İSTANBUL (AA) - SEDAT AYBAR - Amerika Birleşik Devletleri’nin idaresini ele aldıktan sonra iyi bir iş adamı olarak kendisini “pazarlık ustası” olarak gösteren Donald Trump, İngiltere ziyaretinde Başbakan Theresa May’i “Brexit konusundaki yumuşak pazarlık tutumu” dolayısıyla eleştirdi. Başkan Trump, Theresa May’e “neler yapması gerektiğini” söylediğini ama May’in “kendisini dinlemediğini”, böyle giderse İngiltere’nin Amerika’yla ticaret yapma ayrıcalığını yitireceğini açıkladı. Bu, İngiltere’nin AB’den çıkma kararını destekleyen Trump’ın, ticaret sopasını göstererek Brexit pazarlığına müdahalesi anlamına geliyordu.

Theresa May’in AB ile yürüttüğü Brexit pazarlıklarını beğenmediğini söyleyen Trump, bu süreçte Başbakanın, AB’yle daha sert bir Brexit için pazarlık yapması gerektiğini savunuyordu. Başkan Trump, Londra’ya varmadan önce benzeri nedenlerle istifa eden üç bakandan biri olan sert Brexit yanlısı Boris Johnson’ın, AB’den çıkışı İngiltere çıkarları için daha iyi savunabilecek bir başbakan olabileceğini bu yüzden söylemişti. Basına yansıyan bu açık sözlülüğün ardında şüphesiz Amerika ile İngiltere arasındaki yakın akrabalık, ortak çıkarlar, ekonomik sistemlerinin aynı olması üzerinden kurgulanmış istisnai ittifak gerçekliği yatıyordu.

Daha sonra Trump’ın basın danışmanının yaptığı “ama bugüne kadar Theresa May hakkında kötü bir söz söylememişti” açıklaması durumu kurtarmaya yetmedi. Tavsiyeleri dinlememekle suçlanan Başbakan Theresa May, Başkan Trump’ın kendisine “AB’yle Brexit için pazarlık yapmak yerine, onları mahkemeye vermesi gerektiğini” salık verdiğini söyledi. May, bu tavsiyeyi tabii ki çok da ciddiye almadığını dolaylı ve kibar bir şekilde açıkladı.

Bir zamanlar, New York’a gitmenin tehlikelerinden birinin de “sokakta Donald Trump ile karşılaşmak ihtimali olduğunu” söyleyen Boris Johnson, şimdi Trump için “Brexit pazarlığını daha iyi yönetebilecek biri olarak” görülüyordu. Trump, İngiltere ziyaretine damga vuracak açıklamalarıyla bugüne kadar yaptığı gaflara böylece bir tanesini daha eklemiş oldu. Soğukkanlı İngilizlerin tepkilerini en radikal gösterme işareti olan “kaş kaldırma” hareketi, Trump’ın açıklamaları sonrasında iktidar çevrelerinde yaygın olarak izlendi. Ancak, bu durum ne Trump’ın alışılagelmiş safiyane gafları çerçevesinde ne de diplomatik kuralların acımasız şekilde çiğnenmesiyle açıklanabilir. Bütün bu olup bitenler daha kapsamlı küresel güç savaşının, birbiriyle rekabet eden ekonomik model çatışmalarının ve hedefe ulaşmak için girişilen farklı yol arayışlarının perspektifinde anlaşılabilir. Aşağıda sıraladığımız sorulara vereceğimiz cevaplar çerçevesinde açıklayalım.

- Soğuk Savaş sonrası yeni model arayışı

Öncelikle, İngiltere’nin AB’den ayrılışının içeriğinin “öyle değil de böyle olması gerektiğini” dillendiren Donald Trump’ın bu sürecin olası çıktılarından ne gibi bir beklentisi olabilir? İngiltere’nin AB’den ayrılışının daha sert bir ayrılış olması, ABD ile ilişkilerini neden daha çok geliştirir, ilerletir? Yakın zamana kadar aralarındaki siyasi ilişkiyi Margaret Thatcher ile Ronald Reagan arasındakine benzeten Donald Trump, Başbakan Theresa May’i bu söylemiyle zor durumda bırakmadı mı? İngiltere’nin ticaret stratejileri perspektifinden, ticaret kısıtı tehditlerinin pek işe yaramayacağını biliyor olmalıydı. Bu sorulara cevap vermek için, ilk olarak rekabet eden modeller çatışması çerçevesinde konuyu ele alalım daha sonra ticaret kısıtı tehdidinin ne kadar anlamlı olduğuna bakalım.

Yukarıda sıralanan soruların cevabı, muhtemelen Soğuk Savaş sonrası dönemde uygulanan ekonomi politikalarının küresel sorunlara cevap veremeyişi nedeniyle ortaya çıkan yeni bir kapitalist model arayışında, bu tür bir dayatmada saklı. Güvenlikten küresel ısınmaya, kavimler hareketliliğinden savaşlara, yoksulluktan salgın hastalıklara kadar eski modelin cevap veremediği sorunlara cevap verme arayışından bahsediyoruz. Aslında, küresel ölçekte birçok ülkenin benzeri bir arayış içinde olduğu bir konjonktürü yaşıyoruz.

ABD’de, Başkan Donald Trump’ın seçim kazanması, sonrasında uygulanan daha korumacı, daha milliyetçi politikalar, Avrupa’da göçmen karşıtı akımların güçlenmesi, artan milliyetçilik, İtalya örneğinde olduğu gibi darbe çağrışımı yapan politik alana doğrudan müdahaleler, İngiltere’nin bürokratik ve hantal olarak suçladığı AB’den ayrılma anlamına gelen Brexit; bunların tümü sorunlara çözüm üretme arayışlarının bir parçası olarak görünüyor. Sosyal devlet yanlısı kıta Avrupası kapitalizminin temsilcisi Almanya, Akdeniz havzası kapitalizmler, Çinli karakterleriyle uygulanan sosyalizm ve diğerleri, hepsi kendi modellerinin hakim olması için birbirleriyle rekabet içindeler. Bunda geçmiş dönemin kurumsal yapılarının, BM, DTÖ, NATO gibi uluslararası örgütlenmelerin güncel sorunlara cevap vermede yetersiz kalmalarının da rolü var.

Başka bir yönüyle baktığımızda, küresel sorunların devamı, savaşlar, savaş tehditleri, enerji hatları üzerinde oluşturulan gerginlikler, küresel iktidar koridorları arayışları, göçler, yoksulluk, çölleşme gibi konular, ABD ile İngiltere’nin sözcülüğünü yaptığı Anglo-Saxon kapitalist modele dünyayı ikna etmek için kıvama getirme girişimleri gibi duruyor. Anglo-Saxon tarzı serbest piyasa ekonomisine dayalı kapitalist modelin sahibi iki ülke, İngiliz aklı ile Amerikan gücü bir kez daha dünyaya kendi imajları içinde çeki düzen verme arayışı içine girmiş bulunuyor.

- 'Yumuşak' Brexit Trump'ın planlarına engel

Bu ittifakın derinleşmesi ve kendi modellerinin dayatılmasının önünde, Theresa May’in Brexit pazarlığı çerçevesinde yumuşak ve AB ile uzlaşmacı tavrını, Başkan Trump engel olarak görüyor. İngiltere ziyaretinde Theresa May’e yüklenmesinin ardında bu yatıyor. Tıpkı 1990’ların başında “tüm savaşların anasını başlatacağı” söylenen Irak müdahalesi öncesinde, Demir Leydi Margaret Thatcher’ın dönemin Amerikan Başkanı Baba Bush’a, “el ayak titremesinin zamanı değil George” dediği gibi, daha sert tutum alınması gereken bir dönem olduğuna inanıyor Başkan Trump.

Aslında Trump açısından Theresa May’in AB’den yumuşak çıkışı öngören Brexit çerçevesinde İngiltere temelli tehdit algısının içi boş değil. Bu algı en iyi ifadesini, May’in Brexit pazarlığı bağlamının başka coğrafyalara yansımasında buluyor. Theresa May’in daha yumuşak bir çıkış için anlaşma araması, bir yandan algıladığı Trump merkezli Amerikan tehdidini bertaraf etmeye de yarıyor. Bu analizi biraz daha derinleştirirsek, karşımıza bir gizli çatışma, küresel model önerisinde hangi yolun takip edilerek uygulamada nasıl ilerleneceği konusunda görüş ayrılığı durumu çıkıyor.

Varılmak istenen nokta itibarıyla ikisi arasında farklılık olmamasına rağmen takip edilecek yol konusunda birbirinden ayrılan görüşlerden bahsediyoruz. Dünyada “dostu veya düşmanı olmayan” ve “kendi çıkarlarından başka çıkarı olmayan” İngiltere ile Anglo-Saxon Modeli “dünyayı hırpalayıp, pataklayarak kıvama getirmek isteyen, kovboy kapitalizmi” arasındaki yöntem farkı. İkinci yolun kontrol edilemeyecek (geçmişte Sovyetler Birliği örneğinde olduğu gibi) bir alternatifi doğuracağına inanan İngiltere, ABD’yi terbiye etmeye çalışıyor. Bunu da AB’den kopuşu, orayla daha fazla bağ bırakarak, sağlamaya çalışıyor. Trump’ın yolunun serbest düşüşe neden olabileceği, bunun da alternatif temsilcilerini daha fazla sertleştirebileceğini, alternatiflerin uygulama fırsatı yakalayabileceği, böyle bir tehdidi ancak AB’ye ve onun temsil ettiği alternatiflere yakın durarak bertaraf edebileceğini biliyor.

Donald Trump tarafından uygulanan korumacı iktisadi politikaların nerede duracağının öngörülemez oluşu, İngiltere’nin hoşuna gitmiyor. Vergi savaşı başlatan, ticaret savaşının boyutlarını nereye taşıyacağı bilinemeyen, Anglo-Saxon modelin küreselleşmesi açısından hayati öneme sahip yenilenebilir enerji konusunda yenilikleri destekleyip desteklemeyeceği belirsiz olan, fosil yakıt üreticilerinin desteklediği ve onların sözcüsü gibi davranan, İran’la “ben daha iyisini yaparım” diyerek nükleer anlaşmadan çekilen Donald Trump’ın uygulamaları kendi içinde tehlikeli ögeler barındırıyor. En önemli tehlike bu yaklaşımın küresel kutuplaşmayı artıracağı. Theresa May bu tehdidi engellemek için yavaş ve itidalli davranıyor. AB’den çıkışta ayak sürüyor. Peki tehdit ne kadar gerçek? Şimdi kısaca buna bakalım.

- İngiltere'nin Pasifik hamlesi

Donald Trump ABD idaresini ele aldıktan sonra kendinden önceki başkan Barack Obama’nın sağlık reformundan uluslararası anlaşmalara kadar yaptığı herşeyi iptal etmeye başladı. Uluslararası önemde olanlar arasında NAFTA ilişkilerini sıkılaştırma, TPP (Trans-Pasifik Ortaklığı) anlaşmasından çekilme, TTIP (Transatlantik Ticaret ve Yatırım Antlaşması) etrafında kurulan AB ve ABD eksenli dünya yaratma girişimini bitirmeyi sayabiliriz. Bu gelişmeler etrafında oluşan korumacılık yönelimli ticaretin, finansal akımların ve iktisadi ilişkilerin organizasyonunda kamunun artan öneminin, Anglo-Saxon Modelin sahibi İngiltere’yi endişelendirmesi sürpriz değil. Barack Obama döneminde yapılan anlaşmalar çerçevesinde hem Ortakrefah Topluluğu hem de ABD ile olan ilişkilerinin özgünlüğü yüzünden dünya ekonomik, siyasi ve stratejik oluşumları bağlamında tarihin derinliklerinde önemsiz bir ada ülkesi olarak kalma tehlikesiyle karşı karşıya kalma tehlikesini atlatan İngiltere’nin, Trump’ın iktidarı almasıyla kendi çıkarlarının maksimizasyonu açısından önüne beklemediği bir fırsat çıktı. Bu fırsatı Trump’ın öngörülemez, belirsizliklerle dolu söylemlerine feda etmemek için İngiltere harekete geçti.

İlk iş İngiltere, Pasifik'te Avustralya ve Kanada'yı devreye soktu. Aralık 2017’de Çin’i ziyaret eden Kanada Başbakanı Justin Trudeau, TPP’yi tekrar canlandırıp, Çin’in de katıldığı ama ABD’nin dışarıda bırakıldığı “ilerici” bir ticaret ve yatırım ortamı oluşturmayı teklif etti. Tabii orada savunduğu, insan haklarına dayalı bir rejim değişikliği, çalışma koşullarının iyileştirilmesi, daha radikal çevre kurallarının uygulanması türünden “ilericilik”, Çinlilerin kolay kolay kabul etmeyeceğini bildiği isteklerdi. İstendiği ve beklendiği gibi eli boş olarak ülkesine geri döndü. Ama amaca ulaşılmış, mesaj verilmişti. İngiltere’nin Pasifik'te inisiyatif alabileceği ve kendisiyle davranacak ABD’ye komşu olan müttefikleri vardı. En derinden karşı olduğu, Sosyalist Çin’le müttefik olması ise maalesef “ilerici” olmayan Çinliler yüzünden mümkün olmayacaktı!

Aynı zamanda Avustralya, ABD’yi askeri alanda işbirlikleri yapmaya davet etti ve ABD’nin topraklarında askeri üs açmasına izin verdi. Çin’e en fazla yatırımın girdiği Hong Kong ise hala İngiliz etkisi altında bulunan bir ülke. Her ne kadar Çin’e katılmış olsa da bir zamanlar İngiltere’nin hakimiyetinde olan bu bölgenin, Çin’i istikrarsızlaştırma potansiyeli çok yüksek. Pasifik'te ABD, Çin ve bunların dışındaki ülkelere karşı pozisyon alma kabiliyeti olan İngiltere, bu pazarlık gücünü başta ABD olmak üzere, diğerlerini eğitmek, terbiye etmek için kullanabileceğini gösterdi. Gerekli mesajlar dünyaya verildi.

Donald Trump’ın, Kanada’ya ve özellikle Justin Trudeau’ya yönelik öfkesinin ardında bu İngilizci girişimlerin olduğunu, Kuzey Kore gerilimini pazarlıklar yoluyla çözüme kavuşturmasının ve Çin’le ilişkilerini daha medeni seviyede tutmaya çalışmasının, özellikle Kanada, Avustralya, Yeni Zelanda, Hong Kong ekseninde İngilizlerin takip ettiği Pasifik politikalarına karşı pozisyon almak olduğunu söylemek, gerçekçi bir değerlendirme olacaktır. Trump, kendisine dünyada en yakın gördüğü İngiltere’nin ortak hedefe ulaşmada farklı yol izlemesini sindirmediğini Londra’da yaptığı açıklamalarda ortaya koydu. Üstüne tuz biber olarak, Londra Belediye Başkanı’nın iflah olmaz bir Troçkist radikal, müslüman bir Pakistanlı olması ve onun izin verdiği protesto gösterileri geldi. İngiliz aklının küresel yönetişim deneyiminin mantıklı bir uzantısı olan bu siyasi karışımın Donald Trump’ın asabını bozduğu çok açık. Diğer yandan, gergin üst dudaklı İngiliz “establishment’ının” bir yandan kaş kaldırırken diğer yandan bıyık altından gülüyor olması resmi tamamlayan tipik bir sahne olmalı.

- Ortakrefah Topluluğu, İngiltere'nin küresel konumunu güçlendiriyor

İngiltere’nin çıkarları açısından “daha makul” bir yol izleyen Theresa May’in yeterince saldırgan davranmaması Donald Trump’ın kimyasını bozuyor. Böyle giderse bizimle ticaret yapamazsınız diyen Trump, İngiltere’nin küresel ticaret stratejisinden habersiz gibi. İlk önce bu tehdit nereye kadar geçerli, nereye kadar etkili olabilir onu ele alalım.

2017 senesi itibarıyla toplam 445 milyar dolarlık ihracat yapan İngiltere’nin 16 trilyon dolarlık dünya ticaretindeki payı yüzde 2.8. Bu ihracatın yüzde 55.4’ü AB ülkelerine, yüzde 22.6’sı Asya’ya, yüzde 15’i Kuzey Amerika’ya yapılıyor. Afrika ihracatın yüzde 2.5, Okyanusya (Avustralya ve Yeni Zelanda başta olmak üzere) yüzde 1.5, Meksika hariç ama Karaipler dahil, Latin Amerika ise yüzde 1.4’lük paya sahip. Toplam ihracatta 58.4 milyar dolar ile ABD yüzde 13.1’lik payla İngiltere’nin bir numaralı ihracat ortağı. Bunu Almanya, Fransa, Hollanda, İrlanda, Çin, İsviçre, Belçika, İtalya, İspanya izliyor. Türkiye 2016 ve 2017’de en hızlı yükselen ticaret ortağı olarak 9.6 milyar dolar ihracatla on birinci sırada yer alıyor. Daha sonra Güney Kore geliyor. Çin’in İngiltere’den yaptığı ithalatın senelik bazda yüzde 17 arttığını da not edelim. İngiltere’nin cari açığı 2016’daki 224.9 milyar dolarlık seviyeden yüzde 11.4 gerileyerek 2017 senesinde 199.2 milyar dolara gerilediği görülüyor. Ülke olarak en üst sırada yer alan ABD, İngiltere’nin ihracat pazarlarında yüzde eksi 5.2 ile en hızlı kan kaybeden ortak.

İngiltere’nin küresel ticaret stratejisi daha yakından izlemek için önce ticaret açığı verdiği ülkelere bakalım. İngiltere’nin kendi rekabet üstünlükleri çerçevesinde en hızlı ticaret açığı verdiği Norveç, Kanada, Vietnam gibi ülkelere ek olarak ABD ile ticaretin 2016 senesinde 4.5 milyar dolar artı’dan, 2.5 milyar dolar eksiye döndüğünü görüyoruz. ABD, satın alma değeri bazında en fazla kan kaybına uğrayan ülke. İngiltere dış ticaretinde en fazla, Almanya, Çin, Hollanda, Norveç, Belçika, İtalya ve Kanada’yla olan ticaretinde kendi aleyhine açık veriyor. Bunun karşılığında ise İsviçre, Birleşik Arap Emirlikleri, İrlanda, Hong Kong, Singapore, Suudi Arabistan, Umman, Güney Kore, Katar, Makedonya gibi ülkelerle yaptığı ticarette kendi lehine fazla veriyor. Güney Kore, Umman ve Hong Kong ticaret fazlası en hızlı artan ülkeler.

Ticaret ortakları, açık/fazla denklemi ile ticarete konu olan malların kompozisyonu birlikte ele aldığımızda, İngiltere’nin küresel ticaret içinde fırsatlar yakalamaya çalışan kendine has bir ticaret stratejisi izlediğini görüyoruz. Rekabet dezavantajı ve nakit kısıtlarını yaratan ticaret açığı verilen durumlar ile ticaret fazlası verilen durumlar küresel ölçekte ticaret kanalları çerçevesinde buluşturularak İngiltere’ye uluslararası ticaret içindeki toplam konumunu güçlendirecek, rekabetçiliğini arttıracak stratejileri takip ettiğini gösteriyor. Başka bir deyişle İngiltere için her ithalat yaptığı ülkeye eşit seviyede ihracat yaparak ticareti dengeli bir şekilde yürütme zorunluluğu yok. Ticaret stratejileri küresel rekabetçi konumunu güçlendirecek şekilde oluşturuyor.

Ayrıca, İngiltere’nin biraz daha özel başka bir durumu var. Bir zamanların “üzerinde güneş batmayan ülkesi” Büyük Britanya, bugün altmışüç üyeli Ortakrefah Topluluğunun (Commonwealth) başındaki ülke. Kraliçe İkinci Elizabeth’in devlet başı olduğu bu topluluk kendi içinde toplam olarak 2,4 milyarlık bir nüfus ve pazar barındırıyor. Toplam 14 trilyon dolarlık GSMH ve kişi başı geliri 6 bin 500 dolar olan bu topluluk İngiltere için alternatif bir ticaret ortağı. Topluluk içinde ‘en ayrıcalıklı ülke” konumunda olan İngiltere için bu pazar, küresel iddialarını da destekleyip besleyen önemli oluşum.

İngiltere için söylenen “dostu düşmanı yoktur, çıkarları vardır” söylemi Trump dahil Brexit yanlıları için İngiltere’nin “üstün tartışma güçleri sayesinde, dünyada ikili anlaşmalarla daha iyi durumda olarak dünyaya şekil verme hedefine yürüyebileceklerine” inanıyorlar. Bu yüzden Donald Trump’ın dünyaya meydan okuyan halleri, ticaret kısıtı tehdidi İngiltere’de tepeden bakan hafif bir gülümsemeyle karşılanıyor.

[Prof. Dr. Sedat Aybar. İstanbul Aydın Üniversitesi, Ekonomi ve Finans Bölümü Başkanıdır]