Sanıyorum bu günlerde cevabı aranan soru şu: Ak Parti ile Gülen Cemaati neden karşı karşıya geldi ? Ak Parti iktidarına doğrudan destek veren Gülen Cemaati son iki yıldan beri neden iktidar –özellikle Başbakan Erdoğan- karşıtı politika izlemeye başladı ?

Soruyu şöyle de sorabiliriz: 17 Aralık operasyonundan sonra Ak Parti neden doğrudan Gülen Cemaati liderliğini ve devlet içindeki paralel yapılanmayı doğrudan ve açıktan hedef almaya başladı ?

Malum yorumlar, analizler farklı. Herkes baktığı yere, bulunduğu tarafa göre olayları değerlendiriyor.

Genellikle Gülen Cemaati tabanı ile Ak Parti tabanının önemli bir bölümü inanç, düşünce ve yaşam tarzları itibariyle aynı veya birbirlerine çok yakın. Hatta bazı il ve ilçelerde, “mütevelli heyet üyeleri” ile Ak Parti yönetici veya üyelerinin aynı kişiler olduğu, son çatışma ortamında en fazla rahatsızlığı da bu kişilerin çektiği biliniyor.

Hal böyle olunca, çatışma ortamının ne Gülen Cemaatine, ne Ak Parti’ye ne de ülkemize faydasının olmadığını bilen ehli insaf kalemler, gönülleri incitmemek için yoğurdu üfleyerek yeme titizliği ile konuşuyor ve yazıyorlar. Buna karşı bir güruh ise maalesef çatışmadan son derece memnun, yangına körükle gidiyor, hakaret, iftira, istihza malzemelerini bol keseden hasımlarına savurarak bir daha yüz yüze bakamayacak, karşılıklı konuşamayacak bir ortam oluşturuyorlar.

Halbuki öncelikle sükunetle konuşabilmeye, birbirlerini dinlemeye ihtiyacı var tarafların. Bir tarafta devlet var diğer tarafta Türkiye’deki cemaatlerden bir cemaat. Nasıl olur da bir cemaat devletin muhatabı olarak görülür tarzı yaklaşımların, çözüme bir katkı sağlamayacağını ve dikkate alınmaması gerektiğini ifade etmek isterim.

Sulh girişimlerinin zamanının geçtiğini söyleyenler olabilir. Bir yere kadar doğrudur. Ancak bütün ülkeyi ilgilendiren bir sorun devam ediyorsa, çözüm için her aşamada öneriler sunmak, pratikler geliştirmek zorunluluğu vardır. Elbette Türkiye bu sorunun da üstesinden gelecektir ama en az hasarla olması için çaba sarf etmek gerekmez mi?

Öyleyse Gülen Cemaati ile Ak Parti arasındaki kavganın asıl nedenine doğru teşhis koymak gerekir.
2001 yılında kurulup 2002 yılında girdiği ilk seçimlerde tek başına iktidar olan Ak Parti,  kendini tanımlaması, sosyal, ekonomik, kültürel, siyasi hedefleri, programı, vaatleri, 12 yıllık icraatları ve 2023 vizyonuyla tanınıyor. Üç dönemdir demokrasi sınavından başarı ile çıkıyor. Ak Parti’yi, geçmişte birlikte siyaset yaptıkları Milli Görüş çizgisine hapsetme imkanı olmadığı, bugünkü  yüzde 50 halk desteği ile anlaşılıyor.

Bu desteği verenler arasında, yıllardan beri devlet eliyle mağdur edilen, zenci muamelesi gören, temel hak ve özgürlüklerinden mahrum edilen, hukuk önünde hak araması bile engellenen, kısaca “öz yurdunda parya” muamelesi gören inançlı vatandaşlarımız ile bir çok dini cemaatlerin bulunduğu  bir gerçektir.

Gülen Cemaati de özellikle 2010 referandumu ve 2011 seçimlerinde sahip olduğu medya ve mensuplarıyla Ak Parti’ye açık destek vermiştir. 2011 seçimlerinden sonra ise Ak Parti ile yollarının neden ayrıldığını Wall Street Journal'a verdiği röportajda demokratikleşme reformlarının devam ettirilmemesine bağlayan Fethullah Gülen şöyle açıklıyor:

“Ancak biz bu demokratikleşme reformlarının devam etmesini isterdik. 2010 yılındaki anayasa değişikliklerini “yetmez ama evet” sloganı ile destekleyen Türk halkı geçen son iki yıl içerisinde demokratik ilerlemenin tersine dönmüş olmasından üzüntü duyuyor. Yeni, sivil ve demokratik bir anayasa demokratik kazanımları sağlamlaştıracak ve Türkiye’yi AB’nin demokratik değerlerine bağlayacaktır. Maalesef bu çaba şu an terk edilmiş durumda.”

Hocaefendi, devam etmesini istediği demokratikleşme reformlarının neler olduğunu açıklamıyor. Hatta demokratik ilerlemenin tersine döndüğünü ifade ediyor. Oysa 2010 yılından sonraki hükümetin reformları özellikle inançlı kesimin dün hayal bile edemediği önemde. Askeri vesayete gerekçe yapılan 35.maddenin değiştirilmesi, İnançlı kesimlere baskı uygulamalarına gerekçe yapılan tüm Başbakanlık genelgelerinin kaldırılması, kurban derisi, zekat, fitrelerin THK’na verilme zorunluluğuna son verilmesi, okullarda Kur’an ve Siyer derslerinin isteğe bağlı tercihli ders olarak okutulması, meslek liselerinin, İmam-Hatip Liselerinin katsayı mağduriyetlerine son verilmesi, üniversitelerde başörtüsü ile eğitim özgürlüğünün önündeki engellerin kaldırılması, kılık kıyafet yönetmeliğinde yapılan değişiklik ile üniversiteler dahil bütün kamu kurumlarında başörtülü olarak çalışma özgürlüğünün sağlanması ve son olarak TBMM’de başörtülü olarak vekillik yapma yolunun açılması. Gayrımüslim vakıf mallarının iadesi, anadilde özel eğitim, farklı dil ve lehçelerde seçim propagandası imkanı, seçim barajının düşürülmesi için muhalefete alternatifli öneri sunulması v.s.

Şimdi Ak Parti’ye oy verenler ile Hizmet Hareketi’ne gönül veren, himmette bulunanlar samimiyetle şu soruları soracaklardır/sormalıdırlar:

28 Şubat Darbe döneminde, üniversiteli kızlarımızın polis zoruyla başörtülerini zorla çıkarttıkları bir süreçten her alanda eğitim özgürlüğünü sağlayan Ak Parti reformları demokratik reformlar değil mi?

28 Şubat darbe döneminde, başörtülü milletvekiline “bu kadına haddini bildirin” diye kinini kusarak, önce Meclis’ten attıran daha sonra vatandaşlıktan çıkaran Bülent Ecevit ve paralel siyasilerin uygulamalarına son vererek TBMM’de başörtülü olarak millet iradesini temsil yolunun açılması AB reformlarına uygun değil mi?

Okullarımızda Kur’an- Kerim ve Sevgili Peygamberimizin hayatının öğretildiği Siyer derslerinin seçmeli ders olarak okutulmasının sağlanması, din ve inanç özgürlüğü açısından geriye gidiş mi ? Demokratik reform mu ?

Kılık kıyafet yönetmeliği değişikliği ile kamu görevlileri arasında eşitliğin sağlanması evrensel hukuk kurallarına uygun demokratik bir reform değil mi ?

Soruları çoğaltabiliriz. Hocaefendi’nin açıklamasının Ak Parti’ye ilkesel olarak verdiği desteği çekmelerine haklı bir gerekçe olmadığı açık. Öyleyse neden ? Gelecek yazımızda devam edelim.