Sene 1984 veya 1985 yılıydı. Adli Tatil zamanıydı. Ofisimin telefonu çaldı. Açtım. Telefondaki ses “Ben Yargıtay 9.Ceza Dairesi Başkanı Aydın Saraçoğlu’yum” dedi ve sonra şunları söyledi: “Avukat Bey, ben nöbetçi Ceza Dairesi Başkanıyım. …Ceza Dairesi’nde tutuklu olan müvekkiliniz …’in bir dosyası var. Dosyayı bizzat inceledim ve raportöre de incelettirdim. Yerel mahkeme kararı yanlış. Müvekkiliniz haksız yere içeride yatıyor. Ancak incelemenin duruşmalı yapılmasını talep etmişsiniz. Eğer duruşma isteğinden vazgeçerseniz, dosyayı hemen ele alıp karara bağlayabiliriz. Duruşma isteğinden vazgeçmezseniz, dosyanızın incelenmesi Adli Tatil sonrasına kalır” dedi.

Gösterdiği duyarlılık için kendisine teşekkür ettim. Hemen ertesi gün Yargıtay’a gittim. Duruşma talebinden vazgeçtim. Dosya incelendi ve müvekkilim telgrafla tahliye edildi.

Eski Türkiye’de hakimler vardı yani. Kendinden emin, duyarlı, vicdanlı, adil hakimler vardı. Bu hakimlerin çok büyük bir kısmı Mecelle’nin 1792.maddesinde vasıfları: “Hâkim; hakîm, fehîm, müstakîm, emîn, mekîn ve metîn olmalıdır” şeklinde ifade edilen hakim gibi hakimlerdi.

Ne yazık ki onlar, beyaz atlarına bindiler ve gittiler.

Yeni Türkiye’de de hakimler var. Kuşkusuz içlerinde görevlerini hakkıyla yapan, kendinden emin, vicdanlı, duyarlı adil olanlar da var. Ama kendisinden emin olmayan, emin olmadığı için gölgesinden korkan, taraf avukatları ile konuşmaktan, onları dinlemekten imtina eden ve çoğu zaman avukatlara, hem duruşmalarda, hem de duruşma dışındaki ilişkilerinde nezaketsiz davranan, empati yapma yeteneğinden yoksun olan, talimatla karar veren, dosyasına hakim olmayan, duruşmalara hazırlıksız çıkan, duyarsız hakimler de var.

Herhalde bu şekilde hareket edenlere hakim dememek, bunları sıfatları hakim olan ama “hakîm, fehîm, müstakîm, emîn, mekîn ve metîn” olmayan hakimler olarak isimlendirmek gerekir.

Nereden mi aklıma geldi de yazdım bunları. Aslında bütün bunlar hep aklımdaydı. Ara sıra da olsa Adliyeye gittiğimde tanık olduğum, meslektaşlarımın anlattıklarıyla bilgi sahibi olduğum, yargı adına, adalet adına, ülkem adına üzüldüğüm olaylardı bunlar.

Ama dün görüşmek istediği bir hakim tarafından görüşme isteği nezaketsiz bir şekilde reddedilen bir meslektaşımın, üzülerek anlattığı yaşadığı bu olay üzerine, bunları yazmaya kendimi mecbur hissettiğim için yazdım bunları.

Bu değerli meslektaşımın üzüntüsünü paylaşmak amacıyla, bu yazının başında anlattığım rahmetli Aydın Saraçoğlu’nun davranışını anlattım kendisine ve sonra  Montesquie’nün, ‘Lettress Persanes’ isimli eserinin kahramanı olan hakimin, “Avukatlar bizim için canlı kitaplardır. Görevleri bizi, aydınlatmaktır.” deyişini naklettim.

Sonra Napolyon’a suikasttan sanık olan Moreau’nun avukatı Bonnet’in, yargılama aşamasında hakime “Ben, konvansiyona iki şey sunuyorum: Gerçeği ve kafamı. Birincisini dinledikten sonra, ikincisi hakkında dilediğiniz gibi karar verebilirsiniz.’ demesini anlattım.

Son bir söz. Onu da Cenap Şahabettin söylüyor: “Nezaket, ister iskarpin giysin, isterse çarık, bastığı yeri çamurlamaz.