‘Koyun sürüsünün bir üyesi olmak için kişinin kendi başına bir koyun olması gerekir.’ Albert EINSTEIN

BİR ŞEY KIPIRDIYORDU!

İtalyan yazar Giovani Papini’nin ‘Gog’ isimli kitabında hayatını anlattığı Gog, Karun kadar zengin bir adamdır. En büyük merakı sanatta, edebiyatta, bilimde fark yaratmış ve meşhur olmuş insanlarla tanışmak, onlarla konuşmak, merak ettiği şeyleri onlara sormaktır. Servetinin çok büyük kısmını bu hobisine ve merakına tahsis eden Gog’un ilgisini çeken konulardan birisi de Einstein’ın görecelik/izafiyet kuramıdır. Bu kuramın ne olduğunu öğrenmek, bu konudaki merakını gidermek için Gog, büyük bir servet öder ve Einstein ile görüşmeye gider. Kendisinin felsefeden, bilimden, fizikten, kimyadan anlamadığını, binlerce yıllık insan düşüncesinin vardığı en son nokta olan görecelik kuramını öğrenmek istediğini, Einstein’dan bu kuramı anlayabileceği bir dille kendisine anlatmasını ister.  Einstein parası çok, aklı ve bilgisi az bu adama kuramını nasıl anlatması gerektiği hususunda biraz düşünür ve sonra ‘Bakın’ diyerek söze başlar ve şöyle devam eder: ‘Bizim bulduğumuz gerçek, sizin anlayacağınız dille şudur; Bir şey kıpırdıyordu.’ Bu yanıt karşısında onca dolar ödemekle kazık yediğini düşünen Gog, binlerce yıllık insan düşüncesinin vardığı en son noktanın ‘bir şey kıpırdıyordu’dan ibaret olmasına çok şaşırır, teorisinin ne olduğunu anlamadan Einstein’ın yanından ayrılır.

Yaşamın kendisi olsun, içerisinde küçücük bir nokta, bir eğri virgül bile olmadığımız evren olsun, onun küçük bir parçası olan doğa olsun, doğadaki her türden madde olsun, hemen her şey sürekli bir akış, bir değişme, bir yenilenme, bir kıpırdanma halindedir. Yani Einstein’ın özlü ifadesiyle evrendeki her şey: ‘bir şey kıpırdıyordu’dan ibarettir ve görecelik/izafiyet kuramının en özlü, en anlaşılır tanımı ve ifadesi de budur.

Bunun bilincinde ve farkında olduğu için Anadolulu Heraklit ‘Aynı ırmakta iki kere yıkanılmaz, zira su akar gider’ demiştir. Daha doğudaki Buddha aynı gerçeği ‘Her merhaba yeni bir vedanın başlangıcıdır. Hayatta hiçbir şey kalıcı değildir.’ diyerek ifade etmiştir. Çok daha sonra değişimin felsefesini yapan Marks ‘değişmeyen tek şey değişimdir’ demiş ve kendi felsefesini bu maksimin üzerine inşa etmiştir. Ve yine kendi zamanının çok ötesinde olan, çağlar öncesinden çağlar ötesini aydınlatan bir ses, bir ışık olan, hayatın ‘bir şey kıpırdıyordu’dan ibaret olduğunun bilincinde ve farkında olan bilge Mevlana bize şöyle seslenir; ‘Şu; hem var, hem yok olan dünyadan / Azar azar yoklar gittiler, varlar geliyorlar / Eski mallar satanların nöbeti geçti / Biz yeni şeyler satıyoruz / Bu pazar bizim pazarımız…Her gün bir yerden göçmek/ Ne iyi /Her gün bir yere /  Konmak ne güzel / Bulanmadan, donmadan / Akmak ne hoş / Dünle beraber / Gitti cancağızım / Ne kadar söz varsa / Düne ait / Şimdi yeni şeyler / Söylemek lazım…’

Neden mi yazdım bütün bunları? Hayatın, evrenin, binlerce yıldır içinde yaşadığımız yaşlı dünyanın, tam da görecelik/izafiyet kuramının ifade ettiği gibi ‘bir şey kıpırdıyordu’ dan ibaret olduğunu, hemen her şeyin değiştiğini, kendisini yenilediğini, hayatta ve insan ilişkilerinde pek çok şeyin geçicilikten ibaret bulunduğunu, Anglo Saksonların dediği gibi ‘everything passes’, yani ‘her şey geçer’ olduğunu anlatmak, bir de bize bir zamanlar öğrendikleri şeyleri, yani eski ezberlerini pazarlayanların, eski şeyleri satanların fiyakasını bozmak için yazdım bütün bunları.

Amerikalı futurist, yani gelecek bilimci Alvin Toffler, geleceğin kısa bir hikayesini resmettiği ‘Future Shock/Gelecek Şoku’ isimli kitabında önemli bir tespitte bulunur ve şunu söyler: ‘Yirmibirinci yüzyılın cahili okuma-yazması olmayanlar olmayacak; öğrendiklerini unutup yeniden öğrenmeyenler olacak.’ Toffler’in yaptığı bu tespit aslında, yukarıda göndermede bulunduğum Einstein’in görecelik/izafiyet kuramını formüle ettiği ‘bir şey kıpırdıyordu’ ifadesinin, Marks’ın maksiminin, Heraklit’in, Buddha’nın ve Mevlana’nın söylediklerinin bir başka şekilde ifadesi edilmesidir.

Başta Einstein olmak üzere yollamada bulunduğum bütün bu bilge insanların en önemli ve ortak özellikleri, hepsinin kural yıkıcı olmalarıdır. Kurallar elbette kötü şeyler değildir. Aksine iyi şeylerdir, yararlı şeylerdir, hayatı, hayatımızı kolaylaştıran, insanları ve toplumları zapturapt altına alan şeylerdir. Ve dahi kurallar, karayolu, demiryolu, deniz yolu, hava yolu gibidirler. Yapacağımız yolculukları bu yolları takip ederek yaptığımızda, hepsi bizi gideceğimiz yere salimen ulaştıran mükemmel şeylerdir. Ama bu siyasette, bilimde, felsefede, sanatta, edebiyatta böyle değildir. Bütün bu alanlarda farklı olmak ve bir fark yaratmak, çoğu zaman kuralları tanımamakla ve hatta yıkmakla mümkündür.

Nitekim tam da böyle düşünen Scott Thorpe ‘Einstein Gibi Düşünmek’ isimli özgün eserinde bu hususlarla ilgili olarak şunları yazar: ‘Ama biz bir ray/yol hattı olmayan istikametler gibi, bazı çözümlere kendi kurallarımızı takip ederek ulaşamayız. Bu çözümlere ulaşmanın tek yolu, ray hattından/yol güzergahından çıkmaktır Kurallar başlangıçta çok doğru görünürler. Ama inovatif düşünceyi engellerler; bizim var olan ama bizim kural alışkanlıklarımızın dışında bulunan sayısız üstün kaliteli çözümü örterler. İşe yarar çözümler sadece kuralları yıkarak bulunabilir.’

Şöyle bir düşünürsek, Einstein başta olmak üzere, birçok konuda bize rehber olan bilgelerin hepsinin yaptıkları, yazdıkları, düşündükleri ve söyledikleri şeylerin neredeyse tamamının kural yıkıcı şeyler olduklarını görürüz. Yani bu insanların hepsi kendi zamanlarına kafa tutan, kendi zamanlarının doğru bilinen şeylerine karşı çıkan ve sonuçta kendi alanlarında ve konularında inovatif düşünceyi uygulamaya koyan ve sonuçta fark yaratan, fark yarattıkları için de kendileri farklı olan insanlardır. Aykırı olan, aykırı düşünen, yerleşik şeylere, yerleşik düşüncelere, yani kurallara isyan eden bu bilgelerin hepsinin bizim gibi sıradan insanlardan en önemli farkları, kelimelerle, kalıplarla, sloganlarla düşünmemeleri, kelimeleri sadece akıllarına gelen fikirleri açıklamak için kullanmalarıdır. Onun için Einstein ‘Kelimeler ve dil, ister yazılı ister sözlü olsun, benim düşünce sistemimde yer almıyor’ demiştir.

Hepimiz kendi hakikat evrenimizin içinde yaşarız. Öyle olduğu için de, kesinliğinden emin olduğumuz özel hakikat evrenimizdeki fikirlere, ilkelere, kurallara yaslanır, pek çok şeyi bunların yardımı ve referansıyla açıklar ve savunuruz. Ama hakikat evrenimiz de yıllarla birlikte eskir, aşınır ve hatta hastalanır. Bunu fark ettiğimizde kimimiz bunları terk eder, kendisini ve fikirlerini yeniler, kimimiz de yola eski fikirlerle devam ederiz.

Yola, yollarına eski fikirlerle, aşınmış, modası geçmiş, işlevselliği, işe yararlılığı kalmamış fikirlerle, yorgun fikirlerle devam edenler, gün gelir kimi zamanlarda ve durumlarda komik, kimi zamanlarda ve durumlarda trajik, kimi zamanlarda ve durumlarda ise traji-komik durumlara düşerler. İşin garip tarafı, bu duruma veya durumlara düştüklerinin hiç de farkına varmazlar. Varmazlar, çünkü onların duygu, düşünce, fikir ve algı dünyalarında bir şey kıpırdamıyordur, kıpırdamadığı için de düşünceleri, fikirleri, düşünce olmaktan, fikir olmaktan çıkmış inanca ve hatta bir kanıya dönüşmüştür. Oysa kanılar, Nietzsche’nin dediği gibi ‘gerçekler için yalanlardan daha tehlikeli olan düşmanlardır.’

Beynimizin ve hatta duygularımızın haklı olmaya bağımlı olduğu, onun için de hemen her konuda bize, bizim haklı olduğumuzu ve diğer insanların haksız olduğunu söylediği uzmanların da ifade ettikleri bir olgudur. Ama beynimiz ve duygu dünyamız bize, sadece bunu söylemez, aynı zamanda yeni fikirlerin tehlikeli olduğunu, o nedenle bunlardan kaçınmamız ve sakınmamız gerektiğini söyler. Bu aslında insan olarak kişisel savunma mekanizmamızın harekete geçmesinden, kayba uğramaktan kaçınmak için, bu mekanizmanın içimize saldığı korkunun, bize bilmediğimiz yeni fikirlerden uzak durma emri vermesindendir. Bu, haklı olmaya bağımlı olan beynimizin, aynı zamanda bağışıklık sistemimizle aynı tarzda çalışmasından kaynaklanır. Bize yabancı gelen fikirleri, eski köye yeni adet getiren şeyleri reddetmemizin nedeni aslında budur.

Yeni şeyleri keşfeden, keşfetmek için eski şeyleri yıkan şey ise, aslında meraktır, sağlıklı kuşkudur. Öğrenmeyi sağlayan da, bilimi ve sanatı geliştiren de bu ikisidir. Ve bu özelliğin her ikisi de, en fazla çocuklarda ve filozoflarda bulunur. Hem çocuklar, hem de filozoflar merak ettikleri, sağlıklı bir kuşku duydukları için öğrenirler. Öğrenmek amacıyla hakikati araştırırlar. Ve dolayısıyla yeni fikirleri, yeni buluşları bu iki özellikleri sayesinde bulurlar, keşfederler, ileri sürerler. Einstein’in ‘Özel bir yeteneğim yok. Sadece tutkuyla meraklıyım’ demesi bundandır.

Ve özgürlük! Bilim de, sanat da, bunları yaratan ve geliştiren ve bizi yeni fikirlerle, yeni buluşlarla buluşturan sağlıklı kuşku ve merak da, bütün bunları yapan, yaratan, keşfeden, geliştiren insanın kendisi de, sadece ve sadece özgürlükle, özgürlük içinde ve özgür bir ortamda varolur ve büyür. Einstein onun için ‘Merak küçük bir tohumdur, yol göstermeden daha ziyade özgürlükle büyür.’ demiştir.

Ve elbette düşünce ve ifade özgürlüğünün, bunun bir parçası olan basın özgürlüğünün hayati değerde ve önemde olması da bundan dolayıdır. Yani bizim büyümemiz içindir, bizi büyütmek içindir. Özgürlük, özgür düşünce sadece siyasi yönden, felsefi yönden, hukuki yönden ihtiyaç duyulan bir ide, bir kurum değildir. Aynı zamanda hayatın devamı için de gerekli olan bir şeydir, insan için su gibi, ekmek gibi aziz bir şeydir, insanın en fazla ihtiyaç duyduğu bir şeydir. İnovasyon dediğimiz hayatımızı kolaylaştıran buluşları, keşifleri yaratan şeydir özgürlük. Zira bilimsel çalışma da, yenilik de, inovasyon da, sadece ve sadece düşüncenin özgür olduğu ortamlarda ve zeminlerde varolabilir ve gelişir. Demokrasinin gelişmesinin, yerleşmesinin, kurumsallaşmasının, ekonomik kalkınmanın varolmasının ve sürdürülebilmesinin asgari şartı da başta düşünce ve ifade özgürlüğü, basın özgürlüğü, örgütlenme özgürlüğü, teşebbüs özgürlüğü, rekabet özgürlüğü olmak üzere diğer hak ve özgürlüklerdir. Hukuk, hukuk devleti, hukukun üstünlüğü ilkelerinin hayata geçmesi de, her alanda özgürlüğün tesisi, sürdürülmesi, korunması ve teminat altına alınması ile mümkündür.

Onun için İngiliz düşünür John Stuart Mill, henüz aşılamamış olan 1859 yılında yazdığı ‘Özgürlük Üstüne’ isimli abidevi eserinde: ‘bir fikrin susturulmasının, fikri susturulan insandan çok insan cinsine, yaşayan nesle olduğu kadar gelecek nesillere karşı da haydutluk’ olduğuna işaret etmiş ve devamla şunları söylemiştir: ‘Şayet bir teki hariç bütün insanlar aynı fikirde olsalar ve yalnız bir kişi muhalif fikirde olsa, nasıl bir şahsın, elinde kuvvet olsa, insanları susturmaya hakkı yoksa, insanların da bu tek kişiyi susturmaya daha fazla hakları yoktur.’

Yüzyılımızın en önemli kişilerinden birisi olan, eleştirmenlerin, ‘bugün bizim için Galileo, Descartes, Newton, Mozart ya da Picasso ne anlam taşıyorsa, gelecek yüzyıllar için de o, aynı anlamı taşıyacaktır’ şeklinde takdim ettiği ve halen yaşayan insanlar içinde eserlerinden en çok alıntı yapılan kişi olan (Art and Humanities Citation Index’ te 1980 ile 1992 yılları arasında eserlerinden yapılan alıntı sayısı 4000 olarak verilmektedir), Marks’ı ve Freud’u da içeren, bütün zamanların en çok alıntı yapılan kişileri listesinde sekizinci sırada yer alan, dilbilim, felsefe, politika, bilişsel bilimler ve psikolojinin de içinde bulunduğu çeşitli konularda yetmişi aşkın kitap ve bini aşkın makale yayımlayan Amerikalı düşünür Noam Chomsky’nin, ‘susturucu gerekçeler ya da insanları yalnızca birilerinin duymak istemedikleri şeyleri söyledikleri için susturmanın yanlış olduğuna’ işaret etmesinin ve devamla ‘Hiç kimsenin hiçbir şeye izin verme yetkisi olmamalıdır ve -en önemlisi- ben serbest ifadeye izin verme nedeninin, yararlı ya da değerli şeylerin bastırılabileceği endişesi olduğunu öne sürmüyorum. Düşünce özgürlüğü ve eleştiri hakkı bundan çok daha temeldir ve insanın düşündüklerini -ne kadar çılgınca olursa olsun- serbestçe ifade etme hakkı, bu pragmatik düşüncelerin çok ötesindedir. Ben devletin ya da herhangi bir başka örgütlü güç veya zorbalık sisteminin insanların ne düşüneceklerine ve ne söyleyeceklerine karar verme hakkının bulunduğunu kabul etmiyorum. Devlete beni susturma hakkı verilmesine karşı öne süreceğim gerekçe, söylediklerimin değerli şeyler olabileceği değildir. Bu, bana göre tiksindirici bir tutumdur. Ancak çok önceleri özgürlükçü denen insanların standart tutumunun bu olduğunu biliyorum.‘ demesinin nedeni de aynıdır.

Demem şu ki, Türkiye uzun zamandan bu yana hemen her alanda ve konuda zor günler yaşıyor. İkili ilişkilerden toplumsal ilişkilere kadar hemen her alanda sözel ve eylemsel şiddet ve terör almış başını gidiyor. Yaşama hakkımız ciddi şekilde tehdit altında. Her alanda ciddi özgürlük kaybı yaşıyoruz. Lanet olası darbe teşebbüsünden bugüne pek çok insan somut olarak neyle, hangi delil veya delilerle suçlandığını tam olarak bilmeden tutuklu, pek çok insan savunması dahi alınmadan işinden, mesleğinden atılmış ve hatta yargı mercileri önünde hak aramak anayasal hakkı ve özgürlüğü olmasına rağmen, hakkını arayamayacak durumda.

Her ne kadar şair ‘Ozanını tutuklayan toplum kendisini de tutuklar, bir büyük hapishanedir artık orası, devlet adamı da tutukludur orada bir bakıma, Muş ovasında ot biçen bir köylü de’  demiş ise de, ne siyasetçiler bunun farkında, ne de çoğu hukukçu, aydın farkında. Farkında olanların bir kısmının ise, bir çok şey umurunda dahi değil. Pek çok kişi, kurum ve kuruluş, ne yazık ki bir duyarsızlık, bir ilgisizlik, bir vurdumduymazlık içinde. Hepimizin ortak güvencesi olan hukuk askıya alınmış, adaleti tesis edecek olan yargı iflas etmiş vaziyette. Asli görevi halkı, toplumu doğru bilgilendirmek, doğru haberdar etmek olan basın bu görevini yapmadığı gibi manipülatif işlerin içinde ve peşinde. Siyaset kurumu çözüm üretmekten aciz durumda, muhalefet çaresizlik içinde. İktidar sanki ülkenin en önemli meselesi başkanlık sistemine geçmekmiş gibi, bırakmış pek çok şeyi bir yana anayasayı bu yönde değiştirmenin peşinde. Ekonomi çökmüş, eğitim-öğretim iflas etmiş, ülke savaş halinde, olağanüstü hal olağan hale gelmiş, meclis devre dışı bırakılmış, ülke kanun hükmünde kararnamelerle yönetilir duruma gelmiş. Toplum terörize ve paralize edilmiş veya olmuş durumda ve ondan dolayı suskun. Yani toplum Einstein’nın görecelik/izafiyet kuramının aksini ispatlamaya çalışır gibi ‘bir şey kıpırdamıyor‘ durumunda. Dahası şairin dediği gibi ‘Bir elinde ayna, bir elinde cımbız, umurunda mı dünya‘ modunda. Onun için toplum sadece olup bitenleri izliyor ve deyim yerinde ise üç maymunu oynuyor.  İnsanlar yorgun, gergin, umutsuz, yaşama sevincini yitirmiş durumda, fena halde asabi ve gelecek endişesi içinde. İkili ilişkilerde içtenlik, sahicilik, vefa, yardımlaşma, dayanışma, hatır, sevgi, saygı, dostluk, arkadaşlık kalmamış, her şey al gülüm, ver gülüm durumuna gelmiş durumda, yani pek çok kişi birbirini ütmenin, birbirini yemenin peşinde.Pek çok kişinin arkadaşlığı da, dostluğu da işi bitene kadar. Peki, neden? Dilim söylemeye pek varmıyor ama söylemeden de edemeyeceğim, ne yazık ki bu toplum hasta da ondan.

Hastalık elbette canlılara, insanlara mahsus bir illettir. Ama hasta olan bitkileri, hayvanları ve insanları tedavi edecek uzmanlar, insanlar ve hayvanlar için hastaneler var. Peki! Hasta olan toplumları tedavi edecek uzmanlar, tedavi merkezleri, hastaneler var mı? Yok. O halde, hasta olan toplumlar kendilerini nerede ve nasıl tedavi ettirebilirler? Elbette akılla, sağduyuyla, basiretle, düşünerek, tartışarak, konuşarak, kendilerini ve başkalarını dinleyerek, empati yaparak ve önce sakinleşerek yapabilirler bunu.

Amerikalı siyaset bilimci William E.Connelly, kimliklerin oluşum sürecini araştırıp incelediği, ‘Kimlik ve Farklılık- Siyasetin Açmazlarına Dair Demokratik Çözüm Önerileri’ adıyla Türkçeye çevrilen ve yayınlanan ‘Identity Difference Democratic Negations of Political Paradox / Kimlik, Farklılık, Demokratik’ isimli kitabında, hasta olan toplumların kendilerini tedavi edebilmeleri, içinde bulundukları zor zamanları aşabilmeleri için; yasaklayıcı değil, tartışmacı, kapalı değil açık, otoriter değil, demokratik bir kimlik siyaseti izlemeyi öneriyor ve bize, hem kendimizin ve hem de dünyanın belirsizliğinin farkında olmayı, hoşgörüyü, çoğulculuğu, bir arada yaşama niyetini öne çıkarmayı, kendimize ironi ile ve belli bir mesafeden bakmayı, ötekine özen göstermeyi içeren etik bir yol haritası veriyor. Bu yol haritasına uygun davranmadığımız, kendi benliğimizin ötesine geçip ötekini tüm farklılığı ile kabul etmediğimiz taktirde, özgürlüğümüzü, sadece özgürlüğümüzü değil, vicdanımızı, aklımızı ve giderek insanlığımızı eksilteceğimiz ve hiç farkına varmadan bir tahakkümden bir başka tahakkümün kucağına itileceğimiz uyarısında bulunuyor.

Zira ve gerçekten bize göre, farklı olan ötekini yok etmekle, ötekine göre tanımladığımız kendimizi de yok ederiz. Bütün bunların bedelini ise; sevgiden, aşktan, barıştan, içtenlikten, güvenden, güvenlikten, adaletten, şarkıdan, şiirden, neşeden yoksun sahte hayatlar yaşayarak öderiz.

Bugün hem küresel, hem de ulusal düzeyde yaşadığımız ve ödediğimiz gibi!