Ergenekon davasında dün karar günüydü. İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi 5 yıl süren sancılı bir yargılama sürecinde hükmünü verdi. 66 tutuklu 275 sanığın yargılandığı davada 21 Sanık hakkında beraat kararı verilirken 9 sanığa ağırlaştırılmış müebbet, 10 sanığa müebbet hapis,  diğer sanıklara da 7 yıldan başlayan ağır hapis cezaları verildi. Hükümle birlikte 17 tutuklu sanık tahliye edilirken 13 sanık hakkında tutuklama ve yakalama kararı çıkarıldı.

Detaylarını yan sütunlarda okuyacağınız kararın ceza alan sanıkları ve yakınlarını üzdüğü bir gerçek. Bu anlamda duygusal tepkileri normal karşılamak gerekir. Durduk yerde bir kısım insanların hapis yatmasını talep etmek doğru değil, ancak hukuk ve adalet talep etmek bütün vatandaşların en tabii hakları.
Anlaşılabilen duygusal tepkileri bir tarafa bırakırsak, karar üzerine verilen tepkileri hukuk penceresinden şöyle değerlendirebiliriz.

Meşruiyet sorunu

Ana muhalefet ve paraleli değerlendirmeler kararı ve kararı veren mahkemeyi “gayrı meşru” ilan ettiler.
Bu yaklaşımın ciddiye alınabilmesi ve itibar edilmesi için “meşru” dayanaklarının da beraberinde açıklanması gerekirdi.
Mahkeme meşruiyetini Anayasa ve kanunlardan alıyor. Tabii hakim ilkesine uygun görevini ifa eden bir mahkeme. Ergenekon sanıklarını yargılamak için özel kurulmuş, hakimleri özel olarak atanmış değil. Bu hususu en başta önemli. Darbe dönemlerinde emirle teşekkül ettirilen mahkemeleri gayrı meşru görmeyenlerin 13. Ağır Ceza Mahkemesini gayrı meşru ilan etmeleri, demokrasi ve evrensel hukuk ilkeleri açısından haklı ve tutarlı bir gerekçeye dayanmıyor.

Aleniyet sorunu

Ergenekon duruşmalarının aleni olarak herkese açık yapıldığında bir kuşku yok. Diğer yargılamalarda tutanaklar mahkeme başkanları tarafından dikte ettirilerek tutanaklara geçirilirken, bu davada sesli ve görüntülü kayıt sisteminin kullanıldığı, tutanakların da bu kayıtlara göre yazıldığı ve yargısal denetime elverişli olduğu takip edenler tarafından biliniyor.

Kararın açıklandığı dünkü duruşması öncesi İstanbul Valiliğinin alınan tedbirleri açıklarken, mahkemenin talimatı gereği seyirci alınmayacağını açıklaması üzerine haksız tepkiler verildi. Yargının işine Valiliğin karışmasının yargı bağımsızlığına müdahale olduğundan kararın halktan gizli verildiğine kadar varan değerlendirmelerin sağlıklı olmadığı doğru bilgiye dayanmadığı anlaşıldı. “Vali işine baksın” açıklama gerekiyorsa başsavcılık yapar değerlendirmesi de doğru değildi.

Zira gelen istihbarata dayalı olarak mahkeme seyirci alınmayacağına karar vermiş, gerekli önlemlerin alınmasını idari makamlardan istemişti. Yani seyirci alınmaması kararı İstanbul Valisi’nin değil mahkemenin kararıydı bu bir. İkincisi mahkemenin kararını uygulamak yargı görevi ifa eden savcılığın değil Mülki idarenin göreviydi. Bu açıklamayı yapmayan ve tedbir almayan idari makamlar görevini yapmamış olurdu.
Üçüncüsü, sanıkların, taraf avukatlarının, medya mensuplarının huzurunda, yerel ve uluslararası medyanın naklen yayınladıkları karar açıklama duruşmasında aleniyet olmadığını iddia etmek abesle iştigaldi.

Usul hataları sorunu

Yargılamada usul hataları olduğu, sanıkların savunmalarının kısıtlandığı, savunmanın istediği bilirkişi incelemeleri ve delil değerlendirmeleri yapılmadığı iddiaları, temyiz aşamasında yargısal denetime tabi hususlar. Yargıtay bu konularda nihai kararını verecek. İddialar hangi sanıklar açısından doğrulanırsa belki de bozma kararı verilebilecek. Usul ve kanuna aykırılık varsa görmezden gelinemez. Yargılama hem usule uygun olmalı hem de verilen mahkumiyetler şüpheden uzak kesin ve inandırıcı delillere dayanmalıdır. Bizim gözlemimiz hazır edilen tanığın davaya bir katkısı olmayacağı gerekçesiyle dinlenmemesi yönündeki ara kararı hariç genel anlamda soruşturma ve kovuşturmanın usul ve kanuna uygun yapıldığıdır. Aykırılık varsa Yargıtay aşamasında değerlendirilecektir. Adil yargılamada ilk derece mahkeme kararlarının kesin olmaması, temyiz incelemesine tabi olmasının sebebi de varsa bu hataların giderilmesidir.

Cezaların fazlalığı

Balyoz davasıyla kıyaslandığında sanıklara verilen cezaların fazlalığı ve farklılığı ortadadır. Davalara dayanak teşkil eden iddianameler incelendiğinde, her iki dava arasında benzerlikler yanında farklılıkların olduğu görülecektir. Balyoz’da sadece darbe teşebbüsü suçlaması varken, sanık sayısı daha az olan Ergenekon davasında, terör örgütü kurma yönetmek, üye olmak, örgütün amaçları doğrultusunda eylemlerde bulunmak, izinsiz silah ve mühimmat bulundurmak, gizliliğin ihlali, örgütün amacı doğrultusunda öldürme, yaralama, bombalama vs. şeklinde devam eden suçlamalar vardır. Bu nedenle farklı cezaların çıkması, TCK’da yazılı farklı suçların işlendiğinin mahkemece kabulüne bağlıdır. Suçun sübutu kabul edildiği takdirde kanunun öngördüğü asgari ve azami sınırlar dışında bir ceza verilemeyeceği için cezaların fazlalığının nedenini mahkemenin uygulamasında değil yasal düzenlemede aramak gerekir.

Sonuç olarak, insan hakları, hukukun üstünlüğü, hukuk devleti ve demokrasi ortak paydasında uzlaşılarak barış içinde yaşamayı amaçlayanlar, vesayet altında bir yargı ve demokrasiyi kabullenmeyeceklerdir. Ergenekon kararı elbette eleştirilebilir ve yargısal denetimde bu iddialar dillendirilir. Ancak demokratik hukuk devletinin üç temel erkinden yargıyı gayrı meşru ilan etmekle, tutuklulara tutsak deyip ülkeyi savaş ortamında gibi kamplara ayırmakla bu ülkeye hizmet edilmeyeceği bilinmelidir.


(Bu köşe yazısı, sayın Reşat PETEK tarafından www.hukukihaber.net sitesinde yayınlanması için kaleme alınmıştır. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısının tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan köşe yazısının bir bölümü, aktif link verilerek kullanılabilir. Yazarı ve kaynağı gösterilmeden kısmen ya da tamamen yayınlanması şahsi haklara ve fikri haklara aykırılık teşkil eder.)