2079/01/20/20/01-02-03-04-…

Bugün yanaklarının daha fazla yandığını hissetti.

Gözyaşları her zamankinden daha fazla yakıyordu yanaklarını.

Yine ağlama saati gelmiş çatmıştı.

Akşam sekiz oldu mu kendisi ne hissederse hissetsin gözleri yaşarmaya başlıyordu.

Bunu bildiği için saati geldi mi odasına kapanmaya ortalıkta dolaşmamaya çalışıyordu.

Vücudumdaki tuz oranı artmış olmalı yanağım bu kadar yandığına göre diye düşündü.

Sonra bugün banyoda yüzünü daha fazla ovaladığını ve derisinin tahriş olması sebebiyle gözyaşını teninde bugün daha yakıcı hissettiğini düşündü.

Durup dururken böyle niye ağlıyordu ki?

İstemsizce, saati saatine, ister gülsün, ister izlediği filme dalsın, ister şarkı söylesin, ister yemek yesin, isterse bahçede yürüyor olsun önce sol gözü yaşarıyor ve sol yanağı yanıyordu, sonra sağ göz ve sağ yanak…

Aylardır durum böyleydi.

Duvardaki ekrana baktı. Yıllar ne kadar da çabuk akıp geçiyor dedi. Yüz yaşını devirdikten sonra yılları hesap etmeyi bırakmıştı.

İhtiyar dünya sadece vücutları taşıyor, ruhlar serbest kalınca bu dünyadan kurtulduklarına seviniyor diye düşündü.

Tekrar duvara yansıyan hologram saate baktı. Saniyeler akıp geçiyordu ama çok ama çok yavaş.

01-02-03-04-…

Şu dört saniye o kadar yavaş geçmişti ki dünya dönmekten usandı, kendisi gibi dört adımda bir bastonuna dayanarak dinlenmeye başladı herhalde diye düşündü.

Saniyeden geriye doğru baktı. Saat sekizi bir geçiyordu. Ayın yirmisi. Aylardan Ocak. Yıllardan iki bin yetmiş dokuzdu.

Emekliliğe hak kazanmasına rağmen emekli olmayışını, yüksek mahkemenin ellinci yılında emekli olmayı kafaya koyduğu gibi başardığını, emekli olurken kendisine verilen onur ödülünü hatırladı.

Anayasayı İhlal Yüksek Mahkemesinin onursal başkanı ünvanı da cabasıydı.

Sırf bu ünvandan dolayı bakımevinde kendisine bir suit verilmişti.

Ama ne işe yarardı ki. Unutulmuştu. Kendisini hatırlayan arayan, soran, ziyaretine gelen kimse yoktu.

Her gün en az bu dört kişinin yüzünü mutlaka görüyordu.

Görevini yapma bilinci ile her zaman yüzüne hafifçe tebessüm ederek ilaçlarını getiren ve kullanıp kullanmadığını kontrol eden hemşire.

Kahvaltı ve yemek servislerini yapan, ağzından sadece “afiyet olsun” kelimelerini duyduğu görevli.

Odayı baştan aşağı silen, haftada bir eskilerini kar gibi yeni nevresim takımlarıyla değiştiren temizlik görevlisi.

Ve koltuk altları ile göbek altı traşı olmasında, iyice seyrelen saçlarını tarayıp bazen de ören, kişisel temizliğinde ve banyosunu yaparken ona yardımcı olan hasta bakıcı.

Periyodunu hatırlamasa da bazen bir psikoloğun ve bazen de bir doktorun kendisiyle konuştuğunu anımsıyordu.

Suitinden dışarı pek çıkmak istemiyor, bakımevindeki diğer yaşlılardan hiçbirisi ile de konuşmuyordu.

Sekizi 1 geçiyor. Elini yüzüne götürdü. İki yanağı da ıslanmıştı. Artık fark etmiyordu gözyaşlarını. Galiba artık vücudundaki tuz oranı iyice azalmıştı. Yaşını düşündü. Hesap etmeye çalıştı sonra vazgeçti.

Banyoda hasta bakıcının sadece başını yıkamasına ve sırtını keselemesine izin veriyor, kalan gövdesini ve yüzünü kendisi ovuyordu. Zeytinyağlı prina sabunlar mesleğinin son yıllarında artık yapılmaz olmuştu. Daha sonra da kalıp sabunların hepsi piyasadan çekilmişti. Varsa yoksa sıvı jeller.

Kenarları yukarı doğru kıvrımlı dev alüminyum leğendeydi yine. Annesi başına süs kabağından maşrapayla sıcak su döküyordu. Yandım anam diye bağırdı. Annesi “ılık suyla kirlerin çıkmaz, sus bakiim” dedi.

Ve yüzünde kocaman zeytinyağlı yeşil sabun kalıbını dolaştırmaya başladı. Sabun köpürmeye başladığında gözlerinin de yanmaya başladığını hissetti. Her zamanki gibi hemen ağlamaya başladı. Anne yeter, anne yeter tamam temizlendi yüzüm. Anne tamam, anne yeter…

Duur bak tertemiz olacaksın. Hemen çıkmaz yüzündeki kirler, en az iki kere durulayıp ovmamız lazım dedi kabak maşrapadan sıcak suyu başına boca ederken.

Sonra yüzün, gözlerin, burnun, alnın, yanakların ve kulakların ikinci sabun buluşması, tekrar eden ağlama ve nasihat seremonisi…

Baak mis mis olmuş benim kızım…

Saat sekizi bir geçiyor. Biiir, ikiii, üüüç, dööört.

Yine aynı şey, yine aynı sahne. Bu sahne gözünün önünden gitmiyor.

Sanki odanın dört bir tarafına hologram sistemi kurulmuş gibi o günkü duruşmada buluyordu kendisini.

Sanık kürsüsünde, anayasayı ihlal etmiş, devleti yıkmaya çalışan, zehirli düşünceleri ile toplumu düzene karşı kışkırtan konsey rejimi düşmanı bir kadın duruyor.

Edebiyatçıymış. Yazar da diyormuş kendisine. Çok da göz önünde olmayan blogunda yazıyormuş. Bir bakayım. Yargıçların kapatılmış sayfalara erişim hakkı vardı. Savcı iddianamesinde alıntı yapıldığı söylenen linke girdi. Hımm; blogunu her gün ortalama ikiyüz elli bin kişi ziyaret ediyormuş. Bu ziyaretçiler eski yazılarını da günlük yazdıklarını da okuyor olmalı.  Aslında hayal ürünü, gerçekleşmeyen hiçbir zaman da gerçekleştiremeyecekleri şeyler yazıyor ama yazdıkları yine de tehlikeli. Kim bilir kaç milyon insanı zehirledi.

Anayasayı ihlal savcısının kadın hakkındaki isnatlarını ekranda savcıyla yüz yüze gelerek dinliyor ve aynı zamanda yazılarının görsellerine bakıyor.

Birkaç paragraf gözüne takılıyor. Hımm neler zırvalamış da cezasını bulmuş şu yazar bir bakalım!

“Düşünmeliyiz, akletmeliyiz. Tanrı bir çok defa düşünmemizi ikaz etmiyor mu? “(Siz) hiç düşünmez misiniz?” (Ali İmran-65, Enam-50, ), “Hala akıl erdiremiyor musunuz?“ (Yunus-16), “…İşte bunlarda akıllarını kullanan bir toplum için ibretler vardır.” (Rad-4), “(Fakat bunu) ancak akıl sahipleri anlar.” (Rad-19), “Hala akıllanmaz mısınız?” (Enbiya-10), “Şeytan sizden pek çok milleti kandırıp saptırdı. Hala akıl erdiremiyor musunuz?” (Yasin-62), “De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Doğrusu ancak akıl sahipleri bunları hakkıyla düşünür.” (Zümer-9), “O kullarımı ki, onlar sözü dinlerler, sonra da en güzeline uyarlar. İste onlar, Allah'ın doğru yola ilettiği kimselerdir. Gerçek akıl sahipleri de onlardır.” (Zümer-18), “Ey akıl sahipleri! ibret alın.” (Haşr-2), “Ancak akıl sahipleri düşünüp ibret alırlar.” (Bakara-269).

Biz insanlar, tarihten hiç ibret almadığımız ve kendimizi düzeltmeyi akletmediğimiz için büyük yıkımlar yaşadık ve yaşattık. Hakkıyla düşünmeye, doğrunun ne olduğunu anlamak için tüm sözleri/düşünceleri dinlemeye, akıllarını kullanan bireylerden oluşan bir toplum olmaya çalışmalıyız.

Her mazlum, gücü eline geçirdiğinde zalimleşiyor. Dünyanın kaderi bu mu? Tanrı, Kur’an kitabında “Gerçek şu ki zalimler kurtuluşa ermez.” diyor. Peki neden hep mazlumlar acı çekiyor? “Gerçekten biz zalimmişiz.” diyen eski kavimlerin yerine hiçbir zaman zalim olduklarını kabul etmeyen yeni nesil kavimler mi yaratıldı? İnsanların tümü mü zalimleşti yoksa? Tanrı, kitabında “zalimlerin bir kısmını bir kısmının başına geçiririz.” diyor. Yoksa mazlum olduğunu zanneden bizler de mi zalimiz?

“Şüphesiz zalimler, (gerçeğin kendisinden) uzak bir ayrılık içindedirler.” diyor Tanrı. Kendini mazlum zanneden bizler mi yoksa zalim bildiklerimiz mi gerçeğin kendisinden uzağız bilemiyorum.

“O size istediğiniz şeylerin hepsinden verdi. Allah’ın nimetini sayacak olsanız; bitiremezsiniz. Gerçek şu ki, insan pek zalimdir, pek nankördür.” “Haberiniz olsun; gerçekten zalimler, kalıcı bir azap içindedirler.” “Allah zalim bir kavmi hidayete erdirmez.”

“İşte ülkeler (ve onların halkları), zulmettikleri zaman onları yıkıma uğrattık; ve yıkımları için buluşma zamanı tespit ettik.” (Kehf-59)

“Biz zulmeden ülkelerden nicesini kırıp geçirdik ve bunun ardından bir başka kavmi meydana getirdik.” (Enbiya-11)

“Azabı gördükleri zaman, o zalimleri bir görsen; “Geri dönmeye bir yol var mı?” derler.” diyor Tanrı.

Cennet halkından birinin ateş halkına şöyle seslendiği yazar Kur’an’da “Allah’ın laneti zalimlerin üzerine olsun.”

Tanrı, hüküm vericiler için “Adaleti ayakta tutmayı”, “Adaletle hükmetmeyi” emreder. “Adaletle hüküm yürütenleri sever.” Tanrı insanı ve elçilerini dünyada adaleti ayakta tutmaları için gönderdi. Ama insanın zalim ve nankör olduğunu, bozguncu olduğunu da biliyordu. O yüzden defalarca elçiler göndererek insanları ikaz etmeye devam etti. Ama insanlar yine de anlamadı ve hep birbirlerini ezmeye, zulmetmeye devam ettiler… Neticede insanlar içinde her zaman  zalimler olmuş. Ama Tanrı “zalimler için kurtuluş olmadığını” söylüyor. Ne zaman ve nerede zalimlere kurtuluş yok?... ”

Garip, kışkırtıcı, eski çağların modası geçmiş düşünceleri bunlar, bu kadının beyninin kıvrımlarında ne çok tehlikeli şey dolaşıyormuş böyle. Ülkenin geleceği için çok zararlı bu düşünceler diye söylendi.

Hem insanlık tarihi boyunca, kendi düşüncesini topluma dikte ettirmeye ve başka düşünceleri yok etmeye çalışanlar yüzünden on milyonlarca kişi ölmemiş miydi?  Gerçek zalimler onlar değil miydi?

Konsey tüm düşünceleri silmiş, “Konsey Hayat Yönergesi”ne uymayan hiçbir davranış ve düşüncenin dile getirilmesine, toplumu şekillendirmesine izin vermiyordu. Doğru da yapıyordu. Bir gün yeniden bir Neron, bir Yezid, bir Timur, bir Hitler, bir Musolini, bir Stalin, bir Bush çıkar, kendi toplumuna hastalıklı düşüncesini yayar ve yine dünyayı kan gölüne çevirebilirdi.

Descartes, “Düşünüyorum öyleyse varım.” (“Cogito ergo sum”, “I think therefore i am”) diyordu demesine ama bugün artık insanlar; “Düşünmüyorum (ancak) o halde yaşıyorum!” ("Non puto: sed et ego vivere!”, ”I don't think but I live like that!“) diyorlardı ve gayet mutlu huzurlu yaşıyorlardı!

Düşünceyi silmek ve düşüncesiz bir toplum milyonların ölmemesi için en iyi yoldu! “Konsey Hayat Yönergesi”nin genel gerekçesinde böyle deniyordu.

Savcı, iddianamesinde, özellikle yazarın aktardığı Yasin-62, Zümer-9, Zümer-18, Kehf-59 ve Enbiya-11 açıklamalı Tanrı buyruklarının üzerinde duruyordu. Bu cümleleri, devletin temeline bomba koymayla eş tutuyordu. Bu alıntıların tamamı birlikte değerlendirildiğinde; konsey üyelerinin zalimlikle suçlandığını, adaleti ayakta tutmadıklarını, adaletle hükmetmediklerini kastederek devlet düzenini değiştirmeye çalıştığını, devletin güvenliğine karşı suç işlendiğini, devlet konseyinin aşağılandığını, konsey üyelerinin kişiliklerine saldırıldığını, onların hedef gösterildiğini, düşmanlarla işbirliği yapıldığını, halkın devlete ve konseye karşı savaşa tahrik edildiğini, yazarın devletin birliğini ve ülke bütünlüğünü bozmayı hedeflediğini, yasaklanan bilgileri devlet düzenini değiştirmek için temin ettiğini ve yazarak yaydığını, bunların yanında anayasanın bir çok hükmünü de ihlal ettiğini iddia ederek, Konsey Ceza Kararnamesi’nin 20. maddesinin 1. Fıkrasının, 1,2,3 ve 4. Bentleri uyarınca kadın yazarın ömür boyu hücre hapsi ile  cezalandırılmasını, cezasının Anayasayı ihlal suçlarının yoğunluğu, sürekliliği ve çeşitliliği nazara alınarak iki katı oranında artırılmasını, ölünceye kadar hücre cezasının ilk 20 yılında ziyaretçi yasağının uygulanmasını Konsey adına talep ediyordu.

Yazardan son savunmasını yapmasını istedi. Yazar on dakika kadar kendisini savunmak için sözler sarf etmişti ki; hakim, bla bla bla hep aynı şeyleri söylüyorsunuz, yok efendim hukukun üstünlüğüymüş, yok adaletmiş, yok hakmış, yok evrensel hukuk kriterleriymiş, yok düşünce suç olmazmış, yok düşünce hürriyetiymiş, yok insan haklarıymış, yok temel hak ve özgürlüklermiş bırakın bu zırvaları, suçunuz sabittir ve cezası da bellidir. Dünyada insanlığın başına ne geldiyse düşünceden gelmiştir! Bu salonda dahi suç işlemeye devam ediyorsunuz. Ne yapsanız boşuna, daha sırada bekleyen bir sürü zanlı var. Yargıçlığın zamanını daha fazla almana izin vermiyorum. Hükmü açıklayacağım, kes sesini.

İsmini dahi hatırlamıyordu kadının. Hiçbir zaman bu tür sanıkların ismine hatta yüzlerine dahi bakmazdı. Konsey Savcısı Konsey adına ne ceza talep ederse gözünü kırpmadan aynen kabul eder ve kararını sisteme işletirdi. Yine öyle yaptı.

O gün her nasılsa okuduklarından etkilenmiş olsa gerek bir an için satırları kimin yazdığını merak etti ve Konsey subayları, el ve ayak bileklerindeki elektronik kelepçeleri aktifleştirirlerken başını kaldırıp sanık kürsüsüne baktığında yazarla göz göze geldi.

Amman Tanrım ne güzel gözlerdi bu gözler. Işıl ışıl, açık menekşe mavisi. Aynen annesinin gözleri gibi. Umutla parlayan ve annesi gibi şefkatle bakan gözler.

Birkaç saniye sonra kadının ellerinin karnına gittiğini ve gözlerindeki ışığın kaybolduğunu şefkatin yerini hüzünlü bakışların aldığını gördü.

Ama ben hamileyim. Bari çocuğumu doğurduktan sonra gönderin hücreye. Bu sürede istediğiniz hey yerde kalabilirim dedi.  

O ise kürsüde hiç istifini bozmadı. O yazdıklarını yazmadan, halka bu zehirli düşüncelerini yaymadan, Konseyi karşına almadan düşünmeliydin bunu. Adalet işte bunu gerektirir. Her kim olursa olsun hukuk önünde eşittir. Hücrende doğurur hücrende büyütürsün. Konsey hapishanesinde sana iyi bakacaklardır. Hamile isen sana son bir iyilik yapayım, normalde cezasını ağırlaştırdığımız mahkumlara günde bir defa yemek verilir ama sana iki defa yemek verilmesini karara ilave ediyorum dedi.

Mahkum yüzünü kapıya doğru çevirirken gözlerindeki hüzün bir nebze azalmıştı. Önce sol gözünden sonra da sağ gözünden damlalar yanaklarına süzülmeye başladı.

Hakkında hüküm verdiği kadın elleri karnında, kollarında konsey subayları yargı salonundan çıkarılırken o çoktan bir sonraki isimsiz zanlı hakkındaki Konsey savcısının yeni taleplerine göz gezdirmeye başlamıştı.

Ertesi gün yine gözlerinin yaşarmaya başladığını hissetti. Yine konsey yargı salonunda o yazar kadınla göz göze geldiği ana gelmişti ki; kadının bu defa ona daha önce hiç anımsamadığı bir şey daha söylemiş olduğunu hatırladı.

“Yavrumdan kimse adalet dilenmeyecek, çünkü ona her ne şart altında olursa olsun adaletli davranmayı öğreteceğim. Bir gün ihtiyacınız olursa size bile adaletli davranacak.” diyordu.

Kulakları bu sözleri içerken, kürsüden başını kaldırıp bakma ihtiyacı dahi hissetmediği  için konsey subaylarının kollarına girdiği kadının, karnını okşayarak salondan çıkarılırken söylediği sözleri bugüne kadar hiç anımsamamıştı. Ama bu defa nasıl olduysa bu sözler de zihninde canlandı. İnsan duyduğu şeylere dikkatini vermese dahi hafıza bir şekilde kulaklarından giren sesi kaydediyordu demek ki.

Büyük savaşta yerle bir olan ülkeyi işgalcilerden kurtaran ve yeniden imar eden teknokrat hükümetin liderinin, konsey hapishanelerinde doğup büyüdüğü, geçmişine dair çok az şey bilindiği, düşman bombardımanı sırasında annesinin hücrede öldüğü ve onun kaçarak ülkeyi savunma birliklerini kurduğu, ilk düşman saldırılarından itibaren menfaate dayalı içi çürümüş konsey ordusunun ve polis gücünün dağıldığı, halkın kendi ülkesini savunacak durumda olmamasına rağmen onun liderliğinde yeniden dirildiği ve ülkeyi işgalden nasıl kurtardığı bütün dünyada dilden dile yayılıyordu.

Elektron topu saldırısına evinde yakalanan emekli kadın hakim; ortada ne bir konseyin kaldığını ne de onursal başkanlığına layık görüldüğü bir Anayasayı İhlal Yüksek Mahkemesi kaldığını evi başına yıkıldığı zaman anladı.

Yaşlı vücudu, yıkıntıların altında günlerce direnmiş. Bir ara siren seslerini ve orada kimse var mı? sözlerini işitmişti. Kimse yok muuu? Kimse yok muuu? diye bağırıyordu. Sesini kendine dahi duyuramadığının farkında değildi. Nefes almakta zorlanıyordu, vücudunun iyice soğuduğunu, içinden bir şeylerin çıkıp gitmek için vücudunu zorlamaya başladığı hissiyle gözünden yanaklarına sıcak bir şeylerin aktığını fark etti.

Saldırıda bina çökünce devrilen iki kitaplığın arasında kalmıştı. Beton blokların bu yaşlı vücudu ezerek parçalamasından üzerine devrilen kütüphanesi sayesinde kurtulmuştu.  

Kafasına çarpan her neyse kanatmış olmalıydı. Kafasından sızan kan alnına, oradan şakaklarından gözlerine, ardından yanaklarından süzülerek dudaklarına geldiği an, gözyaşı zannettiği bu sıvıdaki demir tadını aldı. Kan da gözyaşı gibi tuzlu idi ama garip bir demir tadı da vardı. Gerçi en son annesi onu ev alüminyum leğende yıkarken ağlamıştı. Bir defasında daha annesi onu yıkamaya başlamadan gözlerimi acıtmayacaksın de mi anne? diye ağladığında dudaklarına kadar inen gözyaşının tadına bakmıştı. Gözyaşlarının tuzlu olduğunu o zamandan hatırlıyordu.

Gözlerini araladığında seyyar bir hastane koğuşunda olduğunu fark etti. Hemşire kendisine Konsey Yüksek Yargı konutlarında saldırıdan sağ çıkan tek kişinin kendisi olduğunu anlattı. Enkazdan çıkarılırken kütüphanesindeki parçalanmamış bazı kitapları da kurtardıklarını yanındaki dolapta kitaplarını bulabileceğini söyledi.

Yatakta sargılar içinde geçen bir haftadan sonra başındaki sargılar çıkarıldı. Tamamen beyazlaşmış saçlarının bir kısmının kazınarak başına birkaç noktadan ayrı ayrı dikişler atılmış olduğunu gördü. Pansumandan sonra daha hafif bir sargı ile tekrar başı sarıldı.

Artık hareket etmeye hatta yataktan kalkmaya başlamıştı. Nedense aklına dolabındaki kitaplara göz atma fikri geldi. Dolabı açtı ve birkaç düzine kitabın dolabına muntazam şekilde dizildiğini gördü. Bunu yapan kişinin kitaplara ciddi bir sevgisi ve saygısı olduğunu düşündü.

Rastgele bir kitap çekti ve sayfaları rastgele açtı. Gabriel Garcia Marquez’in “Yüzyıllık Yalnızlık” isimli romanı, 198. sayfada daha önce okuyup altını çizdiği satırları gözleri bu defa içinde bir yerlere akıtarak okuyor, yoo hayır kana kana içmeye çalışıyordu. Marquez, “Sonra yüreğinde duyguların çürüyüp kaldığı yeri bulmak için son bir çaba gösterdi…” diyordu Albay Aureliano Buendia için.

Yüreğinde çürüyüp kalmış duyguları bulmak için çaba gösterdiği hastanede geçen altı haftadan sonra, yeni liderin de inisiyatifiyle güzel bir bakımevine yerleştirilmişti.

Bakımevinde ayrıcalıklıydı sanki. Kendisine daha bir özenle bakıyorlardı. Onursal başkanlığın faydaları olmalıydı.

Saat sekizi geçmiş olmalı. Yanaklarından akan gözyaşı bu defa dudaklarına kadar yakmıştı geçtiği yerleri. Tadını hissetti ve vücudumdaki tuz oranı daha da artmış olmalı, gözyaşı bu defa daha fazla acıtıyor tenimi diye düşündü. Demek ki burada bana baya iyi bakıyorlar. Vücudun enerji kaynağı tuz. İnsanın vücudundaki tuz dengesi iyiyse enerjik olur diye aklından geçirdi.

Saldırıdan bu yana iki yıl kadar geçmiş olmalıydı. Bu sürede ne çok şey değişti. Bunca yaşına rağmen, insanlara verilen değerin böylesine arttığı bir zamanı hatırlamıyordu.

Gözyaşı saatinde düşüncelere daldığı sırada, koridorda bir koşuşturma sesi duydu. Seri adımlar kapısına yaklaşıyordu. Kapıyı açan resmi kıyafetler giymiş iki görevli. Kapıdan içeri bakıp başka kimse olmadığını anlayınca, lütfen rahatsız olmayın efendim başkanımız teşrif edecekler. Sizi ziyaret etmek istediler.

Kapıdan içeriye orta yaşlarda, kumral, 1,70 boylarında, sade ama şık giyimli güzel ve asil bir kadın girdi. Savaşta yaralanmış olmalıydı. Sol yanağında gözünün altından dudağına kadar uzanan bir dikiş izi olduğu gözüne çarptı.

Sonra dikiş izinin üstündeki açık menekşe mavisi gözlerle göz göze geldi.

Aman Allah’ım o sensin, sen osun, aman Allah’ım, aman Allah’ım… Gözyaşları dinmek bilmemecesine yanaklarından daha hızlı süzülüyordu.

Karşısındaki bu güzel kadının yüzü bir an için donuklaştı, boğazına bir şey düğümlenmiş gibi yutkundu.

Hayır ben o değilim.

Kızıyım…

Ve bugünün ağlama saatini birlikte tamamladılar…

Bu ziyaretten birkaç hafta sonra; karşısında merhametle kendisine bakan annesinin hayalinin yanında duran ve  yine annesi gibi merhametle ona bakan açık menekşe mavisi gözlerden gözlerini kaçırarak “Geri dönmeye bir yol var mı?”, “Geri dönmeye bir yol var mı?”, “Geri dönmeye bir yol var mı?” diye sayıklayarak sonsuz uykusuna daldı. 2081/04/20/20/01-02-03-04-…

FARZ-I MUHAL PAŞA