa(kendime göre çok özgürlükçü ve demokratik bir anayasa) yaptım, 4 yıl Süvelek’e gittim halka bunu anlattım. Ve hedef olarak parti iktidar olursa, yapacağımız ilk iş, bu anayasayı bırakıp, yerine bunu çıkartmaktır, dedim. Seçim oldu, 450 millletvekili aldı bizim parti. Yapacağım iş, yeni anayasayı meclisten geçirmek olur. Mevcut anayasa karşısında ne yapılabilir, Anayasa Mahmekesine gidilemez çünkü Anayasa değişikliğini mahkemeye götürebilmek için 111 milletvekili lazım. Cumhurbaşkanına götürmek de çare değil, referanduma götürmek için ise halk o milletvekillerini o anayasa çıksın diye seçmiş, sen referanduma gittiğin zaman %80 yine kazanacaksınız. Teorik olarak dedikleri şeyi izah etmiyor, pratik olarak bu olur, o zaman bir tez savunuyorsanız, bilimsel olarak o uç düşünceyi izah edemiyorsanız, ona uygulanamıyorsa o tez doğru bir tez değildir. Kurucu meclisle, tali meclisle anayasa yaparsa olur, o mekanizmaları aşar mı bu başka bir konu.

Siz, 82 anayasası hazırlandığı günden beri karşıydınız, Anayasanın nasıl bir devlet yapısı ortaya koyduğuna bakmak gerektiğini söylediniz. Bugünkü Anayasa, Başkanlık sistemi ile tüm beklentileri karşılar mı?

Hazırlanan anayasa nasıl bir şey bilmiyoruz, elimizde değerlendirilebilecek veri yok.


“BAŞKANLIK SİSTEMİ, DESPOTİZMİN KOYUSU OLABİLİR”

“TEMSİLİ DEMOKRASİ, BİZİM TEZGAHLANAN BİR ŞEYE ONAY VERMEMİZ DEMEK”

Despotik bir anayasa olmaması için Başkanlık sisteminin en başta egale mi edilmesi lazım?

Yok öyle bir şey söylemiyorum. Gayet demokratik bir ortamda Başkanlık sistemi olabilir ama alt yapısını iyi kurmamışsanız; onun özgürlükler rejimini, bunun denetimini vs. Başkanlık sistemi bunun koyusu haline dönüşür. Ama parlamenter sistem bunun panzehiri değil. Ben insanları 4 seneliğine seçeceğim, ondan sonra benim hiçbir bağım kalmayacak. Siyasi partiler kanunu içinde üyelerin yerleri, özgürlükleri…mecliste oy kullanma özgürlükleri yok ki, parti doğrultusunda karar alıyorlar. Alırsa milletvekilinin siyasi hayatı bitiyor, hani halkın milletvekili idi? Siyasi partiler kanunu, seçim kanunu, barajlar zaten temsili dediğiniz demokrasi, bizim tezgahlanan bir şeye onay vermemiz oluyor. Halkın tercihi yansımıyor. Çünkü tercih hakkı yok.

Hükümet, Kürt sorunuyla ilgili kamuoyu oluşturmak üzere 2005 yılında da bir ‘Aydın’ heyeti oluşturmuş, ve yine siz bu 13 kişinin arasında yerinizi almıştınız. O günkü engeller, neleri yapmanıza, neleri yapamamanıza mani oldu?

Tam hatırlamıyorum. Bir şey yaptığımızı hatırlamıyorum. Bir şey yapabilmiş değildik, niye yapamadık bilmiyorum. Niye yapamadık, biz mi yapmadık, yaptırılmadı mı hiç hatırlamıyorum onları. Çünkü fazla umut ettiğimiz bir proje değildi. Bu soruna ilişkin çözüm önerilerini biz getiriyoruz ama başka tartışmalara kaydı işler.


“BAŞKANLIK SİSTEMİ ÇIKMASIN DİYE SAVAŞ DEVAM MI ETSİN?”

“BEN SAVAŞI ELLİ KERE BİTİRİRİM”

O yıllarda, farklı görüşlere sahip 150 aydın, PKK’nın önkoşulsuz olarak silah bırakması için yayınladığı bildiride, “Af çıksın, baraj insin” demişlerdi. Bugün de bunlar tek çıkış yolu mu?

Türkiye’de bir silahlı çatışma var, insanlar ölüyor, öldürülüyor, iki toplum özellikle Kürtlerle ve Türkler’in bir arada yaşama ortamları büyük ölçüde kalkıyor. Karşılıklı; kızgınlık, öfke, nefret, kin var. Ve bu savaş bunu her gün yeniden üretiyor. İlk defa karar mekanizması olabilecekler karşı karşıya geldiler, kim durdurur bunu, nasıl bir karar alınacak, barış yapacaksınız. Barışı kim yapacak, bir yanda silahlı bir örgüt, bir yanda da onunla mücadele eden devlet kararı onlar verecek. Başka türlü veremezsiniz. Onların arasında her devlet kendi açısından amaçları açısından bir sürü hesaplar yaparak mutabakata varacaklar. Biz sadece “Şunlar olsa daha iyi” deriz ama şartı biz koyamayız. Bunu anladığımız zaman soru şuna geliyor, “Bunlar anlaşsın mı, anlaşmasın mı?” arkasını kaygılara bağlarsanız….”Ya arkasından Başkanlık sistemi çıkarsa?” Başkanlık sistemi çıkmasın diye savaş devam mı etsin? Ben demokrasi olsun, af çıksın derken adam da: “Ben savaşacağım sen demokrasiyi oturtacaksın, al silahı git sen savaş” derse ne yapacağım? Siyasetin belirleyici olduğu bir yerde demokratik bir şey yapabilmek mümkün değil. Onun kalkması lazım. Ben savaşı 50 kere bitiririm ama karar veremiyorum.


“BENİM İŞİM, HALKIN KONUŞMASINI SAĞLAMAK”

Dolmabahçe’deki ilk toplantı sonrası, “İnsiyatif bende”dediniz. Bilimde ölümle mücadele ederken, savaşla ölümlere yol açılması çelişkisini ortaya koydunuz. Silahların ucunu üflemek için kişisel çabanız ne yönde olacak?

Halk bunu yapar. Halk, barış seslerini yükselttiğinde, benim kafama göre yap demeden, bitir bu işi dediği zaman o müzakere eden, bu büyük kalabalıkları dikkate almak zorundalar. Yoksa ikisi de kaybeder. Burada önemli olan, bu isteğin yaygın bir şekilde ortaya çıkması. Örgüt de, PKK’ya rağmen yapmazsa kendi tabanını kaybeder. Hükümet de buna rağmen yapmazsa prestijini kaybeder, oylarını düşürür. Halk ne kadar isterse yapmak zorundalar. O zaman da kimseyi incitmeden, aşağılamadan yapmanın yollarını bulacaklardır. O zaman bilecek ki, 70 milyon dinliyor ve bekliyor yapacaklarını, sanki müzakerelerde masa başında bekliyor gibi hissedecekler. Benim işim de halkın konuşmasını sağlamak. Yoksa ben gidip halka bir şey öğretecek değilim. Ama şimdiye kadar alışmamış tabi, ben varım, ben burada ağırlığımı koyuyorum demesine alıştırılmamış, bastırılmış ama düşüncesini söylemeye başladığı andan itibaren o ses olarak yükselecektir. Akil insanlardan istenen de bu zaten. Ya da ben kendimi öyle görüyorum.


“ÇÖZÜM, AK PARTİ’NİN PROJESİDİR”

Ben de bu görevi hükümet layık gördüğü için mi, gerçekten bir şeyler yapabileceğinize inandığınızdan mı, elinizde çok güçlü hareket planları olduğundan mı kabul ettiniz diye soracaktım?

Çözüm, Ak Partinin projesidir. “Çözün ama Ak Partiyi destekliyor olmayın, kullanılmayın” diyorlar. Ak Parti kurulmadan önce, Tayyip Beyin ismi yok, PKK kurulmadan önce ben siyaset yapıyordum, demokrasi inancım vardı. Kan, cezalandırılma aracı olmasın, şehit deyip ölü olarak ele geçirdim deyip cezalandırıyorsunuz, iki tarafta ödül olarak kullanıyor. Ben bunların hiç biri yokken savunduğum bir şeydi. Ben tek başıma bunu toplumsal bir ses haline getirmeyi beceremedim. Benim her gittiğim yerde savunduğum şeyi, ama kitleleri harekete geçiremediğim bir yerde Ak Parti, 69 kişiye “Buyurun yapın, ne yaparsanız yapın, çözüm sürecine katkıda bulunun” diyor, bir çerçeve koymuyor, serbest bırakıyor, ki doğalı da o. Benim projem açısından söyleyebileceklerimi söyleme hatta bunu talep haline getirme imkanı bana veriliyor. Ak Parti bana bu imkanı vererek nasıl kullanıyor oluyor? ben de tersini söyleyebilirim, “Ben hükümeti kullanıyorum” ben de öyle bakarım, kafalar niye tersini söyleyemiyor, çünkü onu söyleyenler güce tapıyor. Güç onda, o seni kullanıyor, halbuki ben seni kullansam daha iyi kullanacağım. Ak Partiyi karşımda bir güç olarak görmüyorum, imkanlar verilirse ben de bir gücüm. Hep birlikte sesimi duyurursak, karar merci olmadığımız için, sağlayamayacağımız bir şeyi daha rahat, daha kolay, “kıvırtmadan” bitirme imkanı doğabilir. Ben de bunu yaparsam, kim kullanıyorsa kullansın.


“AKİL ADAMLARI KILIÇDAROĞLU KURSAYDI DA, ONUN PR’INI YAPSAYDIM”

“KILIÇDAROĞLU’NUN KURDUĞU SİYASET AK PARTİNİN BAŞARISIZLIĞI”

“KILIÇDAROĞLU, ERDOĞAN İLE SOKAK AĞZIYLA BAŞA ÇIKAMAZ”

Kılıçdaroğlu, “Olayın PR'ını yapmak için görevlendirildiler" sözünü kullandı. Reklam aracı olduğunuzun söylenmesi Akilliğinize yapılmış en büyük hakaret mi sizce?

Bu bana hakaret değil, Kılıçdaroğlu’nun siyasi olarak hiçbir şey anlamadığını, o konunun içinde hiç pişmediğini, en ufak şekilde pişmediğini gösterir bu. Ben soruyorum, “ Nerde Halk Partisi?” “Bana içeriği anlatılmıyor” deniyor, “Ya kardeşim nasıl söylesin, nasıl söylenir süreç?” gidersin, çekersin, önünü alırsın, siyaset budur. Barışın bayrağını sen önden alırsın, o zaman söylediğin fikirleri getirirsin. Engel mi var Akil adamları kurmana? Gel ben senin PR’ını yapayım. Sen geldin de biz hayır mı dedik. Sen yoksun. Piyasada neye oynuyor, Kılıçdaroğlu’nun kurduğu siyaset Ak Partinin başarısızlığı. Bu sürecin çözüme ulaşmaması üzerine oynayarak siyaset getiriyor. Hakikaten başarısız olsa çöker, Halk Partisi, ben demedim mi der ve oyunu arttırır. Bu bir ihtimal. Halkın da çözümü dile getirmemesini istiyor. Ama biterse ne olacak, savaş biterse Ak Partiyi tutma gitsin. Çünkü Halk Partisi ortada yok. Sadece bana hakaret ederek var, akil insanlara hakaret ederek var, Başbakan ile ağız dalaşı içine girerek var, hiçbir çözüm önerisi yok. Ak Parti’nin PR’ını yapmayayım, ikisi otursunlar, bakalım yapabiliyorlar mı barışı? Sonra birileri de gelsin, olmasın, başarıya ulaşamasın Başbakan. Sokakta oynayarak büyümüş insanlarız, sokakta oynarken bile kuralları vardı bunun, onun bir kültürü vardı, şimdi anlaşılmıyor ki, Kılıçdaroğlu kültürlü de, karşısındaki Kasımpaşalı, o kültürün babası başa çıkabilmen mümkün değil. Laf yetiştirerek başa çıkamaz. Tayyip Erdoğan ile sokak ağzıyla mücadele edemez. Sokak ağzı, kafiye uydurarak cümlelerin sıralanması değil ki, orada bir zeka yatıyor. Sokak kültürü ile yetişmemişsen ona oynamaman lazım. Git barışın önünü sen çek, Halk Partisinin sokak sokak barışı dile getirmesine engel mi var? böyle bir şey yapsa tozu dumana kattırır.


“BARIŞ OLMAZSA KİMSEYİ SUÇLAMAM”

“UĞUR DÜNDAR BİZİ ÖRGÜT KURMAKLA SUÇLAYIP, EVLERİMİZE BASKINA GELEBİLİR”

“BARIŞIN HUKUKİ TEMELİ YOK”

Uğur Dündar sizi de hedef göstererek, "Bu isimleri not etmelisiniz, etmelisiniz ki günü geldiğinde kendilerine hak ettikleri güçlü tebriki (!) gönderebilmelisiniz" diye yazdı. Bir gün bu karardan veya yol arkadaşlığından pişmanlık duyarsanız, hükümeti mi, kendinizi mi suçlarsınız?

Kimseyi suçlamam. Eğer bir şeyi kendimde yanlış görüyorsam, “Yanlış yapmışım” derim. Çünkü bunun doğru olduğuna inanarak gidiyorsam, verilerimi kendime göre sınayarak bu kararı almışsam, başarısız olursam pişman olmam, “Yanlış yaptım ya da yetersiz yaptım, ya da iyi yapamadım” diye düşünürüm. Not etsinler, dava açacaklar, açabilirler. Siz yasal olarak ne yaptınız, barışın hukuki temeli mi var, Öcalan ile devletin görüşmesinin yasal temeli yok, dünyanın hiçbir yerinde bunun yasal temeli olmaz. Yasal temel hazırlayamazsınız. Silahsız olarak sınırdan çıkacaklar, bunun için yasal zemin hazırlamak mümkün değil. Bu bir istektir, halkın isteğidir, bu iş bitsin dediği zaman bu iş olur. Ama sen ileride bunlar hukuki zeminde değildir dersen, tekrar bir başka vesayet sistemini kuruyorsan, tabi ki bizim yasal temelimiz yok, Ergenekon örgütünün başka bir versiyonuna da bizi sokabilirler; Hükümet, Akil İnsanlar olabilir bu sistem. Ama bundan da korkmuyorum. Bunu yapacaksa Uğur Dündar yapsın, herhalde evlerimize baskına gelirken, kamerasını alır gelir, bunun gazetecilik olduğunu söyler ve vatani görevini yerine getirmiş olur.

Etyen Mahçupyan, Akil İnsanlar projesini, "Hükümetin dizayn ettiği, sivil toplumun yardımını istediği bir proje.” diye tarif etti. Bu dizaynın neresinde olmak istemezsiniz, yani hangi talep, sizi kararınızdan döndürür? Mesela toprak, özerklik…

Hiçbir talep bana bunu dedirtmez, bitirilebiliyorsa bitsin, benim kafama uyup uymaması değil ki, önemli olan o savaşın bitmesi. Benim istediğim gibi bitmedi, benim hoşlanmayacağım maddeler kondu diye, kırmızı çizlerim var diye, “Gidin, savaşın” mı diyeceğim. Bitirin bunu. Biz geri kalan demokrasi mücadelesine devam edeceğiz. Kürtlere karşı bir öfke var, ayrımcılık yapıldığı için okulundan ağlayarak gelen öğrenciler var

Kürtler üzerinde bir ayrımcılık olduğunu kabul etsek de ibre şimdi Türklere, Türklük kavramına dönmedi mi, “Ne mutlu Türküm diyene kavramı” çıkartıldı, TC ibaresi kalkıyor.

Türklerle ilgili bir tane örnek göstersinler. Bu söylenti. Kürt etnisitesini, Türklerin üzerine çıkarttıklarına dair bir tane örnek versinler. Örnek yok. Lafla olmaz. Ne mutlu Türküm yerine “Ne mutlu Kürt’üm” yazıyorsa, Kürt halkı düşünsün, onu dedirtiyorsa komik bir şey olur. Bana, benim çocuklarıma “Ne mutlu Kürt’üm” diye bağırttırıyorsa, o zaman yanlış olur ama kendisi bağırıyorsa, çok komik bağırsın. O niye benim üzerimde ezici bir şey oluyor.


“MHP’NİN TERÖR POLİTİKASI, CHP’YE GÖRE DAHA TUTARLI”

MHP’nin temsil ettiği Türk milliyetçileriyle nasıl bir iletişim stratejisi benimsediniz, çözüm sürecinin başarıya ulaşması durumunda, MHP’nin temsil ettiği akımın Türkiye'de bir 'Türk Sorunu' yaratma riski var mı sizce?

Bize bölge bazında verilen anketler doğruysa eğer, MHP’nin tabanının güçlü olduğu yerlerde, çözüme evet diyenlerin sayısı, %43. En düşük oranı, çözüme hayır diyenler %49. MHP’nin siyaset farklı bir siyaset. MHP’nin politikası, Halk Partisine göre tutarlı. Çözüme, barışa ‘Hayır’ diyor. “Barış olmaz, teslim olacaklar” diyor. Ben onları ezeceğim, ordu olarak kazanacağım, barış olmaz, teslim alacaksınız, diyor. Tabanı da aynı şeyi söylüyor mu, mesele o. Ülkücülerin bazıları, evet diyor ve yönlendirmeye çalışıyorlar. MHP, tutarlı, ondan bir hayır gelmez ama ne istediğini biliyorsun, CHP’nin ne istediğini bilmiyoruz.


“ERGENEKON DAVASI GİDEREK İNANDIRICILIĞINI KAYBEDİYOR”

1980 ihtilalini yapan Kenan Evren başta olmak üzere zamanın devlet yetkilileri hakkında ‘darbe yaptıkları’ gerekçesiyle suç duyurusunda bulunanlar arasındaydınız. Darbe girişimi en az darbe kadar tehlikeli mi Türkiye için?

Darbe teşebbüsü suçtur. O davalarda çok çeşitli açılardan hukuksuzluk var, giderek inandırıcılığını kaybediyor. Delillerin tartışılması, çoğu savunmaların reddedilmesi, asker üyesi bir sürü insanın örgüt üyesi gibi yıllarca hapiste yatırılması, kuralların uygulanmaması güven hissini ortadan kaldırıyor. Tutukluluk intikam meselesi olamaz ki. Delillerin karatılmasından endişeliysen, deliller toplanmadan niye dava açıyorsun ya da delillerin bir arada olabileceğine yere karşı tedbir kararı al, mahalleden dışarı çıkmasını yasakla, bazı kişilerle ilişkisini yasakla ama bırak adam hayatını yaşasın.


“BARONUN BÜYÜĞÜ, KÜÇÜĞÜ OLMAZ”

26 bin üyesiyle dünyanın en büyük barosu unvanına kavuşan İstanbul Barosu, sizce büyüklüğüne, dünyadaki yerine uygun davranıyor mu?

İstanbul Barosunun en büyük baro olduğu yönündeki bilgi, söylentiden ibarettir. Paris, Madrid, Latin Amerika barosu daha fazla üyeye sahip. Sonra Baronun büyüğü, küçüğü olmaz. Baro gücünü, üye olan avukatların sayısından almaz, kendi işlevinden alır. Halkın hak arama özgürlüğünün temsilcisi, ister 1 kişi olsun, ister 20 bin. Gücünü oradan alır. O gücünü doğru kullandığı ölçüde de, etkili bir baro olur. İstanbul Barosu uzun süre etkili bir baroydu.


“AVUKAT, MUTLAK KUDRETİN PANZEHİRİDİR”

Ahmet Hakan bir yazısında avukatları neden sevmeliyiz başlığı altında birkaç madde sıralamış. Savunurlarken savunulmaya fena halde ihtiyaç duyan avukat vurgusu yapmış. Adaletin sacayağını: Savcı, avukat, yargıç olarak belirtmiştiniz. Bir davada avukatın bulunmaması demek yargıda savunmanın olmaması demek, görüşündesiniz. Peki sacayağının ayakları sallantıda mı, ya da en zayıf ayağı avukat mı?

Yok, sallantıda falan değil. Anayasayı, kanunları, avukatlık yasasını okuyun, iki temek üzerine kurulmuş, Savcı ve Yargıç. Yani iddia ve hüküm. Savunma kurumsal olarak yok. Bizim sistemimizdeki (Yargı=Savcı+Yargıç) despotizmin yargısıdır. Demokratik bir yargıya adım atmak için, en azından Yargı=Savcı+Avukat+Hüküm olması lazım. Avukat, yargının içinde yok, teknisyen olarak var. Avukat olmasa da davalar yürüyor. Yargı diyalektiği işlemiyor, sulh hukuku iddia ve anti tezin çatışmasıdır. Despotik devlette, devletin mutlak cezalandırma kudreti vardır. Ve ihtilafı çözme kudreti vardır. Avukat, mutlak kudretin panzehiridir. Yani kudreti ortadan kaldırmaya yöneliktir. Biz halkı temsil ediyoruz, onun için bu bir siyasi tasarımdır. Avukatı devreye soktuğunuz zaman demokrasiye adım atmış olursunuz, yoksa atamazsınız.