İncelemekte olduğum bu daha büyük ve daha soyut toplumsal ilişkilerin, dini ve ekonomik organizasyonlarının niteliğinden tekrar bahsetmek istiyorum. Bunların her biri çalışma karakterleri itibariyle evrensel hale gelirler, ancak bunlara dahil olan felsefi soyutlamalardan dolayı bunların her ikisi de evrensel değildir. Ticaret yapan ilkel insan veya borsada oynayan modern insan, yaptığı bu mübadelelerin değer ifade ettiği ekonomik toplumun şekliyle ilgilenmez; yine zor durumda olan birisine yardımda bulunarak kendisini onunla özdeşleştiren bir kişinin, birinin çıkarının herkesin çıkarı olduğu bir toplum biçiminin kendisine sunulduğunu kabul etmesine de gerek yoktur.  Daha önce de işaret ettiğim üzere, bu iki süreç kendi nitelikleri itibariyle evrenseldir; dolayısıyla bu süreçler herkese uygulanabilir.

Karşılaştığı acı çeken birisine yardım edebilen kişi, bu evrenselliği insanın çok daha ötesine taşıyarak, herhangi bir canlının acı çekmesine izin vermeyen bir şekle sokabilir. Bu, sıkıntıda olduğunda bizden yardım isteyen bir diğer türe yönelik olarak fiilen veya muhtemelen aldığımız veya herhangi bir varlığa hareketlerimizle aktarabileceğimiz tatmin edici bir tavırdır. Bu tavır kendi ifadesini, belli bir sevecen tavırda bulur. Bu, ailesinin çok uzağında olan bireylerde genelleştirilebilir. Sevgi, insan türünde olmasa bile, ebeveyn tavrını kışkırtan herhangi bir genç türe yönelik olarak da kendisini gösterebilir. Küçük şeyler, bir tür şefkat tavrını çağırır. Bu tür olgular, bu tavrın evrenselliğinin gerçekte çok yaygın olduğuna işaret eder; bu pratik olarak her şeyi, bireyin kişisel olarak ilişki kurabileceği her varlığı kapsar. Bu tavır, elbette her zaman baskın değildir, çünkü bazen düşmanca tepkilerin ifade edilmesi, diğerlerinden daha güçlüdür; ama bu tavır mevcut olduğu sürece evrensel bir toplum biçimini mümkün kılar. Hıristiyan azizler, her bireyin makul bir şekilde ait olabileceği bir toplum türünü temsil etmişlerdir. İdeal olan, herkesin kesinlikle aynı çıkarlara sahip olduğu bir dini anlayışın ifadesinin olduğu bir dünyadır.

Bir diğer süreç, deyim yerinde ise, kişinin ihtiyaç duymadığı bir şeyi, ihtiyaç duyduğu bir şeyle takas etmesidir. İletişim temelinde göreceli istekler ve ortak çıkarlar takası mümkün kılar. Bu, diğer tavır gibi, insanı aşmayan bir süreçtir. Kişi öküzle ya da eşekle takas yapamaz, ama onlar için merhamet duygusuna sahip olabilir.

Benim özellikle belirtmek istediğim husus, bu iki tip tavrın insan topluluğunda sahip olduğu ve sahip olabileceği düzenleyici gücüdür. Daha önce de ifade ettiğim gibi, bunlar, kişinin muhtemelen iletişim kurabildiği herhangi bir gerçek ya da ideal insanın veya en azından iletişim kuramayacağı diğer varlıkların asıl tavırlarıdır. Evcil hayvanlarla sosyal ilişki içindeyiz ve bu hayvanlara verdiğimiz tepkiler aracılığıyla kendimizi onlarla özdeşleştirdiğimiz kadar, hayvanın da kendisini bizimle özdeşleştirmesi bir varsayımdır, ancak bu varsayım henüz doğrulanmamıştır. Bizim temel tutumumuz benliğe dayanan sosyal bir ilişkidir, dolayısıyla evcil hayvanların hareketlerine karşı, sanki onların benlikleri varmış gibi muamele ederiz. Onların davranışlarını alırız, bizim onlarla ilgilenmemiz onların da bizim tavrımızı aldıkları anlamına gelir; köpeğe ne istediğimizi biliyormuş gibi davranırız. Evcil hayvanlarda benlik olduğunu ifade eden bizim bu davranışlarımızın rasyonel bir doğrulaması olmadığını eklememe sanırım gerek yoktur.

O halde, bu tavırlar, bireylerin kendilerini içinde buldukları gerçek yapının ötesine geçen bir sosyal organizasyona yol açabilecek olan tavırlardır. Bu nedenle, bu tavırların, daha büyük toplulukların yapısının oluşturulmasına yönelmesi veya en azından buna yardımcı olması mümkündür. Eğer biz her şeyden önce, ekonomik bir tavırda, kişinin kendi üretim fazlasını/artı değerini bir başkasının üretim fazlasıyla/artı değeriyle takas etmek amacıyla ürettiği ekonomik tavra bakacak olursak, (ve özellikle takas yollarını inceleyen birisinin, pazarlar kurduğu, nakliye için araçlar tesis ettiği, takas ortamını detaylandırdığı, bankacılık sistemini kurduğu) orijinal sürecin temeli olan üretim fazlalarının değerinin yeterliliğini ve bunların gerçekleşmesini sağlayan şeyin takas işlemi olduğunu anlarız. İki çocuk oyuncaklarını birbirleriyle takas edebilirler, biri eski bir oyuncağını onu isteyen diğer arkadaşına verebilir; burada üretime yol açmayan bir üretim fazlasının/artı değerin takası söz konusudur. Ancak ileriye bakıp takasın avantajlarını görebilen insanlar olduğunda, takas üretime yol açar.

Bunun kayda değer bir örneği, İngiltere’deki yün sanayindeki gelişimdir. İlk başta takas sadece, yünün feodal şartlar altında iplik haline getirildiği İngiltere’de gerçekleşmiş; ve sonra bunun bir yerden başka bir yere nakledilmesi ve daha sonra da denizaşırı ticarete aktarılması gelmiştir. Bu sanayinin bir sonucu olarak, İngiltere topluluklarında meydana gelen değişikliklerin, toplumun hayatını tarımdan sanayileşmeye doğru kademeli bir şekilde değiştirdiği ve bunun da dış ticaretin gelişmesinde çok büyük rol oynadığı genel olarak bilinen bir husustur. Ve daha sonra yünlü kumaş ülkenin sınırlarını aştıkça, İngiltere’nin daha sonraki gelişiminin tamamını oluşturan ekonomik örgütlenme ağı büyümüştür.

Bu kadar hızlı bir takas uygulaması sosyal bir davranış ilkesi haline geldiğinde, bu, üretim yolundaki sosyal gelişme sürecini, nakliyeyi ve ekonomik sürece dahil olan diğer bütün ortamı da beraberinde getirir ve bu faaliyetlerin taşıdıklarının imkan verdiği fazlasıyla evrensel bir toplum kurulur. Elbette, bu, mal sahibi olan kişiyi, bunlara ihtiyaç duyan ve o nedenle takas etmeye istekli olan kişiyle doğrudan ilişki içine sokan bir süreçtir. Ve üretim ile nakliye ve bir şey karşılığında malların alınması süreci, ekonomik sürece dahil olan bireyleri başkalarıyla daha yakın bir ilişki içine sokar. Bu, insanları birbirine daha çok yaklaştırarak bağlayan toplumsal bütünleşmenin yavaş işleyen bir sürecidir. Bu süreç insanları mekansal ve coğrafi açıdan bir araya getirmez, onları iletişim açısından birleştirir. Issız bir adada bulunan ve birbirleriyle ticaret yapmayı sürdüren üç ya da dört adamın ders kitabında soyutlanan örneklemesini hepimiz biliriz. Bunlar son derece soyut figürlerdir, ekonomik toplumun soyutlamaları olarak mevcutturlar ve o nedenle bunlar, kendi üretim sürecindeki bir bireyin kendisiyle takas yapabilecek olan bir kişiyle kendisini özdeşleştirdiği iletişim ilişkisini temsil ederler. Kişi kendisini diğerinin yerine koymak durumundadır, aksi takdirde diğerinin istediğini üretemez. Eğer kişi böyle bir sürece başlarsa, elbette, kendisini olası herhangi bir müşteriyle özdeşleştirir; ve eğer onun bu mekanizması çok soyut türden ise, o zaman ticaret ağı her yere gidebilir ve toplumun yapısı bu iletişim sürecine girmeye istekli herhangi bir kimseyi de kapsayabilir. Toplumdaki böyle bir tavır, evrensel bir sosyal organizmanın yapısını oluşturma eğiliminin içinde olur.

İktisatta düşünüldüğü gibi, para, belirli bir miktar zenginlik için sembol ifade eden bir simgeden başka bir şey değildir, para takasa istekli olan bireylerin istediği bir şeyin simgesidir; ve takas biçimleri, daha sonraki, iletişim  yöntemlerinin ve takasın aracıdır ve bunlar, bizim çok uzak mesafelerdeki birisine ulaşmamızı, onun istediği şeyleri yapmamızı, bu bağlamda diğer kişinin tutumuna göre onun istediği araçları ona getirmemizi, istemediği şeylere boş vermemizi sağlayan bir sürecin mimikleri/jestleri haline gelir. Zenginliğin bu simgelerinin  aracı olarak para, daha sonra, diğer alanlarda olduğu gibi bu takas sürecinde de dilin mimiği/jestleri ya da sembolleri olarak iş yapar.

İncelenen bir diğer evrensel tavır, dini ilişki ilkesine esas olan ve onu mümkün kılan komşuluk tavrıdır. Bu tavrın dolaysız etkisi, birisinin yemeğini acıkmış birisiyle paylaşmaktan, susuz olana su vermekten, düşen veya dışlanan kişiye yardımcı olmaktan ibaret olabilir. Bu, sokakta sizi etkileyen adama bir şey vermek dürtüsüne teslim olmaktan başka bir şey de olmayabilir. Bu tam da iki çocuk arasındaki takas ilişkisinde olduğu gibi daha öteye de gitmeyebilir. Ancak, bu fiilen bir kez benimsendiğinde, bu tavrın, sosyal yönden yeniden yapılanma konusunda muazzam bir güce sahip olduğu kanıtlanmış olur. Kendisini evrensel dinlerde ve modern toplumun sosyal organizasyonunun büyük bir bölümünde ifade eden tavır budur.

Hristiyanlık, modern dünyanın politik, ekonomik, bilimsel – olarak, sosyal yönden ilerlemesinin en baskın özelliğinin yolunu açmıştır. Rasyonel ya da soyut evrensel bir insan toplumu ya da toplumsal düzeni, Hıristiyan nosyonuna göre, bu öncelikli olarak dinsel ve etik bir doktrin olarak ortaya çıkmış, dini ve etik birlikteliklerin saflığını tedricen yitirmesiyle insan sosyal hayatının diğer bütün somut ana yönlerini kapsayacak şekilde genişlemiştir; ve böylece, bu, modern anlamda sosyal ilerlemeyi oluşturan tüm sosyal yeniden yapılanmaların ve onları taşıyan kişilerin entelektüel referanslarının içeriğiyle, evrensel insan topluluğunun rasyonel olarak çok taraflı ve daha karmaşık bir nosyonu haline gelmiştir.

Eski – ve özellikle kadim Yunan dünyası ile modern dünya arasında, ilerleme anlayışı yönünden çarpıcı bir karşıtlık vardır. Bu kavram, eski dünyanın düşüncesine ve medeniyetine tamamen yabancı ve neredeyse mevcut değil iken,  modern dünyanın düşünce ve medeniyetindeki en karakteristik ve baskın fikirlerinden birisi olmuştur. Zira modern kültürün dünya görüşü, esas olarak dinamik bir kavramdır – nesnelerde gerçek yaratıcı değişim ve akılcılık gerçeğine ve evrime izin veren ve bunu gerçekten vurgulayan bir dünya görüşüdür; antik kültürün dünya görüşü ise, esas olarak statiktir – evrende herhangi bir gerçek yaratıcı değişimin veya evrimin gerçekleştiğini veya bunun gerçekliğini kabul etmeyen bir dünya görüşüdür; nihai neden henüz verilmediği için (ve sonsuza dek verilemeyeceği için) aslında hiçbir şeyin var olamayacağına dayanan bir dünya görüşüdür; yani, bu görüşe göre zaten orada bulunan ve her zaman orada olan sabit bir evrensel türün gerçekleşmesi veya bireysel olarak gerçekleştirilmesi dışında hiçbir şey ortaya çıkmaz.

Modern düşünceye göre, sosyal ilerlemenin zorunlu olarak hareket ettiği değişmez veya belirlenmiş bir amaç veya hedef yoktur; ve bu tür bir ilerleme gerçekten yaratıcıdır, aksi takdirde ilerleme olmaz (aslında, modern ilerleme fikrinde  esas olan yaratıcılıktır). Fakat eski düşünce, bunun tam tersine, modern anlamda gerçekliği ya da varlığı ya da ilerleme ihtimalini tanımıyordu; ve onun mümkün veya gerçek olarak kabul ettiği herhangi bir türdeki ilerleme, sonsuzluğa doğru olan ve önceden belirlenmiş bulunan amaçlara veya hedeflere  (modern düşüncenin hiçbir zaman gerçek bir ilerleme olarak dikkate almadığı ilerleme) doğru olan ilerlemedir.

İlerleme nosyonu, Yunan toplumu ve uygarlığı için anlamsızdı, zira Yunan devleti kendisine özgü organizasyonu nedeniyle, sosyal çatışmalarla ve sosyal menfaat çatışmalarıyla etkin bir şekilde başa çıkma konusunda tamamen iktidarsızdı.  İlerleme, modern devletin veya uygarlığın baskın karakteridir, zira modern devlet, bireyleri arasında ortaya çıkan sosyal çatışmalarla bir dereceye kadar başa çıkabilmek için yeterince esnek olan kendisine özgü bir organizasyona sahiptir; esasen modern devlet – Yunan devleti organizasyonunun bir nedenle yapmadığı şekilde –  daha önce bahsettiğimiz üzere, kendisine dahil olan bireylerin zihinleri açısından az ya da çok soyut entelektüel sınırlarının genişletmesine katkıda bulunur: bu genişleme aracılığıyla zihinler daha büyük bir sosyal organizasyonu veya kendilerini kuşatan organize edilmiş sosyal bütünü tasavvur edebilirler, bu suretle içinde oldukları sosyal çıkar çatışmalarını bir dereceye kadar yumuşatırlar veya dengelerler ve buna bağlı olarak bu zihinlerin ortaya çıkarabilecekleri referanslara dayanarak, bu çatışmaları çözebilmek veya düzeltebilmek için gerekli olan yeniden yapılanmayı sağlayabilirler.

Ekonomik ve dini ilkeler çoğu zaman birbirine muhaliftirler. Öyle ki, bir tarafta, bizim karakter olarak “materyalist” olarak adlandırdığımız ekonomik bir sürecin kabulü; diğer tarafta ise, bizim idealist deyimlerle ifade ettiğimiz ortak menfaatlerde olan insanların tanımlanması vardır. Elbette, bu görüş için bazı haklı nedenler bulunabilir, ancak bu, bu husustaki tavırların sürekli olarak düzeltilmesi gerektiğinin önemine dikkat çeker. Ekonomik sürecin, bir bireyin diğerine karşı sadece kendi çıkarlarını ileri sürdüğü, yine birisinin diğerini yalnızca daha iyi duruma getirme tavrını aldığı ben merkezli bir süreç olduğu varsayılır. Takas imkanının, serbest ticaretin ortak çıkarların tanınmasına öncülük eden bir şey olduğu konusunda ısrar edilmiş olsa da, bunun her zaman ekonomik sürecin bir yan ürünü olduğu ve bu tavrın onun içinde yer almadığı yönündeki ekonomik idealizme de, James Bryce (1838-1922 yılları arasında yaşayan İngiliz akademisyen, hukukçu, tarihçi ve liberal politikacı) gibi bir adamda rastlarız. Öte yandan, bugün mevcut olan ekonomik rekabet şartlarının neden olduğu kadar, geçmişte de dinler savaşın kaynağı olmuştur. Her savaşın çarpıcı etkilerinden birisi de, dinin halkın ulusal karakterini vurgulamasıdır. Savaş sırasında biz Almanların Tanrısına ve Müttefiklerin Tanrısına sahiptik; yani Tanrıya bağlılık bölünmüştü. Dini hayatın kendisini çatışmaya uyarlama derecesi tarihte sıklıkla resmedilmiştir; ekonomik hayatın idealist evrelerinin örnekleri bütünüyle eksik kalmamıştır. Ekonomik sürecin, insanları sürekli olarak birbirleriyle daha yakın bir ilişki içine sokan ve bireyleri birbirleriyle özdeşleştirme eğiliminde bulunan bir süreç olduğundan hiçbir kuşku yoktur. Bunun sıra dışı bir örneği, emeğin uluslararası karakteri ve bir emek organizasyonun yerel topluluk ölçeğindeki gelişimidir. Burada hem işçinin gruptaki diğer meslektaşlarıyla özdeşleşmesi, hem de bir topluluktaki işçilerin bir başka topluluktaki işçilerle özdeşleşmesi vardır. Sosyalizmde emek hareketi bir din haline gelmiştir. Ekonomik süreç, katılımı içeren iletişim süreci yoluyla grupları birbirlerine zorunlu olarak yaklaştırır. Bu bizim modern toplumumuzda, dinden daha fazla tanınan en evrensel faktör olmuştur.

Bir topluluğun kültü etrafında toplanan din, fazlasıyla somutlaşır, kendisini topluluğun yakın tarihi ve yaşamıyla özdeşleştirir, ne var ki bu neredeyse toplumdaki tüm kurumlardan daha fazla muhafazakardır. Kült, tam anlamıyla rasyonalize edemeyeceğimiz gizemli değeri ona iliştirilmiş olan bir şeydir ve o nedenle biz onu her zaman olduğu biçimde ve kendi sosyal ortamında muhafaza ederiz. Kült dini ifadesini sabitleme eğilimindedir, o nedenle, dini tavır başkasıyla özdeşleşmeye öncülük etse de, onun kurumsallaştırdığı kültün kendisi uygulamada neredeyse son derece uzmanlaşmıştır. Size elde etmek istediğiniz bir değerle gelen bir kişiyi sizin anlamanız pekala mümkündür, elde etmek istediğiniz değere sahip olan birisini anlamak da fazlasıyla mümkündür; eğer o kişi kendisini ticari terimlerle ifade edebiliyorsa, siz onu anlayabilirsiniz. Ancak o kişi size kendi dininin özel kültüyle gelirse, çok büyük bir olasılıkla siz onu anlayamazsınız. Farklı dinlerin çok karakteristik özelliği olan misyonerlik hareketi, dinin evrensel karakterinin kültün muhafazakar karakterine meydan okuduğu ve dinin kendi karakteri üzerinde çok büyük etkileri olan bir harekettir. Ancak din burada bile kendisini bir kült olarak bütün karakteriyle, inancı ve dogmasıyla birlikte aktarmayı üstlenmiştir, o nedenle, ekonomik süreçte olduğu gibi kendisini doğrudan evrensel bir iletişim aracı olarak ona ödünç olarak vermemiştir.

Elbette, iki tavır birbirinden oldukça farklıdır. Bunlardan biri, her ikisinin de ticari bir işlemle uğraştığı zaman, birini diğeriyle özdeşleştirir. Takas, ekonomik sürecin can damarıdır ve bu işlem, ticari olanlar hariç, her şeyi diğer bireylerden soyutlar. Bunun tam aksine dini tavır,  sizi diğer bireyin içsel dünyasına götürür; diğerine yardımcı olduğunuz ve ona yardımda bulunduğunuz, onun ruhunu kurtardığınız, ona bu dünyada ve diğerinde el uzattığınız ölçüde, kendinizi onunla özdeşleştirirsiniz, sizin bu tavrınız bireyin kurtuluşunu ifade eder. Bu tavır, bireyin başkaları ile özdeşleşmesinden çok daha derindir. Ekonomik süreç daha yüzeyseldir ve o nedenle belki de daha hızlı gidebilen ve iletişimi daha kolay mümkün hale getirebilen bir süreçtir. Bununla birlikte, iki süreç de, karakterleri bakımından her zaman evrenseldir ve kendilerini ifade edebildikleri kadarıyla, bir anlamda kendi evrensel tavırları gibi evrensel olan ortak bir topluluk oluşturma eğilimindedir.

Bir çocuğun başka bir çocuğun oyuncağıyla ticaret yaptığı veya bir hayvanın diğerine yardım ettiği durumlarda, sadece kendi başlarına yapılan bu süreçler hareketin uygulanmasıyla birlikte hemen durabilir; fakat birisinin kendisinden başka bireylerle bir grup oluşturduğu yerde, kendilerini diğerleriyle özdeşleştiren, diğerinin kendi kendisini elde etmesinin bir aracı olduğu tavrını uyandıran bireyler olduğu zaman, birisinin diğerine yardım etmek için bir dürtünün olmasını istemesi veya istememesi durumunda, süreçler bir dürtünün diğerini ele geçirmesinin çok ötesine geçer.  Bu faaliyetleri yerine getirirken, birey, diğer bireyleri birbirine daha da yakınlaştırır, bu şekilde sağladığı katılımla, daha derin bir iletişim kurmanın mümkün olduğu mekanizmayı yaratan bir bütünleşme süreci başlatır.

Tarih boyunca devam eden bu gelişmeyi anlamak önemlidir; bu iki süreç kendi başlarına ele alındığında, kişilerin herhangi bir idealleri olmasa dahi, bunların her biri daha geniş bir topluluğu gerçekleştirme eğilimindedir. Kişi, bu tür toplulukları kurmaya eğilimli olmadan kendisini ötekiyle özdeşleştiremez. Tarihin kendisine özgü işlevi sayesinde geriye dönüp baktığımızda, bu tür bir sosyal yeniden yapılanmanın, o tarihteki insanların anlamadıkları sosyal yapılanmaların, bunların yerini aldıklarını görüyoruz, bizim bunları anlıyor olmamız, oldukça uzak bir mesafeden bakmanın avantaj olmasından dolayıdır.  Ve liderin işlevi, bu tür hareketleri kavrayabilmesi ve tüm bunların bilincinde olarak topluma yön ve gerekli itici güç verebilmesidir.

Bana göre, ayrıntılı olarak sunduğum bu benlik bakış açısı, sosyal büyümenin birikimini anlaşılabilir kılmaktadır. Eğer bir bireyin kendisine ulaştığını, kendi bilinciyle, kendisini ötekiyle özdeşleştirdiğini anlarsak, o zaman ekonomik sürecin, kişinin takas yaptığı muhtemel alıcılarla kendisini özdeşleştirdiği bir süreç olması gerektiğini söyleyebiliriz, bu süreçleri başarılı kılmak için kişi, bu bireylerle sürekli iletişim kurmalıdır ve bu süreç kendi içinde kesin olarak ben merkezli olsa da, zorunlu olarak onun daha somut bir tavır almasına öncülük etmelidir. Ekonomik süreci başarılı bir şekilde sürdürmeye devam etmek isterseniz eğer, diğer bireyle yakın ve daha da yakın bir ilişki kurmanız, sadece takas  konusuyla ilgilenmemeniz, bunun yanısıra kişinin neyi neden istediğini anlamanız, ödeme koşullarının ne olacağını, talep edilen malların özel karakterlerinin nasıl olması gerektiğini vb. bilmeniz, kendinizi bütün bunlarla özdeşleştirmeniz gerekecektir. Kendinizi ötekiyle fazla, çok daha fazla özdeşleştirmek zorundasınız. Modern işletmeciliğin önem verdiği pazarlamacılığın küçümseyici tavrı her zaman ikiyüzlülüğe, istemediği bir şeyi alması için kişiyi ikna etmeye, kişinin kendisini diğerinin yerine koymamasına dayanır. Bunu haklı bulmasak bile, en azından burada, bireyin diğerinin tavrını alması gerektiğini, diğerinin çıkarlarının tanınmasının başarılı bir ticaret için gerekli olduğunu söyleyebiliriz.  Bu amacın doğruluğu, ekonomik sürecin kar amacının ötesine ve kamu hizmeti anlayışına taşınmasında görülür. Bir demiryolu veya kamu işletmesinin müdürü, kendisini hizmet ettiği topluluğun yerine koymak zorundadır ve bu tür kamu hizmetleri tamamen kazanç elde etme alanın dışına çıkarılabilir ve sadece bir iletişim aracı olarak başarılı bir ekonomik girişim haline getirilebilir. Sosyalizm, bu imkanı tüm işletmeler için bir teori haline getirmiştir.

*Türkçeye benim tercüme ettiğim Dorlion Yayınevi tarafından “Zihin, Benlik ve Toplum” adıyla yayınlanan Amerikalı sosyal psikolog ve sosyal davranışçı George Herbert Mead’in bu kitabından bir bölüm.