Eserleri ve düşünceleri ile yirminci yüzyılda bilimsel düşüncenin evrimi üzerinde önemli rol oynayan, bu bağlamda bilimin doğrusal ve sürekli gelişme olduğu yönündeki görüşleri sarsan Amerikalı fizikçi ve bilim felsefecisi Thomas S. Kuhn’a göre olağan bilim, geçmişte kazanılmış bir ya da daha fazla bilimsel başarı üzerine sağlam olarak oturtulmuş bir araştırmadır.

Kuhn’nun bilimsel devrimlerin genel yapısıyla ilgili olarak geliştirdiği şemaya göre, her bakış açısı, her kuram bilim öncesi bir süreçten geçer. Bu süreçte belirginleşmiş, netleşmiş herhangi bir bakış açısı yoktur.

Bilim adamları sadece deneme yaparlar, bu amaçla değişik yöntemler kullanırlar. Bilimsel başarılar, belli bir bilim çevresinin uygulamalarının sürekliliğini sağlamak için temel kabul ettiği bilimsel ilerlemelerdir. Bu ilerlemeye bağlı olarak ve zamanla ikna gücü, açıklama gücü fazla olan, daha ileri araştırmalar yapılmasına izin veren bir bakış açısı, bir örnek, bir yöntem, bir teknik kendini kanıtlar ve kabul ettirir.  Kuhn bunu  ‘paradigma’ olarak isimlendiriyor.

Bilimsel Devrimlerin Yapısı’ isimli kitabında ‘bir toplumun ya da bir kuruluşun kendini organize etme şekline temel teşkil eden gerçeklik vizyonunu oluşturan değerlerin, algılamaların ve düşüncel­erin toplamına paradigma’ denildiğini ifade eden Kuhn’a göre ‘bilim topluluklarının benimsedikleri paradigma, bilimsel alana egemen olan yasa, kuram ve uygulamaların örneklerini oluşturur, paradigmaların öngördüğü modeller de, sonuç itibariyle bilimsel gelenekleri yaratır. Paradigma değişim­lerinin söz konusu olduğu zamanlarda da bilimsel devrimler ortaya çıkar. Bilim kesintisiz, süreklilik gösteren, birikimci bir süreç izleyerek değil, devrimci dönüşümlerle gelişir.

Yönetimde Yeni Yaklaşımlar’ (Nobel Yayın Dağıtım -Şubat/2001) isimli özgün eserinde Kuhn’un açıklamaları çerçevesinde paradigma kavramını değerlendiren, eski ve yeni paradigmaları inceleyen değerli bilim insanı Prof.Dr.Şule Erçetin’e göre paradigma, ‘bir anlamda model ya da örnek olarak kullanılan ve gerektiği zaman olağan bilimdeki bütün diğer bulmacaların çözümleme temeli olarak kesin kuralların yerine kullanılabilen somut bulmaca çözümlerdir. Diğer anlamda ise, belli bir toplu­luğun üyeleri tarafından paylaşılan değerlerin, inançların ve tekniklerin bütünüdür. Paradigma birinci anlamıyla felsefi, ikinci anlamıyla sosyolojiktir.

Biz kimiz? Nereden geliyor ve nereye gidiyoruz? Neden yaşıyoruz? Dünya neden var? şeklindeki sorulara bilimsel cevaplar arayan, bu bağlamda, dünyanın tarihini, kökenlerimizin hikayesini yeniden  yazan bilimin adına söz alan ve konuşan, doğa bilimleri ve yeni teknolojilerin endüstriler üzerindeki etkileri konusunda önemli incelemeleri ve eserleri bulunan Amerikalı bilim insanı Joel de Rosnay, ‘Ortakyaşar İnsan Üçüncü Bin Yıla Bakışlar’ (Çeviren: İsmet Birkan, Telos Yayıncılık – 1998) ismiyle Türkçeye çevrilip yayınlanan kitabında, kökenlerini on beşinci yüzyıla dayandırdığı dört ayrı paradigmanın varlığından söz eder ve gerek felsefi, gerekse sosyolojik anlamda yaşadığımız yüzyıla taşınan beşinci bir paradigmanın varlığını tartışmayı açar.

Rosnay’ın benimsediği birinci paradigma Kopernik devrimiyle başlar. Bu paradigma ile o aşama­ya kadar ortaçağın skolastik felsefesinin kabul ettiği yıldızların gökyüzünde çivi gibi çakılı olduğu, dünyanın merkezde bulunduğu, çevresinde ayın, güneşin, gezegenlerin döndüğü küre anlayışı yerini; göksel kürelerin dünyanın değil, güneşin çevresinde döndüğü, dünyanın merkezde sabit değil, kendi ekseninde günlük, güneşin çevresinde ise yıllık dönüşler yaptığı anlayışa bırakmıştır.

Descartes devrimi ikinci paradigmanın başlangıcıdır. ‘Düşünüyorum o halde varım’ diyen Descartes’le birlikte mekanik doğa felsefesi kurulmuştur. Sezgi yoluyla araştırmanın yerini akıl, sistematik kuşkuculuk ve bu yolla her düşüncenin sınanmasına dayalı bilgi kuramı almıştır.

Evrim sürecini inceleyen Darwin ve Wallace ile birlikte üçüncü paradigma ortaya çıkmıştır. Bu paradigmaya göre, türlerin yapılarında rastlantısal değişimler olmuş, değişimle birlikte çevrelerine uyum sağlayabilen türlerin varlıklarını sürdürebildikleri sonucuna varılmış ve sistem yaklaşımlarına bağlı olarak dördüncü bir paradigma gelişmiştir.

Bu paradigmaya göre sistem, parçalarının nedensel etkileşimiyle var olan karmaşık bir bütünlük olarak tanımlanmaktadır.  Karmaşık bu bütünlüğün kendi parçalarının da etkilediği, değiştirdiği, farklı ve anlamlı kıldığı ve böylece insanın, kendi varoluşunun gizemini parçalarında, parçalarının varoluşunun gizemini ise, bütünün kendisinde aramaya başladığına ilişkin yaklaşımlar kabul edilmeye başlamıştır.

Rosnay’ın tartışmaya açtığı beşinci paradigma, geçen yüzyılın ikinci yarısından sonra gerçekleşen bilimsel ve teknolojik gelişmelerin insanı, toplumları, özel ve resmi kurum ve kuruluşları, kullanılan sistemleri, var olan bütün ağları karmaşık bir duruma getirmiş, dahası bütün bu ağlar, süreçler, sistemler iç içe geçmiş, geleneksel bütün kurumlar, alışkanlıklar, çözümlemeler anlam kaybına uğramış, işlevselliğini yitirmiş, bu durumun aynı yönde giden, çizgisel ve aynı türden olan evrimleri, aynı sonuçları doğuran aynı nedenlerin var olduğu kararlı, istikrarlı, düzenli bir dünya imgesini yıkmıştır. Bütün bunlar çözüm olarak olgulara, olaylara çok boyutlu bakılması, yol değil yollar olduğunun bilinmesi, bütünde parçayı, parçada bütünü kavramanın gerekliliğini, bunun için de her olayın kendi özgünlüğü içinde değerlendirilmesi gerektiğini ortaya koymuştur. Bu ise sonuç olarak hem felsefi ve hem de sosyolojik anlamda yeni bir sentezin yapılması gerektiğini öngörmektedir.

Erçetin’in anlatımı ile çözümlemecilikle sistemcilik ve karmaşıklık bilimleriyle kaos kuramı arasında gerçekleşmekte olan bu sentez; doğalla yapayı, sanatla tekniği, kültürle uygarlığı bağdaşık bir bütünde birleştirerek yeniden biçimlendirmektedir.

Bu süreci geri döndürülemez bir süreç olarak gören, varoluşun sürdürülebilmesi için bu sürece katılmak, katkı yapmak gerektiğini ileri süren Rosnay, her bireye, her örgüte, her topluma farklı düzeylerde eylemlere, stratejilere ve politikalara dönüştürebileceği bir yol haritası vermekte, bunun için de şunları önermektedir;

1) Kolektif aklı ortaya çıkarmak,

2) Kişilerin, sistemlerin ve ağların birlikte evrilmelerini ve toplumun çeşitli örgütlenme düzeylerinde ortak yaşamlar oluşmasını sağlamak,

3) Örgüt ve sistemleri üst üste işlevsel katmanlar biçiminde kurmak, karmaşık sistemlerin düzenlenişini yu­karıdan aşağıya (hiyerarşik) ve aşağıdan yukarıya (demokratik) bir denetimle sağlamak,

4) Alt alta sayma kurallarını yaşama geçirmek,

5) Her kaosu bir fırsat olarak değerlendirmek,

7) Verimli döngüleri devreye sokmak,

8) Bilgileri   fraktallaştırmak, yani parçalamak ve kırmak,

Neden mi yazdım bütün bunları? Biz Ayasofya’nın müze olmaktan çıkarılıp camiye dönüştürülmesiyle, bilenin bilmeyenin aptalca sözlerle ve yaklaşımlarla bir uygarlık belgesi olan İstanbul Sözleşmesi üzerine konuşmasıyla, Muharrem İnce’nin parti kurup kurmamasıyla, Maliye Bakanı’nın çocukluk aşkı çokomel üzerine söz söylemesiyle meşgul olur veya meşgul edilirken, elin gavurunun uğraştığı, araştırdığı incelemeler üzerine de biraz kafa yoralım diye yazdım.

Bir de; eşini, oğlunu, kızını kendi yönettikleri üniversitelere yerleştirmekle meşgul olan akademik camiayı, iktidarıyla muhalefetiyle sadece günü kurtarmak üzerine yoğunlaşmaktan gelecek üzerine düşünmeye imkan ve fırsat bulamayan siyaset kurumunu, felsefi ve sosyolo­jik anlamda bir uyarı, bir çağrı olan beşinci paradigma üzerine az da olsa düşünmeye davet etmek için yazdım.