İSTANBUL (AA) -TACEDDİN KUTAY- Türkiye-Almanya ilişkileri tarihinin en zorlu sürecini yaşıyor. İlişkilerin bu hale gelmesinde birinci dereceden müessir amil ise Alman siyasetinde Türkiye’ye karşı kullanılan dilin her geçen gün daha da düşmanca bir tona bürünmesi. Almanya açısından Türkiye her zaman eleştirilen ve hizaya getirilmesi gereken bir ülke olageldi. Doksanlı yıllara damgasını vuran Ayvaz Gökdemir-Claudia Roth gerilimi, bu dönemin karakteristiğini ortaya koyan en tipik misaldir: Bir yanda siyasal komiserlik yapan, Türkiye’nin doğusunda ve batısında karakolları teftiş edecek kadar kendisini yetki sahibi gören bir Alman siyasetçi, diğer yanda bu ortamın tahammül sınırlarını aşmasıyla diline hakim olmaktan vazgeçen, hamiyet-i milliye sahibi bir Türk siyasetçisi. Elbette yaşanan gerilimin faturası merhum Gökdemir’e kesilmişti. Buna mukabil, Türkiye o dönemde, Almanya açısından hiçbir zaman iç siyaset yapımında şu anda olduğu kadar müessir bir aktör değildi. Aksine, birkaç yıl öncesine kadar Türkiye, Almanya açısından, bir şekilde ekseninde tutulması gereken bir uydu ülke olarak önemli ve bu sebeple dış politika yapımında gözetilmesi gereken bir aktördü. Geçtiğimiz birkaç yıl, Türkiye’nin Alman siyasetinde oynadığı rolün değiştiği bir süreç olarak tarihe geçti.

Türkiye artık Almanya açısından sadece dış politika yapımında gözetilen bir aktör olmanın çok ötesinde, Alman iç siyasetini de domine eden bir aktör, Alman siyasetçilerin dillerinden düşürmedikleri bir konu. Ülkede altı ayı mütecaviz süren koalisyon görüşmeleri esnasında dikkatlerden kaçmayan en önemli husus, hemen her görüşmeden sonra partilerin yaptığı açıklamalarda Türkiye hakkında yorumlar yapmış olmalarıydı. Avrupa Parlamentosu başkanı iken Alman sosyal demokratlarının başına geçmeyi gözüne kestiren Martin Schulz, siyaseten yükselmeyi Türkiye karşıtlığında bulmuştu. Schulz’ün partisi SPD seçimlerde elde ettiği başarısızlığın ardından, daha evvel asla yanaşmayacaklarını beyan ettiği CDU-CSU koalisyonuna razı olmak zorunda kalmıştı. Elbette bu sürecin de önemli konularından birisi Türkiye idi. Oysa Schulz önderliğinde Türkiye düşmanlığı hususunda diğer tüm partilerle yarışan SPD, bundan birkaç sene öncesine kadar, ülkede yaşayan Türkiye kökenliler için Yeşiller ile birlikte önemli bir seçim alternatifiydi. SPD bu noktaya savrulurken Yeşiller (üstelik Türk kökenli bir eşbaşkanın) Cem Özdemir’in liderliğinde, Türkiye karşıtı söylemlerin bir diğer odağı haline geldi.

- Irkçı temayül Erdoğan karşıtlığı ile perdeleniyor

Alman siyasetinin genel durumu, sair Avrupa’nın aktüel durumundan farksız bir sağa kayışı gözler önüne seriyor. Bir zamanlar ırkçı partinin dillendirdiği savları CDU dillendirirken, SPD ve Yeşiller on sene öncesine kadar CDU’nun durduğu yerde duruyor. SPD’de Günther Verheugen gibi Türkiye hususunda akıl tutulması yaşamayan siyasetçilerin sesi neredeyse tamamen kısılmış durumda. Türkiye artık Alman siyasetinde kendisine taraf olunması meşru görülmeyen bir aktör mesabesine indirgenmiş vaziyette. İşin acı tarafı, bu düşmanlığı körüklemek için Türkiye’nin herhangi bir tutum takınmasına gerek olmaması. Alman toplumunun yeni kuşaklarında artan ırkçı eğilimin en önemli özelliği, kendisini Türkiye üzerinden inşa ve yeniden inşa etmesi. Bu sebeple Alman siyaseti, Cumhurbaşkanı Erdoğan’a muhalefet ediyor görüntüsü altında, aslında seçmenlerinin talebi olan ırkçı söylemlere yönelmekten çekinmiyor. Erdoğan, bu noktada Alman siyaseti açısından oldukça konforlu ve aslında ihtiyaç duyulan bir figür. Zira Alman siyasetinde yükselen Türkiye karşıtlığı “Erdoğan’a karşı ‘hümaniter’ bir duruş” perdesi ardına gizlenebiliyor; Alman toplumunun döndüğü “fabrika ayarları” bu perdeyle örtbas edilebiliyor. Dünya tarihinin en acı hadiselerine imza atan aşırı sağcılaşmış Almanlığın tehlike potansiyeli, bu perdenin ardında masumlaştırılmaya çalışılıyor. Üstüne üstlük Alman siyaseti, gündelik siyasi çıkarlar uğruna şartlandırdığı Alman kamuoyunda bu aşırı sağ söylemi meşrulaştırmaktan geri durmuyor. Bu şartlandırma ve meşrulaştırma Alman kamuoyundaki tehlikeli sağ potansiyeli geri dönülemez bir noktaya getiriyor. Zira Alman toplumunun yeni nesilleri, aşırı sağdan hicap duyan nesillerin taşıdığı suçluluğu taşımıyor ve ırkçılaşmakla vicdani bir yükün altına girmiyor. Türklere ve kurumlarına yönelik saldırılarda kullanılan argümanların seksen sene önce Yahudilere karşı kullanılan argümanlarla olan benzerliği, Erdoğan figürünün ardına saklanıyor.

- Alman siyasetinin çıkmazı: popülizm

Irkçı parti AFD’nin Eylül 2017 seçimlerinden ikinci parti olarak çıkması ve Türk karşıtı savları Alman Parlamentosu Bundestag’a taşıması birtakım endişeleri de beraberinde getirdi. Gelgelelim AFD’ye takılan marjinal yaftası, bu partinin vatandaşlarımıza yönelik söylemlerinin bir tehlike potansiyeli barındırmasına mani olan bir kalkan vazifesi görüyor. Ancak bu yaftayı taşımayan siyasal partilerin ortaya koydukları Türk ve Türkiye karşıtı dil, Alman siyasetinde asıl tehlikenin marjinal çevrelerden değil, merkez Alman siyasetinden geldiğini gözler önüne seriyor.

Şansölye Merkel 14 Mart tarihinde Alman televizyon kanalı ARD’de katıldığı bir söyleşide, ırkçı AFD partisinin Alman meclisinden bir şekilde çıkarılması gerekliliğinin altını çizdi. Oy oranı itibariyle partisinin ardından ikinci sırada yer alan ana muhalefet partisine yönelik bu çıkış, söz konusu ırkçı AFD olunca, Alman kamuoyunda meşru bir çıkış olarak yorumlandı. Merkel konuşmasında AFD’ye yönelen oyların “tepki oyları” olduğunun altını çizdi. Şansölye AFD’yi parlamento dışına itmenin yolunu ise bu tepkiyi karşılayacak bir siyaset ortaya koymak olarak tarif etti. Merkel’e göre Alman siyasetinin merkezinde bulunan partisi, AFD seçmeninin taleplerini yerine getirecek bir siyaset ortaya koymayı başarırsa, AFD diye bir partiye gerek kalmayacaktı. Bu tutum CDU-CSU partisinin seçimden sonra geliştirdiği absürt dilin neyi amaçladığını ortaya koyuyor: CDU AFD’ye kaptırdığı oyları geri istiyor!

Yeni koalisyonun içişleri bakanı CSU’lu Horst Seehofer’in koltuğa oturduktan sonra yaptığı ilk açıklamada “İslam dininin Almanya’ya ait olmadığını” söylemesi, bu pozisyonun baştan ortaya konulması anlamına geliyor. Üstelik bir içişleri bakanı, bu açıklamayı Almanya’nın dört bir köşesinde camiler kundaklanırken ve Müslümanlara yönelik saldırılar düzenlenirken yapıyor. Bu durum bizlere, Alman siyasetinin içine düştüğü batağı daha yakından gözlemleme olanağı sunuyor: Orta ve uzun vadeli planlar yapmakla maruf Alman siyaseti, kısa süreli kazanımlar uğruna popülist yöntemlerin esiri olmuş durumda. Elbette Alman siyasetinde bu durumdan rahatsız olan akil politikacıların soyu tükenmiş değil. Rheinland Pfalz eyaleti başbakanı ve koalisyonun küçük ortağı SPD’li siyasetçi Malu Dreyer, Tagesspiegel gazetesine verdiği mülakatta, CDU’nun koalisyonun ilk günlerinden itibaren popülist bir parti görüntüsü ortaya koyduğunu belirterek koalisyon paydaşlarından yükselen ilk sert eleştiriyi dile getirdi. Bu popülizmin Alman siyasetini hangi noktaya sürükleyeceği meçhul; buna mukabil Alman kamuoyunu hangi noktaya doğru şartlandırdığı da malum. Yükselen aşırı sağın ve ırkçı eğilimlerin, beslenecek yeni argümanları her geçen gün Alman siyasetinde buldukları bir sürecin sonu, özellikle ülkede yaşayan vatandaşlarımız açısından ürkütücü.

- Türkiye’nin Alman siyasetine direkt etkisi: Demans

Türkiye Almanya açısından elbette bir iç siyaset malzemesi olmanın ötesinde, dış politikada da tehlike potansiyeli her geçen gün yükselen bir rakip. Bu yorum, 2015 yılında bizzat Alman istihbarat teşkilatı BND’nin başkanı Gerhard Schindler tarafından yapılmıştı. İç politika yapımında Türk karşıtlığını körüklemek nasıl Alman kamuoyunda bir karşılık buluyorsa, dış politika yapımında Türkiye karşıtı bir siyaset ortaya koymak da aynı oranda karşılık buluyor. Dahası bu siyaset Alman devletinin ulusal stratejisiyle birebir örtüşüyor. Dolayısıyla Türkiye, Alman toplumu ve Alman devletinin büyük oranda hemfikir olduğu bir mesele. Türkiye’ye karşı atılacak her türlü hasmane adım Alman kamuoyu tarafından hüsnükabulle karşılanıyor. Bununla birlikte, Almanya’nın dış politikada Türkiye’ye yönelik yürüteceği politikaların da bir hududu var. Bu hudut uluslararası meselelerde taşınan sorumlulukla doğrudan orantılı. Ancak Alman siyasetinin, konu Türkiye olunca bir “dekadans”a ve üç gün öncesini unuttukları bir “demans”a uğradığı gerçeğini de göz önünde bulundurmamız gerekiyor.

Almanya ilk günlerinden itibaren Suriye sorununa yalnızca potansiyel mülteci tehlikesi olarak yaklaşmayı ve Türkiye ile görüşmelerinde meseleyi finansal bir zeminde konuşmayı tercih etti. Özellikle sabık dışişleri bakanı Sigmar Gabriel’in bu noktada Türkiye’ye yaptığı tekliflerin mahiyeti göz önünde bulundurulduğunda, Almanya’nın insani kaygılar taşımaktan uzak bir görüntü çizdiği daha rahat hatırlanacaktır. Esasen, 2015 mülteci krizinden sonra Almanya başta olmak üzere Avrupa ülkelerinin takındığı tavır ve AB içi tartışmalar, bu iddiaya fazlaca delil aratmayacak şekilde hatırımızda. Mülteciler süreç boyunca Avrupalı için bir ulusal güvenlik ve finans sorunundan başka bir anlam ifade etmedi. Dahası AB ülkeleri, Türkiye ile yapılan anlaşma sonrası, Türkiye’yi sürekli takdir ettiklerini beyan ederek rüşvet-i kelamla motive etmeyi sürdürdü. Türkiye’nin bizzat, hem de birinci dereceden bîzar olduğu mülteci krizinin çözümüne yönelik getirdiği önerilere sürekli olarak kulak tıkayan Avrupa ülkeleri, Suriye meselesine ABD hakimiyetinde yaklaşmayı tercih etti. Özellikle Suriye’de bir güvenli bölgenin kurulması ve mültecilerin burada iskan edilmesi gibi hususlarda ipe un seren Avrupa ülkeleri, bir yandan ateşe odun atarken, diğer yandan kendilerine duman gelmemesi için Türkiye’nin kapısında yalvar yakar oldu.

Bu dönemde Merkel’in ve diğer AB üyesi ülke liderlerinin haftalık olarak Türkiye’yi ziyaret etmeleri, sahip oldukları endişenin boyutlarını göstermesi açısından önemli bir göstergeydi. Tüm bu endişelerine rağmen Suriye sorununun çözümüne mani olan Avrupalı, sorunla baş başa bıraktıkları Türkiye’nin, bıçağın kemiğe dayandığı bir ortamda kendince çözüm üretmesi karşısında, alışıldık hasmane tutumuna geri döndü. Almanya’nın çiçeği burnunda Dışişleri Bakanı Heiko Maas mecliste yaptığı ilk dış politika değerlendirmesinde, Türkiye’nin Afrin’e müdahalesi karşısında ilk ve en sert tepkiyi ortaya koyan hükümetin kendileri olduğunu iftiharla açıkladı. Maas Türkiye’nin Afrin’e müdahalesinin insani dramlara sebebiyet verdiğinden ve uluslararası hukukun zedelenmesinden bahsederken, Suriye insanına en başından beri elini uzatan ve soruna insan odaklı yaklaşan ülkenin Türkiye olduğunu, buna mukabil ülkesinin bu insanlara bir finansal mesele olarak yaklaştığını unutuverdi.

Alman siyaseti bugün soruna ilk defa insani hassasiyetler bağlamında yaklaşıyormuş gibi görünüyor. Oysa Merkel ve Maas’ın mecliste yaptıkları konuşmalarda Afrin operasyonuna yönelik endişelerinin olduğunu dile getirmeleri, Suriye’de süren vekalet savaşında Almanya’nın kendisine kimi vekil tayin ettiğini ortaya koymaktan başka bir anlam ifade etmiyor. Almanya’yı “insani” hassasiyetler noktasına çeken amil ise besledikleri teröristlerin “insan cinsi”nden olması. Bu bakımdan, Almanya’nın meseleye aslında her zamanki gibi finansal bir sorun olarak baktığını ve YPG’ye yaptığı yatırımların ardından “ah u vah” ettiğini tespit etmemiz gerekiyor. Buna rağmen, Türkiye’yi Suriye sorunu bağlamında eleştirmenin hiç mümkün olmadığı bir yerden eleştiren Alman siyasetçiler, kullandıkları hasmane dilin karşılığını iç siyasette almayı umuyor.

[Politopsikoloji, sekülerizasyon teorileri, din-siyaset ilişkisi, Katolik teolojisi ve oksidental kültür alanlarında çalışan Taceddin Kutay Türk-Alman Üniversitesi’nde araştırma görevlisidir]