David Hume'a göre adalet kamu yararından kaynaklanan bir erdemdir. Hume bu iddiasını sunmak için öncelikle insanların her türlü ihtiyacının ve bitmek bilmeyen arzularının objelerinin bu dünyada karşılandığı bir durum düşünmemizi ister. Barınmak için sığınağa yiyecek için avlanmaya ve toprağı sürmeye gerek yoktur. Her türlü temel ihtiyaç ve lüks arzuların çabasızca ve kolayca elde edilebildiği bir dünya tasavvuru kurar. Bir bakıma cenneti hayal etmemizi ister. Böyle bir durumda malların paylaştırılmasının gereksiz olduğunu hemen ulaşabileceğimiz bir şey için bu benim demenin anlamsız olduğunu söyler. Çünkü ona ikinci kez de aynı şekilde ulaşabiliriz ve başkaları da ulaşabilir. Mülkiyetin ortadan kalkacağını savunur. Bu fikri desteklemek için ise şu anki durumumuzda bile sınırsız denebilecek bollukta bulabildiğimiz nesneleri tüm insanlara ortak olarak bıraktığımızı, hak ve mülkiyet ayrımı yapmadığımızı belirtir. Su ve havadan örnek verir. Bazı ülke ve bazı dönemlerde ise toprak çok geniş fakat su miktarı sınırlıysa su üzerinde mülkiyet oluşabileceğini toprak üzerinde ise oluşmayacağını da ilave eder.

İkinci bir kısımda ise şu an içinde bulunduğumuz dünyadaki durumu varsayar fakat insan doğasının biraz değişik haliyle düşünür. Bu varsayımda insan zihni arkadaşlık, cömertlik gibi yetilerle dolup taşmaktadır. Her insan diğeri için maksimum seviyede iyilikle doludur. Kendisi için nasıl düşünür ve isterse bir başkası için de aynı şekilde düşünür ve ister. Kendi çıkarlarını başkalarınınkinden üstün tutmaz. İşte bu durumda da adaletin kullanımı askıya alınacak ve mülkiyet olmayacaktır. Tüm enerjisiyle kendisinin iyiliğini arayan bir başkası olduğunda veya kişinin kalbi kendi çıkarlarıyla o kişinin çıkarları arasında hiçbir ayrım gözetmediğinde, tüm keyif ve üzüntüyü kendisininmiş gibi aynı şekilde canlı ve güçlü hissettiğinde neden o kişiyle bir mülkiyet ayrımı gözetir diye sorar. Bu kişi komşusu olduğunda o şahsın komşusuyla arasına bir çit çekmeyeceğini söyler. Böyle bir durumda herkes çıkarlarını başkalarının takdirine bırakırdı ve tüm insanlık bir aileymiş gibi yaşardı. Her şey ortak ve özgürce ancak aynı zamanda dikkatlice kullanılırdı. Aile kurumunun da tam olarak bu iddiasını yansıttığını evliler arasında mülk ayrımının olmadığını örnek verir. Adalet ve özel mülkiyetin insanların bencilliklerinden kaynaklanan olgular olduğunu söyler.

Son kısımda ise eşitlik ve adaletin tamamen insanların içinde bulundukları koşullara dayandığını kökenini ise kamu yararından aldığını belirtir. Bizden insanların aşırı bolluk ya da ihtiyaç içinde olduğunu bunun yanında insanların oldukça yüksek seviyede ölçülü ve insancıl ya da aşırı açgözlü ve kötü niyetli olduğu durumları düşünmemizi ister. Adaletin olmayacağını ve işlevini tamamen kaybedeceğini iddia eder.[1]

Hume'un bu adalet görüşüne yönelik eleştirilerimi ve bazı çıkarımlarımı sıraladım. Öncelikle Hume'un koyduğu modelin anlaşılması gerekir. Hume adalet hakkındaki tespitlerini ve akıl yürütmelerini iyi bir şekilde aktarmış fakat adaletin tanımı ve insan zihnindeki temelini atlamış. Ona göre adaletin kaynağı toplumsal yaşamın düzgün bir şekilde yürütülmesi gerekliliğinden çıkar fakat bu adaletin insan zihnindeki tam konumunu tarif etmez. Adalet kavramı sonradan öğrendiğimiz mi yoksa doğuştan edinilen bir kavram mı ya da bu kavramın getirdiği bazı çıkarımlar temelini nereden alır? Bunun da ötesinde bu çıkarımların temeli makul şeyler midir?

Adalet nedir önce bununla başlamak lazım. Adalet çok sık kullanılan, herkesin üzerinde konuştuğu, akıl yürüttüğü ve bir sonuca ulaşırken kullandığı bir kavramdır. Bir şey hakkında adil mi değil mi diye herkes düşünür ve kendi fikrini söyler. Bunu çok rahat, hızlı ve kolay biçimde yaparlar. Herkesin zihnine işlemiş ve otomatik işleyen bir kavramdır. Benim adalet anlayışım bu fikrin doğuştan geldiğine dayanır. Adalet doğuştan gelen bir bilgidir. Tıpkı bazı ahlaki bilgiler gibidir ve sonradan öğrenilmemiştir. Bebekler üzerinde yapılan bir deneye göre bazı ahlaki yargılarımız doğuştan gelir ve bu aynı zamanda doğuştan gelen bilgilerin olduğunu gösteren bir deneydir.[2][3] Bilginin kaynağının doğuştan olduğuna dair bir çıkarım için bilimsel bir deney şart değildir. İyi bir akıl yürütme de bu konu hakkında doğru sonuca ulaştırabilir. Adalet kavramı her insanda rastlanabilecek ve yine her insanda daha önce bahsettiğim gibi kolay ve adeta otomatik bir şekilde kullanılabilecek bir kavramdır. İnsanlar adaletle ilgili düşünürken çok hızlı ve zorlanmadan düşünebilirler. Pratikte her ne kadar kullanımı kolay olsa da ve bir konu hakkında rahatça hüküm verilebilse de adaletin tanımını yapmak bundan daha zor bir şeydir. Üstelik adaletle alakalı bir konu ya da olay hakkında her zaman kolay akıl yürütmeler de yapılamaz. Daha karmaşık durumlarda bir yargının adil olup olmadığı üzerinde karar vermek fazlasıyla çaba ister ve zordur. Üstelik herkes aynı sonuca da ulaşmayabilir. Doğru bir akıl yürütme ve muhakeme gerektirir. Buradan ulaştığım sonuç her ne kadar herkesin bildiği ve rahatça kullandığı bir şey olsa da adalet kompleks bir kavramdır ve tanımı üzerinde bile herkesin uzlaşacağı bir sonuca varılamaz. Ancak herkeste bu bilgi vardır. Üstelik böylesine komplike bir kavram herkes tarafından rahatça kullanılabilmektedir. Aynı zamanda daha temel meselelerde herkesin yargısı az çok aynı çıkacaktır. Bunlar adalet kavramının evrensel olduğunu ayrıca doğuştan gelen bir bilgi olduğunu da düşünmemiz için güçlü gerekçelerdir. Eğitimin bu sonuca yol açabileceği düşünülebilir. Toplumsal eğitim ve insanlığın genel mirasıyla adalet kavramının herkeste var olması açıklanabilir. Adaletin herkeste hemen hemen aynı şekilde oluşan bir bilgi olmasını açıklamakta da eğitim kullanılabilir belki üstelik ahlaki göreceliğin tarihte ve günümüz dünyasında bile oldukça yaygın bir olgu olmasına rağmen. Bunun yanında böylesine zor ve kompleks bir kavramın herkese adeta işlemiş olmasını ve rahatça üzerinde düşünülüp kimi sonuçlara varmak için kullanılabilmesini açıklayabilir mi? Bu zor gözüküyor. Ancak bunu da açıkladığını varsaysak bile bu üç koşulun aynı anda olmasını açıklamakta işi oldukça zor. Koşulların aynı anda oluşması olasılığı daha da düşürür. Bu sebeple ahlakın doğuştan geldiği şeklinde argüman oldukça güç kazanır. Bu argümanın ayrı koşulların aynı durumda oluşması gibi bir sorunu da yoktur. Doğuştan gelen bilgilerin her insanda aynı şekilde olması beklenen durumdur.

Adaletin tanımını yapmaya gelirsek en uygun tanımı şu şekilde yaparım. Adalet herhangi bir değeri olan aksiyolojik bir eylemin karşılığının oluşmasıdır. Örneğin taşın yere düşmesi, suyun akması, odunun yanması tamamen fiziksel olaylardır. Tamamen olgusaldırlar. Bunlar içinde bir değer olan eylemler değildir. Birisine haksız ve gereksiz acı çektirmek ise olgusal bir şey olmasının yanında ahlaki değeri olan bir eylemdir. Ahlaki değeri olan eylemler kendilerinde -malı, -meli eklerini içerirler. Birisine haksız ve gereksiz acı çektirmek ahlaki değeri olan bir eylemdir, kötüdür ve yapılmamalıdır. Böyle değer barındıran eylem veya önermelere aksiyolojik ifadeler denir. Herhangi bir aksiyolojik eylem yapıldığında onun bir yansıması veya etkisi oluşabilir. Mesela birisine haksız ve gereksiz acı çektirirsek bu eylemin bir karşılığı ortaya çıkar. Bu karşılık da değer içeren aksiyolojik bir eylemdir. Bu kısma adaletin uygulanması denebilir. Aslında adalet kavramı da bir çeşit aksiyolojik eylemin uygulanmasına verilen addır. Peki bir eylem nasıl aksiyolojik olur? Nasıl bazı gereklilikleri kendinde barındırır? Bu durum çok soyut ve anlaşılmaz gelebilir fakat bu yazının meselesi değildir. Aksiyolojik önermelerin kaynağı ve temeli bambaşka ve derin bir konudur. Burada kendi görüşümü ve aynı zamanda çoğu kişinin genel varsayımını ele aldım. Bir kişi aksiyolojiyi anlamayabilir, bilmeyebilir de fakat bir haksızlık ve zulüm karşısında mutlaka bir yaptırım olması gerektiğine inanır. Bu kesim insanların büyük çoğunluğuna karşılık gelir.

Aksiyolojik eylemlerin yapılmalı, yapılmamalı olarak gruplandırılması ve olgusal diğer şeylerden ayrılması bazı sorular ortaya çıkarabilir. Hayatta kalmak için yemek yemeliyim, eğlenceli vakit geçirmek için bilgisayar oynamalıyım, terfi almak için bu projeyi iyi yapmalıyım gibi ifadeler günlük hayatta olan şeylerdir ve doğrulardır da. Fakat bunlara yakından bakıldığında aslında basit koşullu ifadeler oldukları görülür. Suyun kaynaması için yüz dereceye ulaşması gerekir gibi bir ifade tamamen olgusaldır. İçinde herhangi bir ahlaki değer barındırmaz. Üstteki örnekler ise bu cümleye benzer fakat durum burada biraz değişebilir. Eğer eğlenmek ahlaki bir eylemse ve doğruysa bunun için yapılan şeyler de yapılması gereken şeyler olur ve içlerinde bir değer barındırırlar. Ahlaken doğru olurlar. Tabi bu yapılan eylemin dayandığı temelin ahlakiliğine bağlıdır. Bir hazcı için eğlenmek yapılması gereken bir şeydir. Dolayısıyla eylemlerin aksiyolojik olup olmaması benimsenen ahlaki ilkelere dayanır. Daha doğrusu öznel bakıldığında bu böyledir. Çünkü her ahlak yasası doğru değildir ve hazcılık da doğru olmayanlardandır. Bu sebeple örneğin bilgisayar oynamak sadece bir hazcı için ahlaki bir değer içerir. Objektif olarak bakıldığında ise ahlaki değer içermeyen bir şeydir. Ancak eğer hazcılık objektif olarak doğru olan bir anlayış olsaydı hazzı artırmak için yapılan eylemler de nesnel olarak aksiyolojik eylemler olurdu.

Adaletin bu tanımını yaptıktan sonra kısaca örneklersek adalet kötü, yapılmaması gereken bir eyleme onun karşılığını vermek; iyi, yapılması gereken bir eyleme onun ayrı karşılığını vermek demek mümkündür. Adaletin doğuştan gelen bir bilgi olduğunu ifade etmiştim. Bunu gerekçelendirecek önermeler öne sürmüştüm. Bebeklerle yapılan deneylere dönersek bebeklerde ahlaki yargıların olmasının yanında adalet kavramının varlığı da görülür. Bu deneylerden birinde bir kuklanın iki kuklayla top oynadığı diğer bir kuklanın ise topu alıp kaçtığı şeklinde bir senaryo bebeklere izlettiriliyor. Topu alıp kaçan kukla bebeklerin önüne getirildiğinde ise bebeklerin kuklayı cezalandırdıkları mesela kafasına vurdukları durumlar gözlemleniyor. Başka bir deneyde 21 aylık bebeklerin önüne iyi ve kötü kuklaların getirilip onlara ödül verebilecekleri yahut ceza kesebilecekleri şartlar oluşturuluyor. Bebekler iyi kuklaya ödül verirken kötü kukladan bir şeyler aldığı görülüyor. Diğer başka bir deneyde ise sekiz aylık bebekler iyi kuklaya ödül verenleri bu kuklaya ceza kesenlere tercih ettiler. Yine bu kötü kuklayı cezalandıranları ise onu ödüllendirenlere tercih ettiler.[4] Bütün bunlar adalet kavramının doğuştan geldiği şeklindeki iddiayı doğrulamakta ve ona kanıtlar oluşturmaktadır.

Peki Hume'un adalet tanımı yerine neden benim koyduğum tercih edilmeli? Hume adaletin tanımını yapmamıştır fakat ortaya koyduğu argümandan Hume'un zihnine ulaşabiliriz. Ona göre bir tanım yaparsak adalet sınırlı kaynakları insanlar arasında bir şekilde dağıtan temelini kamu yararından alan bir sistemdir. Hume'a göre özel mülkiyet ve sınırlı kaynaklar sebepler adalet sonuçtur. Hume adaleti ele alırken hep özel mülkiyet, yetki, imkan, çıkar gibi kavramlar üzerinde durmuş; bunlar üzerinden ele almış. Verdiği örneklerde mülkiyetin kalktığı, her şeyin ortak olduğu şeklinde örnekler vermiştir. Adaleti ise ortak mülkiyetin olduğu durumlarda askıya alınan, özel mülkiyetin olduğu durumlarda ise ortaya çıkan bir kavram olarak ele alır. Adaletin kötüye karşı ceza işlevi üzerinde açıkça durmaz fakat Hume'un bahsettiği dünyalarda en azından başka kişilere karşı bir suç işlenmeyeceği de görülebilir. Bu kesin olmamakla birlikte en azından oldukça geçerliliği olan bir cümle olur. Nihayetinde suçların hepsi maddi temelden çıkmaz. Hume'a göre adalet bir erdem midir bu sorunun cevabını net bir biçimde koymak zor. Adalet ona göre bencildir, kıskançtır ve verdiği örneklere baktığımızda en azından kendisi için daha ideal dünyaların varlığında kullanımı olmayan, hiç bilinmeyecek bir şeydir. Onun adalet anlayışında adalet iyi bir aksiyoloji bulundurur, ahlaken iyi, güzel olan bir şeydir bu sebeple adaletin uygulanması gerekir diye bir önerme barındırdığını söylemek zordur. Tam tersine Hume için adaletin kötü bir değer taşıdığı söylemek daha olası gelir. O adaleti bencil ve kıskanç olarak görmüştür ve verdiği örnek dünyalara bakarak adaletin olmaması gerektiğini düşündüğü şeklinde bir çıkarım olasıdır. Bu verilerden Hume'un adaletin kötü bir şey olduğuna inandığı sonucuna kesin ulaşamayız fakat oldukça muhtemel duruyor. Hume'a göre adalet ve özel mülkiyet insanların bencilliklerinden kaynaklanır fakat bencilliğin olağan, normal bir şey görüldüğü ahlaki anlayış da vardır. İnsanların her davranışının bencilce olduğu ve bunun kötü bir şey olmadığını belirten bir anlayıştır bu. Dolayısıyla Hume'un adaleti bencilce bulması yine Hume'a göre adaletin kötü bir şey olduğu anlamına gelmez. Belki bu böyledir ancak elimizdeki verilerle bu çıkarıma net bir şekilde ulaşamayız. Bu başka bir probleme de cevap olabilir. Hume'a göre adaletin temeli kamu yararıdır ve işlevi de bu faydayı sağlamaktır. Örnek olarak verdiği durumlarda ise adalet ortadan kalkmıştır çünkü kamunun yararı bir endişe konusu değildir. Toplum zaten oldukça iyi bir duruma gelmiştir ve daha fazla bir yarara gerek duymamakta, herhangi bir olumsuz ihtimale uğraması da beklenmemektedir. Kamu faydasının gerekli görüldüğü durumda adalet ortaya çıkar ve işlevi bu faydayı sağlamaktır. Aynı zamanda adalet yine Hume'a göre insanların bencillikleri ve kıskançlıklarından doğan bir şeydir. Bu adaleti insan doğasından kaynaklı bir süreç haline de getirir. Fakat bu ilk bakışta çok tuhaf duran bir durumdur. Bencillik ve kıskançlığın oluşturduğu bir şey nasıl topluma faydalı olabilir? Bunlardan birinin cevabı bencilliğin kötü kabul edilmediği anlayışta yatar. Hume'un bu anlayışı benimseme olasılığı yüksek görünmüyor. Yine de başka olası cevaplar da vardır. Bencilliğin kötü ve olmaması gereken bir şey görülmesi halinde dahi adaletin topluma faydası olur şeklinde bir düşünce benimsenebilir. Bencilliğin ve kıskançlığın yani insan doğasının oluşturduğu bir düzende yaşayan bir topluluk için adaletin o topluluğa yönelik faydaları olabilir. Örneğin adaletin bencilliğin ve kıskançlığın oluşturduğu bu düzeni öyle ya da böyle bir şekilde sürdüren ve daha kötü, daha kaotik durumlara dönüşmesini engelleyen bir sistem olduğu düşünülebilir. Topluluğun faydasını sağlayan ve kötü şeyleri engelleyen adalet bencilliğin doğrudan bir sonucu değil fakat dolaylı bir sonucu olur da denebilir. Bu da olası cevaplardan biri. Cevaplar belki daha da artırılabilir.

Adaletin kamu yararından kaynaklanan bir şey olduğunu söylüyor Hume. Peki sadece kamu yararını arayan bir şey nasıl ahlaki bir erdem olabilir veya aksiyolojik bir şey olabilir? Salt topluluk faydasına yönelik işlev gören bir düşüncenin oldukça yapay olması gerekir diğer çoğu topluluk kuralı gibi. Daha yakından bakıldığında bu yargının mutlaklığının sarsıldığı görülecektir. Hume'un örneklerinde adalet kimi durumlarda askıya alınıyor, işlevini kaybediyor. Kamu yararından kaynaklanan bir kavram kamu olmadığında veya yararı aranmadığında işlevini kaybeder. Ancak bu diğer ahlaki kavramlar için de söylenebilir. En azından bir kısmı buna dahildir. Ahlaki yasaların dünyada tek kişi kalsak bile devam edeceğini var olacağını söylemek makul gelir. Bazı etik yasalar için bu açıkça doğrudur. Diğerleri için ise net bir şeyler söylemek daha zordur. Fakat Hume değişen durumlarda ahlaki yasaların askıya alınacağını söylüyor, objektif olarak yok olacağını söylemiyor. Hume'un iddiası işlevlerini kaybedecekleri dolayısıyla insan aklına bile gelmeyebilecekleridir. Bu sebeple aslında ahlaki yasaların yok olup olmaması öncelikli konu değildir. Bu açıdan baktığımızda bazı erdemlerin askıya alınması herhangi bir problem oluşturmaz. Tahayyül edilebilecek mümkün dünyalardan herhangi birinde böyle bir şey olabilir. Örneğin insan doğasının oldukça farklı olduğu bir dünyada insanların birbiriyle iletişim kurmadığını varsayalım. Etkileşimleri oldukça temel düzeydedir ve yaşayış biçimlerinin çok farklı olduğunu düşünelim. Bu durumda ahlaki sorumluluklar değişecektir. Örneğin dürüstlük diye bir erdemin askıya alınacağı ve orada yaşayanların aklına bile gelmeyeceği bir durumu muhtemel görürüz. Hume'un yaptığı da budur. İlk örneğinde bulunulan dünyayı ikinci örneğinde insanların doğasını değiştirmiştir. Dolayısıyla adaletin askıya alınması onun erdem olamayacağı anlamına gelmez Hume perspektifinde. Peki salt kamu yararı güden bir şey nasıl ahlaki olabilir? Bahsettiğim gibi ahlaki yasalar bazen askıya alınabilirler. Bu yüzden sadece kamunun bulunduğu bir durumda ortaya çıkan ayrıca kamu yararı şartını da arayan bir şey erdem olabilir. Bu durum değişikliğiyle alakalıdır. Hume'a göre bir topluluğu oluşturanlar iki kişi de olsa, dört kişi de olsa, yüz kişi de olsa ve hatta milyarlarca kişi de olsa oradaki insanların diğerlerine karşı bazı ahlaki yükümlülükleri vardır. Bu topluluklar içindeki insanların birbirine karşı ahlaki sorumlulukları toplumun faydasına yönelik işlev görürler. Adalet de kamu yararı işlevini gören bir erdem olabilir. Bu Hume açısından bakıldığında böyledir.

Adaletin tanımı ve statüsünün Hume'a göre ne olduğunu çıkarmaya çalıştım. Adaletin ahlaki bir erdem olup olmadığı veya yapay topluluk kuralı olup olmadığını belirlenemez. Belki Hume bu ikisinden birini doğru kabul ediyor olabilir ve yukarıda sonuca bağlanmayan şeyler Hume'un zihninde kesin sonuca bağlanan şeyler de olabilir ama elimizdeki verilerden yapılabilecek çıkarımlar bunlardır. Epistemolojik yetersizliğimiz sebebiyle daha ötesine gidilemez gibi duruyor.

Hume'un anlayışındansa benim koyduğum kapsamıyla adaletin kabul edilmesinin gerekliliğinin nedenlerine gelince öncelikle bir karşı örnek oluşturarak bunlardan birini görebiliriz. Bu örneklerde herkesin zihninde bulunan ortak adalet yargısını ön planda tutmak gerekir. Ayrı spesifik bir adalet anlayışı ve karmaşık akıl yürütmeler yapmadan sadece tüm insanlarda ortak bulunan bu kavramın temel ve basit haliyle ele alınması gerekir. Bu varsayımlarla örneği incelemek hem doğruya ulaştıran bir adım olur hem de yeterince objektifliği sağlamış olur. Kendi kabul ettiğim tanımı varsayarak bu tanımı kanıtlamak mantıken problemlidir. Herkeste var olduğunu bildiğimiz bir kavramı temel alarak bunu yapmak ise argüman açısından sağlıklı olacaktır. Öncelikle içinde sıkıntıların, acının olmadığı bir dünya düşünelim. Bu dünyada insanlar neşe, mutluluk, keyif içinde yaşamlarını sürdürüyorlar. İnsanların hepsi aynı seviyede keyfe, mutluluğa ve bu insana güzel gelen şeylere sahip değiller. Kimileri daha fazla seviyede bunları yaşarken kimileri daha az seviyede yaşıyor. Ancak en az seviyede bunu yaşayanlar bile bu dünyada yaşanabilecek maksimum seviyenin çok daha fazlasını yaşıyor. O kişiler bile hallerinden o kadar memnunlar ki hiçbir şekilde bir üzüntü hissetmiyorlar, istenmeyen kötü bir duygu veya deneyim onlar için yok. Dolayısıyla kendilerinin en az seviyede bu şeyleri yaşamaları onlar için problem değil. Hayatlarından çok memnunlar, herhangi bir kıskançlık ve daha fazlasını isteme gibi bir durum mevcut değil. Çünkü yaşadıkları hayat onlara o kadar güzel ki bu şeyler umurlarında bile değil. Yine de olayda dikkati çeken bir nokta var. Bazı insanlar diğerlerinden daha fazla ve daha iyi şeylere sahip olabiliyor. Bu durumun bir açıklamasını aradığımızda ortada bir problem olduğu gözükmektedir. Bir ayrım var ve bu ayrımın nedeni nedir? Örnekte insanları tamamen eşit ve aralarında bir üstünlük ya da ahlaki ayrım gözetmeden birbirleriyle tümüyle aynı olarak kabul ediyorum. O halde bir insana ne veriliyorsa diğerine de aynısı verilmelidir. Örnekteki kişi açısından bakarsak belki hiçbir problem yoktur. O yaşadığı şeylerden dolayı çok mutludur ancak objektif olarak dışarıdan bakıldığında sorun görülebilmektedir. İki şahıs var ve bunlar ahlaki olarak birbiriyle aynı statüde. Tamamen iki eşit durumdaki kişi ele alınıyor. Bir insanla cansız bir mobilya kıyaslanmıyor. Böyle olsaydı insan mobilyadan önemlidir demek akla yatkın olurdu. Mobilyanın bir benliği bile yoktur. Fakat iki eşit insan söz konusu olduğunda bunlar arasında yapılan ayrım ahlaki açıdan problemli gözüküyor. İkisi de aynı derecede saygıdeğer ve mevcudiyetleri aynı derecede önemli. Bu sebeple ayrım ahlaken kusurludur diyebiliriz. Belki bu çok açık ve bariz olmayabilir. Ele aldığımız şahıs her ne kadar daha düşük seviyedeki imkanlarla yaşasa da onun hayatı bu dünyada elde edilebilecek maksimum seviyenin çok çok üstünde. O kişiye karşı bu sebeplerle bir empati, merhamet gibi hisler beslemeyiz. Onun mağdur olduğunu düşünmeyiz ve daha da öte olarak ona karşı içimizde hiçbir his uyanmayabilir de. Ancak ahlaki yargı olarak o kişinin maruz kaldığı durumu kusurlu buluruz. Yukarıda bahsedilen hisler beslenmediği için vardığımız sonuç belki daha bulanık ve görülmesi zor olabilir ancak aklen bu sonuç ortaya çıkmaktadır. Olayı farklı bir açıdan düşünürsek ve şöyle bir durum eklersek daha rahat anlaşılabilir. Örnekteki ele aldığımız şahıs kıyasladığımız şahısla aynı şekilde yaşasın. Bu durumda bütün insanlar eşit seviyede keyif, mutluluk gibi deneyimleri tadıyorlar ve bunlar olabilecek en yüksek seviyelerde. Böyle bir ikinci alternatif seçeneği eklersek ve ilk bahsettiğim durumun mu yoksa bunun mu olması gerektiği şeklinde bir soru sorulursa ikinci durumun daha seçilebilir olduğu görülecektir. İkinci durum daha tercih edilebilir ve onda herhangi bir problem de bulunmaz.

Farklı bir örnek düşünmek gerekirse bu da Hume'un ilk örneğindeki bahsedilen durumu içeren bir örnek olmalıdır. Kaynakların sınırsız olduğu herkesin bu sınırsız kaynaklarla mutluluk ve neşe içinde yaşadığı bir dünyada iki farklı kişiyi ele alalım. Bu ikisi de eşit imkanlara yani sınırsız olanaklara sahipler. İkisi de eşit şartlar altında yaşıyorlar. Bu, Hume'un bahsettiği ilk örneğin uygulanmasından ibaret olan kısım. Onun bahsettiği şeyi tümüyle aynı biçimde aldım ve buraya koydum. Bundan sonra birkaç ilavem var. Hume'un bahsettiği dünyadan ayrı bir dünya düşünelim. İçinde bulunduğumuz dünya olabilir veya buna benzer buna yakın bir durum tasavvur edilebilir. Bu iki kişi bu dünyada yaşamış bulunuyorlar. Bu dünyada bazı ahlaki gerçekliklerin bulunduğunu kabul edelim. Örnekteki kişilerimizden biri bu ahlaki sorumluluklara tam bir riayette bulunurken diğeri de tam tersine bir yaşam sürmüş olsun. Biri oldukça erdemli diğeri de ahlaki yönden oldukça kötü birisi olmuş olsun. Daha sonra bu kişileri Hume'un bahsedilen dünyasına alalım ve o hayatları o kişilere yaşatalım. Bu halde göze iki ayrı problem çarpar. Erdemli yaşayan açısından bir sorun yoktur fakat diğer kişi hak etmediği bir hayatı yaşamaktadır. Bunun yanı sıra üstte bahsettiğimiz gibi ahlaken kötü olan bir kişi ahlaken iyi olan bir kişiyle eşit tutulmaktadır. Bu örnek dinlerin doktriniyle birebir aynı gözükür ama bu örneğin uygulanması için bir dini doktrine gerek yoktur. Aralarında bir uyum vardır fakat bir gerektirme durumu yoktur. İki farklı dünya tasavvur etmek yerine tek bir dünyayı tasavvur edebilir ve ondaki şartların ve durumların değişmesinden bahsedebilirdik. Bu halde mekansal değişim olmamış olacak ve herhangi gelebilecek ahlaki erdemlerin her dünyada geçerli olmayabileceği, askıya alınabileceğine dair eleştiriye de kapıyı kapatmış olurduk. Ancak buna gerek yoktur. Kıyaslamanın doğru olmadığı Hume'un bahsettiği durumun tek durum olduğu bu örnekte iki farklı durumun olduğundan bahsedilebilir. Ancak bu Hume'un bahsettiği örnekteki durumda böyle bir problemin olduğu gerçeğini değiştirmez. Hume'un örnek olarak verdiği o ütopik dünyada adaletin olmadığı iddia ediliyordu. Buna karşılık böyle bir dünyadaki bir problemi göstermek yeterli. Kıyaslamayı sadece bahsedilen durum üzerinden yapıyoruz. Bu modellerin tümüyle her yönünü kıyaslamıyor sadece verilen örnekteki durumları ve bu durumlarda ne olduğuyla ilgileniyoruz. Hume'un bahsettiği gibi sınırsız kaynakların olduğu bahsedilen şartların oluştuğu dünyada adalete yönelik problemlerin ve adaletin varlığının gösterilmesi yeterli olur. Bu ikinci bir itirazı getirebilir. Bahsedilen ahlaki eksiklikler farklı durumların varlığı ya da farklı bir dünyanın varlığından oluşan bir sonuçtur denebilir. Fakat bu da aslında bir itiraz değil konuyu farklı bir yöne çekmeye çalışan söylem gibi durmakta. Farklı durumların, olayların birbirini nedensel olarak etkilemesi mümkündür ve gerçek olan bir şeydir. Bahsedilen iki farklı durum arasında bir sebep sonuç ilişkisi olması doğaldır ve bu olgu ulaştığımız sonucu etkilemez. Sonuç ise Hume'un bahsettiği durumla birebir aynı durumda adaletin eksikliğine yönelik kaygı ve problemler olabilmektedir. Bu da adalet erdeminin var olduğunu gösterir. Örnek her haliyle sonuca ulaşmakta. Ahlaki erdemlerin her durumda geçerli olmayabileceğine yönelik bir ihtimalin doğruluğu onların her farklı durumda geçerli olmayacağı anlamına gelmez. Bu örnekte açıkça temel adalet güdüsü ve bilgisine aykırı durumlar vardır. Ulaşmak istediğim de budur.

Hume'un bahsettiği durumda adalet erdeminin yürürlükte olabileceğini göstermiş oldum. Onun verdiği örneklerin doğruluğunun mutlak olmadığı, bahsedilen durumlarda adalet kavramının mutlaka göz ardı edilmesi gerekliliğine dair bir sonucun çıkmayacağı görülmektedir. Hume'un ikinci verdiği örneğe dair bir şey yazmaya gerek yok. Özel mülkiyetin ve sınırlı kaynakların olmadığı durumlarda da adalet erdeminden bahsedilebileceği görülmektedir. Bu da Hume'un adalet anlayışını yanlışlar. Ona göre sınırsız kaynaklar ve özel mülkiyetin olmadığı durumda adalet işlevini kaybeder fakat benim verdiğim örneklerde kaybetmediği görülmekte. Kendi koyduğum tanımın bahsettiğim örneklerdeki problemlere daha iyi uyan, onları daha iyi açıklayan bir şey olduğu şeklindeki temele dayanıp Hume'un anlayışı yerine tercih edilmesinin daha makul olduğu yönündeki bir çıkarım öne sürüyorum. Her şeyin sınırsız olduğu oldukça güzel bir dünyada bile bazı durumlarda ahlaki açıdan problemlerin olduğunu gördük ve bu ahlaki sorunların ne sebeple oluştuğuna yönelik bir açıklama bulmamız gerektiğinde bu açıklamaya en uygun şeyin adaletin eksikliği olduğunu görürüz. Sorunu en uygun ifade eden şey adalet kavramıyla ilgilidir. Bu sonuca insanların doğuştan sahip olduğu ve en basit halinin rahatça kullanılan, herkeste bulunan o kavramı temel alarak ulaştım. Aynı zamanda sorunlarla ilgili kavrama bir tanım yapmak gerektiğinde ona uygun olan tanımın Hume'un yaptığı açıklamaya göre adalettense yukarıda verdiğim tanımın daha uygun olduğu gözükür. Son olarak Hume'a göre idealar izlenimlerden kaynaklanır.[5] Hume izlenimleri algılarımız, deneyimlerimiz olarak görür. Görme, duyma, hissetme gibi doğrudan deneyimler izlenimlerdir. İdealar ise zihnimizdeki düşüncelerdir. Hume'a göre izlenimler idealardan daha güçlüdür, daha canlıdır zihinde. Her ideanın kaynağı ise izlenimlerdir yani deneyimlerdir. Dolayısıyla Hume'a göre zihindeki her şey algı kaynaklı ve sonradan edinilen şeylerdir. Oysa yukarıda adalet kavramının doğuştan gelen bir bilgi olduğunu göstermiştim. Bu nokta da Hume'un felsefesindeki bir eksiklik olarak göze çarpmaktadır.

Sonuç olarak Hume'un adalet anlayışını analiz etmeye ve eleştirmeye çalıştım. Kendi adalet anlayışımı ortaya koydum ve onun Hume'un bahsettiği şekilden daha makul olduğunu göstermeye çalıştım.

Stj. Av. Fatih ÇETİN

Kaynaklar:
[1]: Örsan Öymen, Hume, 1.Baskı Say Yayınları 2010, s. 327-330 özetlenmiştir.
[2]: Caner Taslaman, Fıtrat Delilleri, 2. Baskı Ağustos 2017, s.83 ve s. 85; J. Haidth ve C. Joseph, "How Innately Prepared Intuitions Generate Culturally Variable Virtues", Daedalus, Sonbahar 2004, s. 55-66
[3]: https://www.youtube.com/watch?v=FRvVFW85IcU
[4]: Caner Taslaman, Fıtrat Delilleri, 2. Baskı Ağustos 2017, s.84; Paul Bloom, "The Moral Life of Babies", The New York Times, 5 Mayıs 2010
[5]: Örsan Öymen, Hume, 1.Baskı Say Yayınları 2010, s. 371