London School of Economics’in dekanlığını da yapan çağımızın yaşayan önemli siyaset ve toplum bilimcilerinden Anthony Giddens, BBC Reith Konferansları kapsamında yaptığı konuşmalardan derlediği ve adını “Runaway World” olarak koyduğu Türkçeye “Elimizden Kaçıp Giden Dünya” adıyla çevrilen küçük ama önemli kitabına, Başpiskopos Wulfstan’ın 1014 yılında York’ta verdiği vaizde ifade ettiği ‘Dünyanın acelesi var ve sonuna yaklaşıyor’ tümcesi ile başlar ve sonra şunları söyleyerek devam eder: “Aynı duyguların bugün de ifade edildiğini düşünmek hiçbirimiz için çok zor olmasa gerek. Her dönemin umutları ve kaygıları önceki çağların bir kopyası değil midir? Yirminci yüzyılın sonunda içinde yaşadığımız dünya, önceki çağlardan gerçekten farklı bir dünya mıdır? Evet, öyledir. Şu anda köklü bir tarihsel değişim döneminden geçtiğimize inanmamızı sağlayacak geçerli ve nesnel nedenler vardır. Dahası, bizi etkileyen değişiklikler, yeryüzünün herhangi bir bölgesiyle sınırlı olmayıp, hemen her yeri kapsamaktadır. Çağımız, kökenleri on yedinci ve on sekizinci yüzyıl Avrupa’sına uzanan bilim, teknoloji ve akılcı düşüncenin etkisiyle gelişmiş, Batı’nın sanayi kültürünü ise, dinin ve dogmanın etkisine karşı çıkan ve bunların yerine pratik yaşamda daha akla dayalı bir yaklaşımı egemen kılmayı arzu eden düşünürlerin sürüklediği Aydınlanma düşüncesi şekillendirmiştir. Aydınlanma düşüncesine çok şey borçlu olan Karl Marx bu meseleyi çok basit bir şekilde ortaya koymuştur. Ona göre tarih yazmak için tarihi anlamak zorundaydık. Marx ve Marksizm bu bakışın yol göstericiliğinde yirminci yüzyılı derinden etkilemiştir. Bu görüşe göre, bilim ve teknolojinin daha fazla gelişmesiyle dünya daha istikrarlı ve düzenli bir hale gelmek durumundadır. Bu fikri Marx’a karşı olan birçok düşünür bile kabul etmiştir… Ne var ki, bugün kendimizi içinde bulduğumuz dünya, pek bu düşünürlerin öngördükleri gibi görünmediği gibi öyle bir duygu da vermiyor. Aksine, giderek daha fazla denetimimizden çıkıyor ve sanki elimizden kaçıp giden bir dünyaya dönüşüyor. Dahası, bilim ve teknolojinin ilerlemesi dahil olmak üzere, yaşamı bizim açımızdan daha belirli ve öngörülebilir kıldığı sanılan etkilerin bir kısmının, genellikle bu varsayımın tam zıttı bir etki yaptığı anlaşılıyor. Sözgelimi, yeryüzünün ikliminin değişmesi ve bunun getirdiği riskler, herhalde bizim doğaya yaptıklarımızın sonucudur. Doğal fenomenler değildir… Başta küresel ısınma olmak üzere, bizden önceki tarihte hiç kimsenin karşılaşmadığı riskli koşullarla yüz yüzeyiz. Nerede yaşıyor olursak olalım ve ister ayrıcalıklı, isterse muhtaç konumda bulunalım, yeni risk ve belirsizliklerin birçoğu istisnasız hepimizi etkilemektedir. Bu sorunlar küreselleşmeyle yakından ilintilidir. Bilim ve teknoloji küreselleşmiştir.

Elimizden kaçıp giden dünya, Giddens’in ifadesiyle, yeniden yaşama dönmek için kendisine yeni bir beden arayan ruh gibi, kendisine yeni bir beden arayan dünyadır. Yani yeni bir dünyadır bu. Başımıza bela olan, ama eğer değerlendirebilirsek bize bir o kadar da yeni olanaklar, yeni fırsatlar sunan küreselleşmenin ruhudur bu. Sanırım, böyle bir noktadayız.

Oysa geçmişte her şey ne kadar güzel gidiyordu. Her şey eskiden ne kadar basitti. Örneğin geçmişte, özellikle Marksist gelenekte her şeyi açıklamak, değişimi açıklamak, devrimi açıklamak ne kadar kolaydı. Öyle ki, yüzyıl önce tarih, genelde engelsiz bir ilerleme olarak görülürdü. Değişim ve devrim; kestirebilme, kesinlik ve ilerleme ile birlikte akla gelirdi. Dünyanın dönüşümü, araçlar ve amaçlar bilinebilir, kavranabilir, açıklanabilirdi. Geride bıraktığımız yüzyılın bize kazandırdığı deneyimlerinin ardından artık hangi aracın, hangi sonuca yol açacağından ya da bugünün çözümünün yarının sorunu olup olmayacağından emin olmak artık o kadar kolay değil. Zira değişim artık düz bir çizgide ilerlemiyor, zigzaglar çiziyor, bazen ileri, bazen de geri gidiyor ve bizi her daim şaşırtıyor. Kestirilemez nitelikteki bu değişim; kültürden iklime, soluduğumuz havaya, öğrendiğimiz becerilere kadar hemen her şey hakkında yaygın bir belirsizliği de beraberinde getiriyor.

O halde, bulunduğumuz bu noktada yaşanan sıkıntıları aşabilmemiz ve başarılı olabilmemiz için Türkiye olarak neye gereksinmemiz var ve ne yapmamız gerekiyor?

Giddens’tan hem ödünç, hem de ilham alarak söyleyeyim; Siyasette olsun, diğer başka alanlarda olsun, başarılı olmak için enerjiye gereksinmemiz vardır. Sadece düşmanları yenmek için değil, kendimizi de durgunluktan kurtarmaya, hareket eder hale getirmeye yetecek kadar enerjiye gereksinmemiz vardır.

Bizi geleceğe taşıyacak olan zamanımızın yeni enerjilerinin en başında artık küresel bir değer olan, küreselleşmenin getirdiği iyiliklerden ve fırsatlardan en önemlisi olan, her türlü sivil ve siyasi özgürlüğü de doğal olarak içinde barındıran demokrasi geliyor. Bütün gelişmişliğine ve mesafe almışlığına rağmen, tarihsel açıdan daha çocukluk dönemini yaşayan demokrasi, her türlü siyasi tahayyül için, içinde bulunduğu bunalımdan çıkmaya ve kendisine bir çıkış yolu bulmaya çalışan her insan ve toplum için tam bir potansiyel olarak duruyor.

Demokrasiyle de ilişkisi olan ikinci yeni enerji kaynağı, insani sermaye çağının başlamış olmasıdır. Tüccarlıktan endüstriyel sermayeye ve daha yakın bir dönemde finans sermayesine geçiş, şimdi artık beceri, yetenek ve yaratıcılık yönünde gelişen bir başka çağcıl geçişin, yani insani sermayenin eşiğine dayanmıştır.

Kapitalist örgütlenmenin tam merkezinde ortaya çıkan ve fakat işbirliği anlayışı, demokratikleşmiş işyerleri ve üreticinin kendi işi üzerinde denetim hakkı gibi yeni fikirlerle etkileşim içine giren insani sermaye, demokrasiyi ekonomik yaşama taşıma konusunda bize hem yeni olanaklar sunuyor, hem de siyasetin daha henüz tamamlayamadığı işlerinin tamamlanması için siyasilere ve bize yeni fırsatlar tanıyor.

İnsani sermayenin temeli, toplumdaki en önemli hammadde olan, toplumdan gelen ve yine topluma giden insandır. İyi yetişmiş insan gücüne sahip olmaktır. Bu ise ancak insana, bu amaçla eğitime yatırım yapmakla mümkündür.    

Üçüncü enerji kaynağı üretimdir. Üretim hem istihdamın ilacı, hem de yoksulluğun, enflasyonun panzehirdir. Üretim faizin, yüksek faizin düşmanıdır. Yani faiz sebep, enflasyon sonuç değildir. Üretimsizlik neden, sonuç enflasyondur. Zira bir ülkede yeteri kadar mal ve hizmet üretimi yoksa bunun getirisi enflasyondur, yoksulluktur, yine bir ülkede yeteri kadar fikir üretimi yoksa bunun getirisi de entelektüel fukaralıktır.        

Dördüncü enerji, yine küresel bir değer olan, küreselleşmenin yaygınlaştırdığı iyiliklerden olan, Jack Donnely’nin özgün nitelemesi ile modern toplumun standart tehditlerine karşı kişi onurunu korumak için insan zekâsının bugüne kadar geliştirdiği en iyi ve en yetkin siyasal araç olan insan haklarıdır. İnsan haklarının topluma ve devlete karşı ahlaki önceliği ve üstünlüğü vardır ve bunlar, aşırılığa kaçması halinde onları devlete karşı kullanabilen bireylerin sahiplik ve denetimindedir. Bu, bütün bireylerin yalnızca eşit olduklarını değil, aynı zamanda özerk olduklarını – devletin veya yöneticilerin çıkarlarından farklı çıkar ve amaçlara ve bunları gerçekleştirme hakkına sahip bulunduklarını – ifade eder.

Beşinci enerji kaynağı, devletlerin, kamusal organların, hükümet dışı kuruluşların, sivil toplum kuruluşlarının ve ulus aşırı örgütlerin; hukuka aidiyet bilincinin yerleşmesiyle, insan haklarının korunmasıyla, demokrasinin yaygınlaşması ve kurumsallaşmasıyla ilgili sorumluluklarını genişletmeleri yönündeki taleplerin ve çabaların yaygınlaşmış olmasıdır.

Esasen bugün gelinen noktada, adalet de, bireyin meşru savunma hakkının kolektif organizasyonu olan hukuk da statükoya bağlı olmaktan, yerel olmaktan çıkmış, ulusal çerçevenin dışına taşmış, yani küreselleşmiş ve şimdiden sonra yaratılacak geleceğe bağlanmıştır.

Peki, birey olarak, toplum olarak, devlet olarak biz bir neredeyiz? Ne yazık ki, bütün bunların, bütün bunları anlamanın ve uygulamanın çok ama çok uzağındayız. Güne dair meselelerle ilgiliyiz, boş beleş işlerle meşgulüz, birbirimizle itiş kakış halindeyiz ve sadece havanda su dövüyoruz.

O nedenle, elimizden kaçıp gitmekte olan bir Türkiye ile karşı karşıyayız. Unutmayalım! Eğer bu Türkiye elimizden kaçıp giderse, hiçbirimiz için yeni bir Türkiye yoktur. O halde, zaman, uyanmanın, aklımızı başımıza almanın zamanıdır. Değil ise bizi bu dünyadan indirirler!