Anayasamızda  da yer alan  devletin[1] unsurları arasında yer alan hukuk devleti ilkesinin tarihi oldukça eskilere dayanmaktadır. Hukuk devleti yönünü adalete çeviren bir düzeni öngörmektedir. Literatürde hukuk devleti kavramı, devletin hukuk kurallarıyla bağlı olmadığı “polis devleti”[2] kavramının karşıtı olarak kullanılmaktadır. Hukuk devleti ilkesi genel itibariyle kişilere hukuki güvenlik tesis etmeyi amaçlayan ve onların temel haklarını korumayı amaçlayan temel bir ilkedir. 1982 Anayasa’sının  başta 2. Maddesi  olmak üzere, adil yargılanma hakkını ve hak arama hürriyetini düzenleyen 36. maddesi  ve diğer bir çok önemli maddeleri  hukuk devleti ilkesiyle çevrelenmiştir. Bu konuda Anayasanın 36. maddesi  hususiyet arzeden bir düzenlemekle olmakla birlikte şu an güncelliğini koruyan bir hakkı da içerisinde barındırmaktadır; Savunma Hakkı.


Savunma hakkı Anayasanın 36. Maddesinde şöyle düzenlemiştir;


«Herkes, meşru bütün vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı merciileri önünde, davacı ve davalı olarak iddia ve savunma hakkına sahiptir.»

Savunma hakkı vazgeçilemez ve devredilemez nitelikte olan birinci kuşak hakların ve diğer hakların  haksız müdahaleye uğratılması  halinde varlığını önemle hissettiğimiz yegane bir haktır. Hak arama özgürlüğünün ve savunma hakkının tam olarak yerleşmediği ülkelerde diğer hakların muhafazası ve devamlılığı tehlike altına girer. Bu anlamda  savunma hakkının kutsal bir hak olduğu su götürmez bir gerçekliğe işaret etmektedir.

Savunma hakkının dayanağı, insanın esasen suçluluğu ispat edilene kadar insanların masum olduğu ilkesinin tezahürü olan masumiyet karinesidir. Savunma hakkını kullanmak isteyen kişi veya kişiler kendilerine  yöneltilen isnatlara karşı kendilerini hukuki yollarla ya bizzat ya da avukatla temsil etme hakkına başvururlar. Savunma hakkının etkili kullanılması, bir hukuki uyuşmazlığın çözümü açısından  oldukça önemlidir. Maddi gerçeğin ortaya çıkarılmasını amaçlayan Ceza Muhakemesi Hukuku da savunma hakkının hukuki sınırlar içerisinde kullanılmasını yargılamanın amacına ulaşmada merkez olarak görür. Yargılamanın sağlıklı  yürüyebilmesinde başrol oynayan savunma hakkı aynı zamanda hem bireysel hem de kamusal faydanın gerçekleşmesinde büyük rol oynar.


Avukatlık Kanunu 2. Maddesine göre; Avukatlığın amacı; hukuki münasabetlerin düzenlenmesini, her türlü hukuki mesele ve anlaşmazlıkların adalet ve hakkaniyete uygun olarak çözümlenmesini ve hukuk kurallarının tam olarak uygulanmasını her derecede yargı organları, hakemler, resmi ve özel kişi, kurul ve kurumlar nezdinde sağlamaktır.


Avukatlık mesleği serbest olarak icra edildiği kadar kamusal mahiyeti de yüksek olan bir meslektir. Savunma hakkı gereği temsil gücüne sahip olan bir avukatın mesleğini ifa ederken bağımsız olması  önemlidir. Avukatın tarafın bir temsilcisi olması onun bağımsızlığına gölge düşürmez. Nitekim müvekkilin haksız ve yolsuz işlerini reddetme hakkına sahip avukat sınırsız bir şekilde  müvekkile bağımlı değildir. Bağımsızlığın sınırı sadece kişiye göre değil bir topluma karşı ve hatta devlete karşı bağımsız olmasını da ihtiva eder. Böyle önemli bir görevi icra eden avukat, yargılamanın önemli ayağını oluşturur. Avukatın bağımsızlığı, görevi esnasında doğrudan veya dolaylı olarak  müdahale görmemesi  anlamına gelir. Bu müdahale  ve baskı yargılama makamını temsil eden hakimden gelebileceği gibi , yargılamanın diğer süjelerinden de gelebilir. Hukukun güvencesini sağlama işi bir kolektif çabayı gerektirir. Bu çabanın bir zinciri dahi eksik olması halinde hukukun gerçekleştiği varsayımı   şüpheli  görünüm alacaktır. Demokrasinin tüm ilkeleri hayata geçirilmiş olsa da savunma hakkının korunmadığı bir resim uzaktan eksikliğini farkettirmese de yakından naçar ve  noksan durur.


Mahkemeler hukukun adeta yaşamla buluştuğu ve oksijen soluduğu yerlerdir. Burada olaya bir uyuşmazlıkla kurulacak olan bir rabıta sadece gözlem olarak tanımlandırılamaz. Bu hakkaniyetsiz olur. Yargılamanın en önemli ve tek amacı, yargıç, savcı ve avukatlar ile birlikte hukuku yaşama geçirmektir. Hukukun yaşama geçirilme durumu yargılamanın monolog yahut diaolog şeklinde değil de aktif bir diyalektik süreci ile mümkün olur.Muhakemenin diyalektik  sürecinde taraflar eşit silahlarla hareket etmelidir. Eşitliğin sağlanamadığı bir ortam eşitsizlik içeren uygulamalara yol açacaktır. Hukuki bilgilerle donanmış bir iddia makamının silahları ile gerekli hukuki nosyondan yoksun sanığın eşit olduğu söylenemez. Bu eşitliği maksimize etmeye çalışan ve hukuki prosedürü işletecek olan ise  bağımsız savunmadır.


Bugün yargısal düzenlemeler ile  koruma altına alınan savunma hakkının tam manasıyla  inkişaf edemediği zamanları yaşamaktayız. Bu zaman, geniş bir zamana yayılan eylem hali yahut eylemsizliğin tam karşılık bulduğu bir zaman.

Eylemsizlik dendiğinde Kafka’nın Dava Romanı zihnime düşmektedir. Kafka, 1912 yılında yazmış olduğu Dava adlı eserinde;  bir sabah uyandığında tutuklu olduğunu öğrenen Joseph K.’nın, ne ile suçlu olduğunu bile bilmediği bir  dava sürecini, hukuk sistemini gözler önüne koyar.Joseph K. bu eserde kendini evrensel tutukluluk halinde hisseder. Joseph K. o an  tutuklanmamış, sadece her zaman tutuklu olduğunun farkına varmıştır. Joseph K. Kitaba göre hiçbir yasadışı  davranışta bulunmamış biridir. Nihayet bir sabah evine giren iki memur ona tutuklu olduğunu söylemiştir.Tutukluluk halinin gerekçesiyle ilgili olarak kendisine hiçbir bilgi verilmeyen  Joseph K.’nın durumu Franz Kafka’nın bir sözünü hatırlatır; “Kafesin biri bir kuş aramaya çıkmış”

Sokrates  tabiattan bir örnekle hukuk devletinin önemli bir tezahürü olan  savunmanın önemini ise şöyle  ortaya koymuştur.” Balık için su neyse, savunma için de özgürlük odur”;

Kafesler için kuş neyse

Deniz için de balık öyle midir?



------------------
[1] Woodrow Wilson’a göre özgürlüğün tarihi, devlet gücünün sınırlandırılmasının tarihidir.


[2] Polis devletinden egemen kişi hiçbir hukuk kuralı ile sınırlandırılmamış, vatandaşlarına hukuki güvence bağlamayan bir devlet anlaşılır. Fransız Hukukçu, Malberg, hukuk devletini polis devletinin karşıtı olarak ele almakta ve vatandaşları ile ilişkilerinde bireylerin haklarının güvenceye kavuşturulması amacıyla kendini sınırlayan devlet olarak tasavvur eder.