Buna rağmen politik, sosyal ve kültürel eğilimleri hakkında henüz bir fikre sahip olmadığımız yeni üyelerle ilgili sağlıklı değerlendirmede bulunmak için kararlarını ve icraatlarını beklemek zorundayız. Eski düzenden daha kötü olamaz herhalde; çünkü eskinin “ne” olduğunu çok iyi biliyoruz

OSMAN CAN

Doç. Dr. Demokrat Yargı Derneği Eşbaşkanı

HSYK bir yargı kurumuymuş ve yargı bağımsızlığının asli unsuruymuş gibi bir ön-kabulden hareketle, HSYK seçimi tartışılmaya başlandı. Kimilerine göre yargı bağımsızlığı ortadan kalktı ve yargı artık özgürlüklerin güvencesi olmayacak. Tabi, yargının ne zaman bağımsız olduğu ve kendi tarihi içinde özgürlükler için ne zaman bir güvence kültürü yarattığı, buna ilişkin bir arşive sahip olup olmadığı sorusu bütünüyle yanıtsız kalıyor. Kimileri ise yaşananların sorunsuz bir demokratik işleyişe geçiş olduğu iddiasında. Ancak biçimsel demokratik araçların ardından demokratikleşmede derinleşmenin gerekliliği bütünüyle göz ardı edilebiliyor.

Toplumun adalet beklentisi

Toplumun tarihinde hiç olmadığı kadar siyasallaştığı, kendi siyasal, kültürel ve entelektüel kaderi hakkında verilecek kararları sahiplenmeye başladığı gerçeği dikkate alınmadan son on yılı anlamak mümkün değildir. Toplumun adalet beklentileriyle ilgisi olmayan, kuruluş amaç ve misyonu itibariyle belirli bir siyasal pozisyonu “hukuk” ve “yargı” örtüsü altında savunan yargı gerçeğinin, gittikçe artan oranda farklılaşan toplumsal beklenti ve talepler karşısında ciddi sorunlar yaşayacağı beklenen bir durumdu. Üstlendiği siyasal misyonu ve hiyerarşik yapılanması nedeniyle, toplumun çok dar bir kesitinin yansıma bulduğu yapı olarak, meşruiyet krizine girmesi de kaçınılmazdı. Referandum öncesi yargı sistemi, bütünüyle geleneksel ideolojik siyasetin uygulayıcısıydı ve özgürlük gibi bir önceliğe sahip değildi.

Bu anlayışa göre demokratik hesap verebilirliğin tek kanalı olan Adalet Bakanı ve müsteşarı HSYK’dan çıkarıldığında, yani yargı bütünüyle bu yargı aktörlerinin iktidarına terk edildiğinde “ilerleme” gerçekleşmiş olacaktı. Yargının demokratik meşruiyete kavuşması ise, yargının “ele geçirilmesi”nden başka bir anlam ifade etmez.

Gittikçe arkaikleşen, gericileşen ve toplumsal saygınlığını tümüyle yitiren bir sistemin, gerek demokratikleşme önünde alışageldiği engelleyicilik misyonundan kurtarılması, gerekse asli görevi olan adalete duyarlı hale getirilmesi Türkiye’nin üstesinden gelmesi gereken temel bir sistem sorunudur.

Demokrat Yargı Derneği, kurulduğundan bu yana yargıda demokratikleşmenin zorunluluğunu ve yargının toplumda temsil edilen tüm siyasal, sosyal, kültürel ve entelektüel pozisyonları yansıtacak bir yapıya kavuşturulması gerektiğini savundu. Bu doğrultuda reform adımları atılırken kendi alternatif taslağını hazırlayıp tüm siyasi partilere sundu. İnanç şuydu: Demokratikleşme sürecine farklı siyasal aktörler katılmazsa, bu süreç tek taraflı inşa edilir. Bu ise Türkiye’nin ihtiyacına yanıt vermez.

Zira rasyonel olmayan ve politik gerçeklikten uzak bir muhalefet tarzı ve engelleme pratikleri, sahiplerini, gerçekleşmesi kaçınılmaz olan süreçlerin tamamen dışında bırakır. Her kesitin kazançlı çıktığı çoğulcu bir yapının inşa edilmesi mümkün iken, keskin tutumlar en fazla kazananın algıladığı, anladığı veya arzuladığı ölçüde bir çoğulculuğa ve demokratikleşmeye geçilmesini sağlar. Eksik demokratikleşme olarak tanımlayacağımız bu durumda, muhatabını suçlamadan önce, siyasal müzakere ve diyalogdan, dolayısıyla sorumluluktan kaçışın üzerinde durmakta yarar vardır.

Bu gerekçelerle Demokrat Yargı Derneği paketin içeriğinin sosyal haklar yönünden genişletilmesi, birinci sınıf hakim ve savcıların Yargıtay ve Danıştay üyesi olmadan doğrudan Anayasa Mahkemesi’ne üye seçilebilmesi, yargıda hiyerarşinin kırılması doğrultusunda bazı adımların atılması ve Anayasa Mahkemesi’nin pakete dahil edilmesi konularında önemli mücadeleler verdi ve başarılı oldu.

Demokraside ikna eden kazanır

Bu çerçevede yine de yetersiz gördüğü, ancak yeni bir anayasanın fırsatını sunması, siyasetin hem önünü açması, hem de bahanesini ortadan kaldırması nedeniyle, bu değişikliklerin kabul edilmesi için gerekli entelektüel desteği vermekten çekinmedi. Bu süreç, yargıçlardan oluşan bir sivil toplum örgütünün tarihte eşine rastlanamayacak bir başarısı olarak taçlanmış oldu. Toplumun anayasal sorunlara ve siyasete yönelik yabancılaşmasının ortadan kaldırılması konusunda derneğin tarihsel bir rol oynadığı inkâr edilemez. Tüm bunlara rağmen üye sayısında ve seçimlerde başarılı olamadı. Çünkü teorik ve entelektüel bilgi ile somut siyaset arasındaki farklılıklar dikkate alınarak doğru tutumlar geliştirilmedi.

Anayasa değişikliklerinin kabul edilmesiyle birlikte HSYK ve Anayasa Mahkemesi’nin yapısı değişti. Yapılan seçimler ve üye atamalarının ardından bu kurumların eski geleneksel ideolojik pozisyonlarını devam ettirmeleri imkânsızlaştı. Kuşkusuz ki, eski durumu “olağan” görenler bakımından, bunun kabullenilmesi oldukça zordur. Yine bazı kesimler eski durumu yanlış görmekle birlikte, kendi siyasal eğilimlerini yansıtmadığından yeni durumu da kuşkuyla karşıladılar. Oysa ki demokratik süreç, seçmen çoğunluğunu ikna edebilecek imkân ve argümana sahip olanların başarı kazandıkları siyasal bir süreçtir. Bu süreci doğru yürütmek; süreci meşru zeminde etkilemek, kendini yenilemek, ikna imkân ve araçlarını geliştirebilmekle sağlanabilir. Teorik ve düşünsel açıdan kabul edilebilir haklılıklar, ancak ve ancak siyasal süreçlere müdahil olma ve iletişim becerisiyle etkinlik kazanabilir. Bunları dışlayan etkinlik çabası şiddetin diline ve yöntemine gereksinim duyar. Ve tehlikelidir.

Marjinallik algısı etkili oldu

17 Ekim 2010 tarihinde yapılan HSYK seçimleriyle birlikte 10 birinci sınıf hakim ve savcı üye seçildi. Seçim çoğunlukçu sisteme göre yapıldı. Çoğulculuğu norm düzeyinde engelleyen bu durumun nedeni, Anayasa Mahkemesi kararıdır. Mahkeme, Yargıtay ve Danıştay’daki egemen ideolojik pozisyonun tüm seçimleri belirlemesine olanak sağlamak amacıyla her seçmenin bir adaya oy vermesi hükmünü iptal etti. Bu iptali isteyenlerin ve sağlayanların şimdi şikâyet etmesi ahlaki problemler bir yana en azından tutarsızlıktır.

Yargıdaki iki dernek ayrı listelerle seçime girdi ve her iki dernek de başarı sağlayamadı. Herhangi bir dernek üyesi olmayan yargıç ve savcıların çok açık bir farkla seçimi kazanmış olmasını çeşitli nedenlere bağlamak mümkündür. Bu konuda çeşitli spekülasyonlar ileri sürülebilir. Adalet Bakanlığı’na ciddi eleştiriler yöneltilebilir. Sistemin inşası bakımından bürokrasi devre dışı bırakılabilir ve demokrasi ortak paydasında birleşenlerin çoğulculuğunu yansıtacak pratik önlemler alınabilirdi.

Buna rağmen politik, sosyal ve kültürel eğilimleri hakkında henüz bir fikre sahip olmadığımız yeni üyelerle ilgili sağlıklı değerlendirmede bulunmak için kararlarını ve icraatlarını beklemek zorundayız. Eski düzenden daha kötü olamaz herhalde; çünkü eskinin “ne” olduğunu çok iyi biliyoruz. Kuşkusuz Cumhurbaşkanının atayacağı üyelerle “farklı” bir perspektifin yaratılması dahi söz konusu olabilir.

Ancak bir gerçek değişmiyor. Derneklerin HSYK’ya hiçbir üye gönderememiş olması dikkate alındığında, Türkiye yargı kültüründe dernekleşmenin ve görünür olmanın henüz kabul edilmediği ve örgütlülüğün yargı merkezinin dışında tutulduğu anlaşılıyor. Yarsav’ın geleneksel ideolojik pozisyonu radikal bir şekilde savunması nedeniyle, Demokrat Yargı’nın ise, savunduğu anlayış yaygınlık kazanmış olmasına rağmen, uyguladığı strateji nedeniyle marjinal kalmalarının başka bir sonucu olmazdı. Oy oranları da dikkate alındığında, HSYK seçiminde görünür olmayan merkezin, marjinallik olarak algıladığı dernekleri dışta tutma eğilimi belirgin bir şekilde fark edliliyor. (Star)

[email protected]