Biz beyhude yere gecikenler, / Çoktan bitmiş bir yolun ucunda / Bilmiyoruz şimdi ıssız gecede / Ne yapar ne eder, / Gidip de gelmeyenler, / Beyhude bekleyenler! / Biz ayın çıplak arsasında / Savrulan zaman kırıntıları. / Nerden bilelim bunları!

Ahmet Hamdi Tanpınar

Ben kolay yazan bir insanım. Ama havamda değil isem, yazmayı düşündüğüm şey üzerinde yoğunlaşamamış isem, pek kolay yazamam. Hatta hiç yazamam. Son zamanlarda havamda olmadığımdan, işlerim yoğun, dikkatim biraz dağınık olduğundan ve yazı yazmaya çok fazla odaklanamadığımdan olsa gerek, canım yazı yazmak istemiyor. Durum böyle olunca ben de yazma konusunda kendimi çok fazla zorlamak istemiyor ve eski yazılarımı yardımıma çağırıyorum. Bu hafta da öyle yapıyor ve 24 Ağustos 2016 tarihinde yazdığım ‘Duygusal Eğitim’ başlıklı yazımı biraz güncelleyerek sizinle paylaşmak istiyorum.

Yazının orijinalinde de ifade ettiğim üzere, son zamanlarda edindiğim en iyi alışkanlıklarımdan birisi daha önce okuduğum kitapları yeniden okumak oldu. Geçen yıllar içinde kazanılan deneyimlerden olsa gerek, bu yeni okumalar, ilk okumalarımdan daha çok keyif veriyor, çok da yeni şeyler öğretiyor bana.

Bu yeni okumalar sayesinde, daha önce çıkaramadığım dersleri çıkarıyor, anlamlaştıramadığım şeyleri anlamlaştırıyor, yapamadığım yorumları yapıyor, göremediğim ufukları, ışıkları görüyor, yaşamadığım heyecanları yaşıyor, farkına varmadığım duyarlılıklarımın farkına varıyor, yeni, çok yeni duygular hissediyorum.

Daha önce okuduğum kitapları tekrar okudukça, Tanpınar’ın yukarıda yer verdiğim dizelerini ve o dizelerin de içinde yer aldığı ‘Zaman Kırıntıları’ adlı şiirinde yer alan ‘ben zamanı gördüm / içimde ve dışımda sessizce çalışıyordu /…/ neye yarar hatırlamak / neye yarar bu cılız ışıklı bahçelerde / hatırlamak geçmiş şeyleri / bu beyhude akşam bahçesinde / kapanırken üstümüze böyle / zaman çemberi…’ sözlerinin anlamını ve değerini çok daha iyi kavrıyorum.

Neyi veya neleri mi anlıyorum? İçimde ve dışımda sessizce çalışan zamanın değerini, hayatın dokusu olan o değeri, kimi şeyler, kimi işler ve kimi kişiler için boşuna harcamış olmamın tarifsiz hüznünü çok daha iyi görüyor ve kavrıyorum. Peki, ‘neye yarar hatırlamak, / neye yarar bu cılız ışıklı bahçelerde / hatırlamak geçmiş şeyleri?’ Tanpınar soruyor ve cevabını da kendisi veriyor: ‘Biz ayın çıplak arsasında / Savrulan zaman kırıntıları / Nerden bilelim bunları!’ Evet, nereden bilelim biz bunları? ‘… Baksak aynalara / Tanır mıyız kendimizi / Tanır mıyız bu kaskatı / Bu zalim inkarın arasından / Sevdiklerimizi…

Bu duyguları ve soruları arkamızda bırakalım ve kitaba dönelim. Son zamanlarda yeniden okuduğum kitapların içinde, beni en çok etkileyeni, ilk okuduğumda da beni fazlasıyla etkilemiş olan Gustave Flaubert’tin ‘Duygusal Eğitim’ isimli romanı oldu.

Biz Gustave Flaubert’i, daha çok kadın erkek ilişkileri, evlilik, cinsellik, zenginlik gibi kurum ve kavramlar üzerine düşünen, 19. yüzyıl Fransa’sının ahlak anlayışını ve burjuva değerlerini eleştiren, o yüzyıla egemen olan din ve ahlak anlayışını sorgulayan, müstehcen olduğu iddiasıyla Fransa’da bir süre yasaklanan ve bir yerinde ‘sevdiklerimizi çekiştirmeye başladık mı onlardan kopmaya başladık demektir…’ diye yazan ‘Madam Bovary’ isimli romanıyla tanırız. ‘Duygusal Eğitim’ isimli romanını ise çok fazla bilmeyiz. Oysa Flaubert’in bu romanı, en az Madam Bovary’i kadar, hatta ondan çok daha fazla etkileyici, sürükleyici, eğitici ve öğreticidir.

Romanın bir diğer önemli özelliği ise, çoğumuzun ve özellikle Türkiye bağlamında 68 kuşağının, ondan daha yakın zamandaki ve hatta günümüzdeki organik aydınların hayatının yanısıra, çoğumuzun hayatından renkler, sesler, izler ve dersler taşımasıdır.

Flaubert’in ‘Bir Delikanlının Hikayesi’ olarak takdim ettiği ‘Duygusal Eğitim’ isimli romanı, bir delikanlının hikayesinden daha çok, romanın kahramanları olan Frédéric Moreau ve Charles Delauriers’in kişiliklerinde, 19.yüzyıl entelektüellerinin yarattığı hayal kırıklığının ve uğradıkları başarısızlığın hikayesidir.

Diğer romanlarında olduğu gibi bu romanında da, romantik esintilere yer vermekle birlikte, aslında tam bir gerçekçi olan Flaubert, bir yönüyle kendi hayat hikayesinden de esinlenerek yazdığı ‘Duygusal Eğitim’ isimli romanında, hakikat olgusundan ve duygusundan hareketle entelektüellere yöneltilebilecek belki de en ağır, en katı, en acımasız eleştirileri yapar.

Romanda yaşananlar daha çok, İngiliz tarihçi Lewis Namier’in ‘entelektüellerin devrimi’ olarak nitelediği 1848-1851 yılları arasında sahne alan Paris Ayaklanmasında geçer. Karl Marks’ın ‘umutsuzluğun ayaklanması’ olarak tanımladığı Paris Ayaklanması, siyasi tarihin tanıklık ettiği en büyük, en dramatik işçi başkaldırılarından birisidir.

Marks, Napoleon Bonaparte’ın yeğeni olan Louis Bonaparte’ın imparatorluğa giden yolun taşlarını nasıl döşediğini anlattığı Louis Bonaparte’ın 18. Brumaire’i isimli kitabında, sadece Louis Bonaparte’ın iktidara gelişini, bunun nedenlerini ve doğurduğu sonuçları anlatmaz, bu ayaklanmanın işçi sınıfının yenilgisiyle sonuçlanmasının nedenlerini de analiz eder. Marks’a göre işçi sınıfının bu yenilgisinin nedeni, küçük burjuva demokratlarının iradeden, iktidar perspektifinden, öngörüden yoksun bulunan ve siyasal miyopluktan ibaret olan sığ politikalara inanması, deneyimsizliğinden dolayı kendi siyasal birliğini ve sınıf bağımsızlığını oluşturamamasıdır.

Siyasi tarihin bu umutsuz ve unutulmaz ayaklanmasının yaşandığı Paris, o günlerde de, Attila İlhan’ın sevgilisine ‘Paris’in göklerinden uzanıp bir yıldız kopardım / Kırmızı bir karanfilmiş gibi yıldızı saçlarına taktım’ dediği Paris’tir. ‘Biraz Paris’tir yani. Şimdi olduğundan daha çok siyasetin merkezi, şimdi olduğu kadar, belki daha fazla bohem hayatın ve aşkın kentidir.

Edebiyat eleştirmeni, Flaubert uzmanı Pierre Lepape’ye göre, sadece edebiyat değil, aşk da Flaubert ile birlikte yön ve içerik değiştirmiştir. Flaubert’e kadar pedagojik öğeler ve  değerler içeren, özellikle genç okuyucularına “bu hissettiğiniz karışıklık ‘aşk’, ve işte sonuçları…” diyen, her aşk romanını bir deneyim, öteki ile ilişki üzerine kurulu olan pedagojik bir eğitim olarak sunan anlayış, Flaubert’in ‘Duygusal Eğitim’ isimli romanıyla sona ermiş, onun yerini hayata, hayatın gerçeklerine ve deneyimlerine daha uygun düşen bir anlayış almıştır. Bu anlayış, aşk romanı ya da aşkın romanını yazmak değil, aşka dair roman yazmaktır.

Duygusal Eğitim’ isimli romanında Flaubert de bunu yapmış, bir aşk romanı değil, genç bir hukuk öğrencisi olan romanın kahramanı Frédéric Moreau’nun, kendinden yaşça büyük bir kadına ömür boyu süren aşkına dair bir roman yazmıştır. Böyle yaparak aşkın en büyük paradigması olan ‘seni seviyorum, onu seviyorum, onu seviyordum’ kalıplarından oluşan sözcüklerin içini boşaltmış, bu sözcükleri sloganlaştırarak anlamsızlaştırmıştır.

O nedenle ‘Duygusal Eğitim’ bir aşk romanı değil, aşka dair, romanın kahramanı Frédéric Moreau’nun aşkına dair bir romandır. Ama bundan daha çok, yola çıktıklarında hayalleri olan, toplumun refahını, insanların mutlu olacakları bir toplumun gerçekleşmesini hedefleyen, bu hedefleri gerçekleştirebilmek için hukukçu olmayı, tarihçi, siyasetçi olmayı, filozof olmayı, sosyolog olmayı kariyer hedefi olarak seçen iki genç insanın, Frédéric Moreau’nun ve Charles Delauriers’in, onların şahsında entelektüellerin uğradıkları başarısızlığın hikayesini anlatan bir romandır.

Peki, başarı nedir? Rahmetli Çetin Altan’ın özlü tanımıyla ‘Başarı, yalan söylemek zorunda kalmadan yaşayabilmek, yaşadıklarını içine yalan katmadan anlatabilmektir.’ Bir bakın bakalım, böyle olan ve yapan kaç kişi vardır çevrenizde?

Başarı dedik, oradan devam edelim önce. Başarıya ulaşmak neyi veya neleri yapmayı ve yapmamayı gerektirir? Başarıya giden yol her şeyden önce hayal etmekle başlar, risk almakla, pes etmemekle, vazgeçmemekle devam eder. Başarı denilen şey, başarılı olmayı deneyen ama başarılı olamayan kişinin, bir daha, olmadı bir daha denemesiyle gelir. Yani kişinin ‘hep denedin, hep yenildin, bir daha dene, bir daha yenil, daha büyük yenil’ diyen Samuel Beckett’in öğüdünü dinlemesiyle gelir. Hayal, umut ve inanç, insanın hayata tutunmasını, başarıya odaklanmasını tetikleyen ve sağlayan, hayattaki imkanları yaratan, hayatı anlamlı kılan dürtülerdir. Esasen hayat dediğimiz şey de, hayallerin, umutların, inançların, bunlar için verilen uğraşların, bu uğraşların gerçekleşmesi için çıkılan yolculukta kat edilen mesafelerin toplamıdır. Hayat yolculuğunda kendisine eşlik eden hayalleri, umutları, inançları olmayan, bunlar için mücadele vermeyen insanın, ayakta ve hayatta kalamaması, kalsa da kişilik olarak, kariyer olarak değerini ve inandırıcılığını yitirdiği için pozisyonunun hakkını ve dahi hayatının herhangi bir aşamasında kendisiyle hesaplaşmaya oturduğunda, yaptıklarının, yapamadıklarının hesabını kendisine ve hayata verememesi ondandır.

Onun için Noam Chomsky; ‘…İnsana, mesleğe ve topluma özgü sorunlarda önemli olan işin eylemsel yönüdür. Tasarımlar, eylemli olarak yapıp ettiklerimizin dürtüsü olan tasavvuru, tasavvur ise görgü, bilgi ve deneyim sahibi bir insanın içerisinde yaşayabileceği bir geleceği hayal etmeyi kapsar. Hedefler, tasarım, bilgi, fikir ve deneyim rehberliğinde belirlediğimiz seçimler ve tercihlerdir. Tasarımlarımız uzak ve bir kısmı henüz belirsiz de olsa, biz istersek eğer, hedefler çoğu zaman ulaşılabilir uzaklıktadır.’ diye yazar.

İnsanın hayalleri sona erdiğinde yenileceğini bilen Yahya Kemal’in: ‘Dünya biter o yerde ki, mağlup olur hayal / Temdid-i ömre kudreti kalmaz tahayyülün’ demesi ondandır.

Dönelim romana. Romanın ilk bölümünde, hayallerini gerçekleştirmek için yola çıkan iki gençten Frédéric Moreau’nun hayalleri anlatılır. Romanın ikinci bölümü hayallerin gerçekleşmeye başladığı, aşkların yaşandığı, hayatın farklı tatlarının ve renklerinin farkına varıldığı, arzuların ve hedeflerin giderek biçim değiştirmeye başladığı süreci ve bu süreçte yaşananları anlatır. Son bölümde, yolun başında duyulan heyecanın kalmaması, hayal edilenlerin bitmesi, arzu duyulan şeylerin tüketilmesi hikaye edilir. Bu bölüm aslında Frédéric Moreau ve Charles Delauriers’in hayatla, kendi hayatlarıyla, kendileriyle hesaplaşmalarının bir hikayesidir.

Flaubert’e göre, başarılı olmayı hedefleyerek yola çıkan, yola çıkarken hedefleri ve hedeflerinin gerçekleşeceği konusunda son derece iddialı ve umutlu olan bu iki gençten ‘entelektüel hırsları tükenen’ Moreau, ‘yıllar geçtikçe zihninin aylaklığına ve yüreğinin ataletine teslim olmuştur.’ O nedenle Flaubert, ellili yaşlara ulaşan Moreau’yu şöyle anlatır: ‘Yolculuğa çıktı. Gemilerin hüznünü tattı, sabahın ayazında çadırlarda uyandı, görünümlerin ve yıkıntıların göz alıcılığını, yarım kalmış arkadaşlıkların acısını duydu. Sonra döndü. Sosyete hayatına daldı ve başka aşkları oldu. Ama ilkinin o tükenmez anısı bunları tatsız kılıyordu; üstelik tutkunun şiddeti, hatta duyarlılığın çiçeği de yitip gitmekteydi. Entelektüel tutkularında da bir azalma olmuştu. Yıllar geçip gidiyordu; kafasının tembelliğine, yüreğinin uyuşukluğuna alışmıştı…

Delauriers ise iktidara ulaşmak için çıktığı yolculukta kendisini siyaseten var edememiş ise de, kişisel kariyeri itibariyle ve sırasıyla ‘Cezayir’deki koloninin yöneticisi, bir paşanın sekreteri, bir gazetenin ve reklam ajansının müdürü oldu; ..şu anda da bir sanayi şirketinde müşavir avukat olarak çalışmaktadır.’ Yani iktidar olamamış ama düzenin, ama iktidarın adamı olmuş, kendisini siyaseten böyle var etmiştir.

Son bölümde Flaubert sözlerine; ‘İkisi de aşkı bulamamıştı, ne aşk için çırpınan Frédéric, ne de iktidar tutkusuyla yanıp tutuşan Delauriers. Sebebi neydi acaba?’ diye başlar ve hemen ardından Frédéric Moreau ve Charles Delauriers’i konuşturur. Her iki adam da hayatlarına, geçmişte yaşadıklarına şöyle bir bakarlar ve birbirlerine şunları söyleyerek bir anlamda özeleştiri yaparlar: ‘Belki de dümdüz bir çizgi çekemediğimiz için, dedi Frédéric. Delauriers, senin için böyle olabilir. Bense, tersine, ikinci derecede önem taşıyan binlerce şeyi hesaba katmadan, aşırı bir doğrulukla hareket ettim. Ben fazla mantıklıydım, sense fazla duygulu.

Flaubert her iki adamın bu konuşmalarını ‘Sonra alın yazılarını, koşulları, yaşadıkları çağı suçladılar’ diyerek noktalar.

Peki, başarısızlıktan suçlu ve sorumlu olan Frédéric Moreau ve Charles Delauriers midir, yoksa gerçekten her ikisinin de suçladığı yaşadıkları çağ mıdır?

Flaubert’e göre 1848’in başarısızlıkları kendi kuşağının başarısızlıklarıdır. Yani başarısızlıktan sorumlu olan Frédéric Moreau ve Charles Delauriers’dir. Edebiyat hocası ve eleştirmeni, sağlığında Filistinlilerin Amerika Birleşik Devletleri ve Batı başta olmak üzere tüm dünyadaki en önemli sözcüsü ve savunucusu olan Edward Said, BBC’nin düzenlediği Reith Konferanslarında yaptığı konuşmalarından derlediği ‘Entelektüel/Sürgün, Marjinal, Yabancı’ isimli sıra dışı kitabında, bu başarısızlığı şöyle değerlendirir: ‘Moreau ve Delauriers’in kaderleri, hem iradelerini belli bir noktaya yönlendirememelerinin sonucu olarak, hem de insanın zihnini çelen sonsuz sayıda şey, baş döndürücü hazlar içeren modern topluma ödenen bir bedel olarak betimlenir. Bu toplum; gazeteciliğin, reklamcılığın doğuşuna sahne olan, insanların bir günde ünlü olabildikleri, tüm düşüncelerin pazarlanabilir, tüm değerlerin değiştirilebilir hale geldiği, tüm mesleklerin kolay para kazanma ve çabucak başarılı olma arayışına indirgendiği sürekli bir dolaşım alanına dönüşmüş bir toplumdur. Bu yüzden romanın en önemli sahneleri simgesel bir biçimde at yarışları, kafe ve genelevlerde düzenlenen danslar, ayaklanmalar, geçit törenleri ve gösterilerde geçer; Moreau buralarda durmaksızın sevgiyi ve entelektüel doyumu bulmaya çalışır, ama araya hep başka, başka şeyler girer…

Frédéric Moreau ve Charles Delauriers’in hayatları, Edward Said’in bu hayatlara dair değerlendirmesi, günümüz Türkiye’sindeki hayatlara, benim, senin, onun hayatına, yaptıklarına ve yapamadıklarına ne kadar da çok benziyor!

Yola büyük hedeflerle, iddialarla çıkan ama çıktıkları bu yolda ‘entelektüel hırsları tükenenlere, yıllar geçtikçe zihinlerinin aylaklığına ve yüreklerinin ataletine teslim olanlara’, kişiliklerinin merkezinde esasen var olan oportünizme kendilerini teslim edenlere, oraya buraya yalpalayıp duvara toslayanlara ve nihayet iktidar yalaması olanlara yani.

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın betimlemesiyle; ‘Gidip de gelmeyenler(e), / Beyhude bekleyenler(e)! / …ayın çıplak arsasında / Savrulan zaman kırıntıları(na)’ yani. Oğuz Atay’ın ironik deyişiyle: ‘Çok yükseğe çıkamam; bende yükseklik korkusu var. Kimseyi yarı yolda bırakamam; bende alçaklık korkusu var’ demeden ve hak etmeden yükseklere çıkanlara, sonra alçaklara inenlere ve hatta alçaklarda sürünenlere yani.

Şimdilerde okuduğum Frank Furedi’nin ‘Nereye Gitti Bu Entelektüeller’ isimli olağanüstü çalışmasında Schopenhauer’a da yollamada bulunarak anlattığı ‘philistinizme’, yani ‘entelektüel harekete geçiriciliğin kalmadığı, duyu organları ile algılanan dünyanın sınırları içerisine sıkışıp kalmanın verdiği bunalmanın, kaçınılmaz olarak içeriksizleşme ve maddileşmeyle son bulduğu bir kültürel yaşantıyı ve bu yaşantıya mahkum insanların zihinsel hallerini ifade etmesine.

Ya da kısaca sağlam ve sağlıklı bir kültürel temelden yoksun olan, ilgisi tamamen maddiyata, çıkara ve pozisyona bağlı bulunan, sıradan ama fazlasıyla hırslı ve ihtiraslı kişi ve kişilere, kifayetsiz muhterislere yani.

Gustave Flaubert, George Sand’e yazdığı mektubunda ‘Duygusal Eğitimi, çocuklar gibi oyalanmak için ya da hırslı tipler gibi bir şeyler öğrenmek için okuma; yaşamak için oku’ diyor.

Ama ben Flaubert’in tavsiyesine tam olarak uymadım ve Duygusal Eğitim’i oyalanmak için değil, bir şeyler öğrenmek, bir şeyleri yaşamak için okudum. Ve okurken hem kendime, kendi hayatıma dair, hem de başkalarının hayatına, hayatı yalan yaşayanların hayatlarına dair çok şey öğrendim, çok da şey yaşadım.

Onun için de bu olağanüstü güzel romana dair öğrendiğim ve yaşadığım şeyleri sizinle paylaştım. Okumanızı size de tavsiye ederim, hem de hararetle tavsiye ederim!