Adalet önce devletten gelmelidir. Çünkü hukuk devletin toplumsal düzenidir.’ ARISTO

...

Amerikalı hukukçu ve siyaset bilimci John Rawls, Türkçeye benim çevirdiğim ‘Bir Adalet Teorisi’ isimli özgün eserinde, bilinmezlik perdesi arkasında hareket eden ilk durumdaki insanların, en kötü durumda olanı koruyacaklarını, onların sağlayacakları yararı maksimize edeceklerini varsaydığı adalet kuramını inşa ettiği iki ilkeden birincisi, ‘equality in the assignment of basic rights and duties/temel hak ve ödevlerin belirlenmesinde eşitlik’ ilkesi, ikincisi ise, ‘social and ecomomic inequalities/sosyal ve ekonomik eşitsizlikler’ ilkesidir.

Temel hak ve özgürlüklerin belirlenmesinde eşitlik ilkesi, her bireyin temel hak ve özgürlükler temelinde diğer bireyler ile aynı haklara sahip olmasını gerektirir. Herkes için geçerli olan bu ilke, seçme ve seçilme, kamu görevlerini üstlenme, ifade özgürlüğü, din ve vicdan özgürlüğü, örgütlenme özgürlüğü, mülkiyet hakkı, keyfi gözaltına alınmama ve tutuklanma hakkı, vücut bütünlüğünü koruma hakkı, psikolojik ve fiziki işkence görmeme hakkı gibi kişi hak ve özgürlükleri başta olmak üzere, diğer bütün siyasi ve sivil hak ve özgürlüklerin güvence altına alınmasını da zorunlu kılar.

Sosyal ve ekonomik eşitsizlikler ilkesi, gelirin ve refahın en kötü durumda olana en fazla yarar sağlayacak biçimde dağıtılması anlayışına dayanır. Bu ilke gereğince  memuriyete alma, makam ve statü sahibi yapma gibi görev ve sorumlulukların, herkese eşit ve açık olacak biçimde yapılması gerekir.

Equally open/eşit olarak açıklık’ kavramı, ‘equality as equality of fair opportunity/adil fırsat eşitliği olarak eşitlik’ ile ‘equality as careers open to talents/kariyer olarak eşitliğin yeteneğe açık olması’ ilkelerini içerir.

Everyone’s advantage/herkesin yararı’ ilkesi, ‘system of natural liberty/doğal özgürlük sistemi’ ile ‘liberal equality/özgürlükte eşitlik/eşit özgürlük’ anlayışlarını kapsar. Buna karşın ‘principle of efficiency/yeterlilik ilkesi’, doğuştan gelen farklılıkları ifade eden ‘natural aristocracy/doğal aristokrasi’ ve yine yaş, öğrenim düzeyi gibi farklılıkları ifade eden ‘democratic equality/demokratik eşitlik’ argümanlarını içeren ‘difference principle/farklılık ilkesi’nden oluşur.

Özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasında daha fazla gelişme olanağı bulan ‘sosyal adalet/sosyal devlet’ anlayışını savunanlar ile özellikle Amerika Birleşik Devletlerinde çoğunluğu siyahlardan oluşan eşit haklar hareketini sürükleyenlerin ve buna destek veren siyasi muhalefetin duygu ve düşüncelerine tercüman olan Rawls’un az yukarıda kısaca özetlediğim hak ve özgürlüklerin dağılımı konusundaki özgün adalet kuramı, bir yandan azınlık ve birey hakları ile ilgili sorunların çözümlenmesi yönünde siyasal düzenleme yapılmasını talep eden siyasi radikaller için, diğer yandan gücün, gelirin ve zenginliğin adaletsiz biçimde dağıtılmasına olanak sağlamakla eleştirilen kapitalist ekonomi karşıtları için hala bir referans niteliğindedir.

Haklılıkla adalet arasında, haklar ile hakların dağıtılması arasında, özgürlük ile özgürlüklerin kullanılması ve alanının genişletilmesi arasında organik bir bağ kuran, ahlak ve siyaset felsefesinde hakkın, hakkaniyetin, adaletin, hukukun, özgürlüklerin, eşitliğin esas alınmasını öngören Rawls’un özgün adalet kuramı, onun deyişiyle ‘herkesin yararına’ olan, diğer bir deyişle uyulmasında ve uygulanmasında toplumsal yarar olan bir durumdur.

İnsan aklının emrettiği, vicdanının onay verdiği bu ilkelere uyulması, toplumun bu ilkeler çerçevesinde yönetilmesi, sadece ülkeyi güçlü ve başka ülkeler nezdinde itibarlı kılmaz, barış içinde birlikte yaşamayı da mümkün kılar.

Kamu görevlilerinin tayin ve terfilerinde liyakate, yeteneğe, eşitliğe uyulmaması, bu görevlerin yandaşlık anlayışına göre dağıtılması devleti ve toplumu çürütür. Zaman içinde devleti çökertir. Bunun böyle olduğunu anlamak için çok uzağa değil, tarihe, kendi tarihimize bakmak, Osmanlı’nın çöküş sürecine nasıl gittiğini görmek yeterlidir. Esasen tarih bize sadece geçmişimizi değil, geleceğimizi de gösterir. Bu bağlamda, 1806-1907 yılları arasında yaşayan Osmanlı Vak’anüvisti, yani tarihçisi Ahmed Lütfi Efendi,  sekiz ciltlik büyük eseri ‘Vakanüvis Ahmed Lütfi Efendi Tarih-i Osmanlı’ isimli kitabında şunları yazıyor: ‘Osmanlı bürokrasisi, bireysel hamilik kurumuna dayanırdı. Öyle olduğu için üst düzey Osmanlı bürokratlarının iki hedefinden birincisi, rakiplerini temizlemek, ikincisi ise, çevresini başta arkadaş ve akraba ile emir almaya ve itaat etmeye alışık insanlarla doldurmaktı. Fitne ve fesat ile çekemezliğin siyasi refleks haline geldiği, buna bağlı olarak hizipleşmenin egemen olduğu o yapıda, önce ilişkiler, daha sonra ve özellikle Abdülhamit döneminde yönetimin kendisi otoriterleşti. Osmanlı toplum yapısına egemen olan bu maneviyat buhranı, toplumu çürüttü ve sonunda çökertti.

LGBTİ’ler ve âdet gören kızlar tedavi edilmelidir’ diyen Dokuz Eylül Üniversitesi Mantık Anabilim Dalı Başkanı, liyakate bağlı olmadan, yandaşlık esasına bağlı olarak elde edilen statülerdeki, devlet kademesindeki, akademisyen camiasındaki çürümenin ve maneviyat buhranın yaşanmış en son trajik örneğidir.

Aynı şekilde devletin egemen olduğu ekonomik ve ticari alanlardaki tercihlerin, rekabet ve eşitlik ilkesine göre değil de, yandaşlık ekonomisinin işleyişine göre yürütülmesi de ekonomik yapıyı altüst eder, beraberinde enflasyonu getirir. Nitekim bugün yaşadığımız ve giderek derinleşen ekonomik krizin nedeni verimsizliğin finansmanı üzerine kurulu olan istihdam politikamız ve yine yıllardır uygulanmakta olan yandaşlık ekonomisidir.

Yönetme mevkiinde olanların ‘kriz yoktur, ekonomi rayındadır’ demeleri, bu noktaya gelinmesindeki en büyük kusur ve sorumluluk kendilerine ait olduğu halde bunu kabul etmemeleri, kusuru ve sorumluluğu dış güçlere, faiz lobisine, Soros’a, vs.yebağlamaları boşunadır. Kriz vardır, halkın çok büyük kısmı son derece ciddi geçim zorluğu içindedir ve çaresizdir. Ağır vergi yükü ile ekonomik kriz altında ezilen ve çoğu orta sınıf halktan oluşan ‘Yeşil Yelekliler’in haklı isyanının bizim yöneticilerimize ders, bu isyan karşısında ‘halkın öfkesini duymamak için sağır olmak gerekir’ diyen Fransa Başbakanı Édouard Philippe’in yaklaşımının ise örnek olması gerekir.

Ve adalet ve hukuk ve yargı! Rawls ile başladık yine onunla devam edelim. John Rawls ‘Bir Adalet Teorisi’ isimli eserinde adalet kavramı ve kurumuyla ilgili olarak herkes için, hepimiz için ders niteliği taşıyan şunları yazıyor: ‘Düşünce sisteminin bir gerçeği olarak adalet, sosyal kurumların en önde gelen erdemidir… Eğer adalet, bir bütün olarak toplumun refahını sağlayamayacak ise, hiç kimse adalet üzerindeki bozulmalara sahip çıkmamalıdır. Zira adalet, başkalarıyla paylaşılan daha büyük bir iyi için hak olarak kabul edilen özgürlük kaybını reddeder… Bundan dolayı, adil bir toplumda yurttaşların eşit özgürlükleri çözümlenmiş olmalıdır. Adalet tarafından korunan haklar, sosyal menfaatlerin hesaplanmasına veya siyasal pazarlıklara konu olmamalıdır… Aynı şekilde, adaletsizlik, sadece daha büyük bir adaletsizlikten kaçınmak için hoş karşılanmalıdır. İnsani faaliyetlerin birincil erdemleri olan hakikatten ve adaletten asla ödün verilmemelidir.’

Ne yazık ki, tarihi boyunca adaletsizliklerle ve hukuksuzluklarla yüz yüze gelen, bunu aşmak için büyük mücadeleler veren Türkiye, günümüz itibariyle tarihinin hiçbir döneminde olmadığı kadar büyük adaletsizliklerle, hukuksuzluklarla karşı karşıyadır.

Oysaki günümüzün devlet anlayışını ve tanımını, geçmişteki devlet anlayışlarından ve tanımlarından ayıran en önemli nitelik hukuktur, yani devletin hukuk devleti olmasıdır. ‘‘Düşünce sisteminin bir gerçeği olarak eğer adalet, sosyal kurumların en önde gelen erdemi’ ise – ki öyledir – o takdirde devletin en önemli görevi de adaleti sağlamaktır. Devletin hukuk devleti olmasının, en başta gelen görevi olan adaleti sağlamasının asgari şartı ise, yargısının bağımsız ve tarafsız olmasıdır.

Bütün bunların gerçekleşmesi ise, yargının diğer bileşenlerinden olan ‘Yarsen, Yarsav’ gibi muhalif örgütlenmeler davet edilmeksizin ve tam da ‘dostlar alışverişte görsün’ anlayışıyla yapılan yargı reformu toplantılarıyla değil, hukukun ve adaletin içselleştirilmesiyle, içinize sinmese ve gelmese dahi, Anayasa’nın 138/son maddesi gereğince yargı kararlarına uymakla, en son Selahattin Demirtaş olayında olduğu gibi yargı kararını by-pass etmek için ‘karşı hamleler’ geliştirmemekle mümkün olur.

Yani adalet, yani hukuk bir başka bahara! Ve o zamana kadar biz en iyisi şiirimizin önemli ustalarından olan, şiirde ‘hikmet burcu’nun seçkin sakini olarak isimlendirilen, radikal yeniliği köklü gelenekle buluşturan Behçet Necatigıl’in 21 Nisan 1945 tarihinde yazdığı ‘Kovboy Filimleri’ isimli şiiriyle teselli bulalım:

Ucuz sinemalara giderim 

Cebimde fazla para oldukta

Otururum koltukta.

Kovboy filimlerine biterim.

Kızı hesaba katma,

Artistler yalnız erkek.

Şarkı, çalgı, gürültü,

Kavga, yumruk, tabanca;

Yaşa, vur, kır sesleri

Çın çın öter salonda.

Sahneler basitmiş, basit,

İncelik yokmuş, yok;

Kötüler ceza yer en sonda,

Adalet var, iş onda!

Hak hukuk dağıtma yeri,

Kovboy filimleri!