Giriş

Soyut bir nitelik taşıyan “devlet” kavramı; yasama, yürütme ve yargı erklerinin faaliyetleri ile kendini gösteren kurumlar manzumesidir.

Anayasamız bu üç erk arasında bir üstünlük sıralaması yapmamış olsa da; yasama faaliyetinin Anayasa Mahkemesi’nce, yürütme faaliyetinin ise idari yargı yerlerince denetleniyor olması ve bu denetim sonucu verilen kararların bir tavsiyeden öte infazının zorunlu tutulması ve özel ya da tüzel kişiler için bağlayıcı olması, yargı erkine en azından “eşitler arasında birinci” vasfını veriyor demek yanlış olmayacaktır.

Zira yargı erkinin bir parçası olan mahkemelerce sunulan adalet hizmeti, kişinin “gerçek kişiler veya özel hukuk tüzel kişileri” ya da “kamu tüzel kişileri” ile olan ihtilaflarının nihai olarak hallini sağlayan, kimi hallerde uyuşmazlığın tarafı dışındaki özel ya da tüzel kişilere de sirayet eden bir hizmettir.

Bu niteliği gereği yargı erki, “klasik kamu hizmeti” niteliğinden ayrılarak birtakım özel yetki ve görev ile donatılmış, bu hizmetin sunucusu olan hâkim ise “koruyucu statü hukuku” ayrıcalığına sahip olmuştur.

Bunun sebebi ise, doğası gereği yargı kararının uyuşmazlığın her iki tarafını da memnun etmeyebilecek, hatta çoğu uyuşmazlıkta etmeyecek olması, bu nedenle aleyhine karara varılan tarafın bu hususu kabullenmekte çekeceği zorluk kapsamında kararı veren hâkim aleyhine yapacağı adli ve idari başvurulardır.

Burada, hakimlerin disiplin soruşturmasının Hakimler ve Savcılar Kurulu tarafından yapıldığını ve bu sürecin inzibati nitelik taşıdığını belirtmekle yetiniyoruz.

Peki hangi durumlarda; verilen karar dolayısıyla hakimlerin ya da devletin tazminat sorumluluğuna gidilebilecektir? Bu sorumluluğun sınırı ve şartları nelerdir? Hakimin verdiği karar nedeniyle hakkı muhtel olanlar, hangi usulü takip ederek zararının giderilmesini isteyebileceklerdir?

Yazımızda bu soruların yanıtını uygulamadan örnekler vermek suretiyle bulmaya çalıştık.

Devletin, Mahkeme Kararlarından Doğan Sorumluluğu

Adalet hizmeti alan gerçek ya da tüzel kişiler ile adalet hizmetinin asli sahibi olan devlet ile ya da bu hizmeti Türk Milleti adına sunan hâkim arasında bir özel hukuk ilişkisi bulunmadığı noktasında bir ihtilaf yoktur.

Hizmet kusurunu günümüzde mahkemeler ve doktrin ittifakla; “ sunulan kamu hizmetinin hiç işlememesi, gereği gibi işlememesi ya da geç işlemesi” olarak tanımlamaktadır.

Adalet hizmetinin kusurlu işletildiği düşünülüyorsa, hâkim tarafından Türk Milleti adına devlet himayesinde sunulduğuna göre buradan doğan sorumluluğun da devlete ait olacağı aşikardır. Nitekim Anayasamızın 125. maddesinin ilk maddesinde; İdarenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolunun açık olduğu, son fıkrasında ise; İdarenin, kendi eylem ve işlemlerinden doğan zararı ödemekle yükümlü olduğu, yazılıdır.

Mahkeme Kararlarından Doğan Sorumluluk Kapsamında Açılacak Davalarda Husumetin Devlete Yöneltilmesi

Kamu hizmeti sunan ajanın tüm eylem ve işlemlerinin idareye yükletilmesi gerektiğini söyleyemeyiz. Eğer ki; devlet adına hizmet sunan ajan, tamamen kişisel saiklerle, kamu hizmeti amacından uzaklaşarak, muhataba zarar verme kastıyla hareket ederek hizmeti kusurlu olarak sunmuş ise burada “kamu hizmeti niteliğinden uzaklaşıldığından, ajanın şahsi kusuru söz konusu olabilmekte ve doğan zararla ilgili açılacak davalarda da husumet, ajanın bizatihi kendisine yükletilmelidir. Ancak 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun “Hakimin Sorumluluğu” üst başlıklı İkinci Ayrımının “Devletin Sorumluluğu ve Rücu” başlıklı 46. Maddesinin 1. Fıkrası, sunulan hizmetin kusurlu işletildiği iddiasıyla açılacak davalarda her ne olursa olsun husumetin devlete yöneltilmesi gerektiğine ilişkin amir hükme sahiptir.

6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun “Hakimin Sorumluluğu” üst başlıklı İkinci Ayrımının “Devletin Sorumluluğu ve Rücu” başlıklı 46. Maddesinin 1. Fıkrasındaki amir hüküm, sunulan hizmetin kusurlu işletildiği iddiasıyla açılacak davalarda her ne olursa olsun husumetin devlete yöneltilmesi gerektiğine ilişkindir. Anılan hüküm; “Hâkimlerin yargılama faaliyetinden dolayı aşağıdaki sebeplere dayanılarak Devlet aleyhine tazminat davası açılabilir: “şeklindedir.

Dolayısıyla açılacak davalarda husumet hâkime değil, devlete izafeten Maliye Hazinesi’ne yöneltilecektir. Kararı veren hakim ise bu davada ancak zorunlu ihbar olunan sıfatıyla yer alacaktır. Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 4/7/2012 tarih ve E:2011/839, K:2012/240 sayılı da bu yöndedir. Anılan kararda; “ devlet yasal hasım haline geldiğinden ve ilgili hakim davada ancak zorunlu ihbar olunan sıfatıyla yer alabileceğinden, yargılama sırasında Maliye Hazinesi davaya dahil edilmiştir. “ şeklinde bir hususa yer verilmiştir.

Davanın kısmen ya da tamamen kabulü halinde devlet tazminat ödeme yükümlülüğü altına girecek iken, bu külfet, bu durumun sebep unsurunu yaratan hakime sirayet etmeyecek midir? Elbette edecektir. Zira 6100 sayılı Yasa’nın 46. Maddesinin 3. Fıkrası şöyledir; “ Devlet, ödediği tazminat nedeniyle, sorumlu hâkime ödeme tarihinden itibaren bir yıl içinde rücu eder. “ Dikkatinizi çekeriz ki; kanunun devlete yüklediği “rücu etme” yükümlülüğü bağlı yetki kapsamında olup, devletin hakime rücu edip etmeme konusunda herhangi takdir yetkisi bulunmamaktadır.

Mahkeme Kararlarından Doğan Sorumluluk Kapsamında Açılacak Davaların Çözüm ve Görüm Yeri

Kural olarak idare hukuku alanına giren uyuşmazlıkların çözümünde idarî yargı, özel hukuk alanına giren uyuşmazlıkların çözümünde ise adlî yargı yerleri görevlidir.

2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 2. Maddesinde; İdari eylem ve işlemlerden dolayı kişisel hakları doğrudan muhtel olanlar tarafından açılan tam yargı davalarının idari yargı yerlerinde görüleceği düzenlenmiştir.

Adalet hizmetinin bir kamu hizmeti olması dolayısıyla, mahkemelerce verilen kararlardan doğan uyuşmazlıkların bir “idare hukuku” problemi olduğu, dolayısıyla uyuşmazlıkların görüm ve çözüm yerinin idari yargı yerleri olması gerektiği akla gelse de kanun koyucunun iradesi bu yönde değildir[1] .

6100 sayılı Kanun’un “Davaların açılacağı mahkeme” başlıklı 47. maddesinin 1. fıkrası şöyledir; “ Devlet aleyhine açılan tazminat davası, ilk derece ve bölge adliye mahkemesi hâkimlerinin fiil ve kararlarından dolayı, Yargıtay ilgili hukuk dairesinde; Yargıtay Başkan ve üyeleri ile kanunen onlarla aynı konumda olanların fiil ve kararlarından dolayı Yargıtay Dördüncü Hukuk Dairesinde ilk derece mahkemesi sıfatıyla görülür. Dava, bu dairenin Başkan ve üyelerinin fiil ve kararlarından dolayı ise yargılama Yargıtay Üçüncü Hukuk Dairesinde yapılır. Verilen kararların temyiz incelemesi Hukuk Genel Kurulunca yapılır. Temyiz incelemesine, kararı veren başkan ile üyeler katılamaz.

İstanbul BİM 6. İdare Dava Dairesi tarafından verilen 19.10.2017 tarihli ve E:2017/615 K:2017/662 sayılı karar şöyledir; “ davacı tarafından uğranıldığı öne sürülen maddi zararın oluşmasında mahkemenin usul ve esas yönünden mevzuatı hatalı yorumlamasının da etkili olduğu belirtilerek söz konusu zararın tazmini amacıyla Maliye Bakanlığına da husumet yöneltildiği görülmüştür. Bu durumda; 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanununun hakimlerin hukuki sorumluluğunu düzenleyen ve yukarıda hükmü aktarılan 46. ve 47.maddeleri uyarınca adı geçen davalı yönünden davanın Yargıtay ilgili hukuk dairesinde açılması gerektiğinden davanın bu yönüyle görev yönünden reddi gerektiği

Yargıtay 4. Hukuk Dairesi’nin 30.04.2015 tarihli ve E:2015/5184, K:2015/5363 sayılı kararı şöyledir; “ davalı şirket tarafından aleyhinde açılan istirdat davası sonucu verilen kararın kesinleşmeden ihtiyati haciz alınarak icraya konulduğunu, istirdat kararlarının İİK 72/5 maddesi uyarınca kesinleşmeden icraya konulamayacağını, bu nedenle karara itiraz ettiğini ve ihtiyati haczin kaldırıldığını ancak bu arada menkul ve gayrimenkullerine haciz konulduğunu bundan dolayı maddi ve manevi zarara uğradığını, davalı şirket ile birlikte ihtiyati haciz kararını veren hakimin kanunun açık hükmüne karşılık böyle bir karar vermiş bulunması nedeni ile doğan zarardan sorumlu tutulması gerektiğini bildirerek ihtiyati haciz kararını alan şirket ile birlikte ... aleyhinde maddi ve manevi tazminat ödetilmesi isteminde bulunmuştur. Görev sorunu kamu düzenine ilişkin olup açıkça veya hiç ileri sürülmese bile yargılamanın her aşamasında mahkemelerce kendiliğinden gözetilir.(HMK 115/1) Şu durumda, anılan yasal mevzuat dikkate alındığında, davacının davalı ...'na yönelik davasının görüm ve çözüm yerinin Yargıtay İlgili Hukuk Dairesi olduğu gözetilerek, görevsizlik kararı verilmesi gerekirken …

Görüldüğü üzere; hâkimlerinin fiil ve kararlarından dolayı hakimlerin konumları gözetilerek adli yergi yerinde devlet aleyhine olmak kaydıyla tazminat davası açılabilmektedir.

Önemle vurgulayalım ki; hâkimlerinin fiil ve kararlarından dolayı dava açılabilmesi için, hatalı olduğu iddia olunan kararın kesinleşmiş olması gerekmektedir. Zira; Yargıtay 4. Hukuk Dairesinde görülen tazminat davasında daire tarafından verilen, tazminat davasının ancak asıl dava sonucunda verilen hükmün kesinleşmesinden sonra açılabileceği, karar kesinleşmeksizin açılan davada, davacının isteminin dinlenilebilir bulunmadığı gerekçesiyle verilen dava dilekçesinin reddine “ ilişkin karar, Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 12.12.2012 tarihli ve E:2012/587 K:2012/1108 sayılı kararı ile onanmıştır.

Davanın açılabilmesi için kesinleşmenin aranmasını biz iki bakımdan faydalı buluyoruz:

Birincisi; kanun yolu incelemesinin telafi edici, ortadan kaldırıcı fonksiyonu olduğu yadsınamaz. Bu nedenle, ortada bir hukuka aykırılık varsa bunun kanun yolu incelemesinde düzeltilme imkanı vardır ve bu durum davanın taraflarının da lehinedir.

İkincisi ise; kesinleşme olmadan dava derdest iken dava açılabilme imkanı olsaydı bu durum, doğan husumet nedeniyle hakimin çekinme ya da reddi sebebi olabilecekti. Bu durum ise; kötü niyetle hareket edilmesinin önünü açabilecekti.

Açılacak Tazminat Davasında Araştırılacak Hususlar

6100 sayılı Kanun kapsamında hâkimlerinin fiil ve kararlarından dolayı açılacak davalardaki araştırılacak hususları “numerus clausus” olarak yani sınırlı sayı prensibine bağlı olarak düzenlemiştir. Yine hâkimlerinin fiil ve kararlarından dolayı açılan davada tazminata hükmedilebilmesinin, idare hukukçularının tabiriyle “casual” yani kanunun saydığı sebeplerin varlığına bağlı olduğunu, hizmet kusuru ya da haksız fiil kavramlarını geniş yorumlayarak tazminata hükmedilmesinin olanaksız olduğunu söyleyebiliriz.

6100 sayılı Kanun’un 46. Maddesinde hâkimlerin yargılama faaliyetinden dolayı aşağıdaki sebeplere dayanılarak Devlet aleyhine tazminat davası açılabilir:

a) Kayırma veya taraf tutma yahut taraflardan birine olan kin veya düşmanlık sebebiyle hukuka aykırı bir hüküm veya karar verilmiş olması.

b) Sağlanan veya vaat edilen bir menfaat sebebiyle kanuna aykırı bir hüküm veya karar verilmiş olması.

c) Farklı bir anlam yüklenemeyecek kadar açık ve kesin bir kanun hükmüne aykırı karar veya hüküm verilmiş olması.

ç) Duruşma tutanağında mevcut olmayan bir sebebe dayanılarak hüküm verilmiş olması.

d) Duruşma tutanakları ile hüküm veya kararların değiştirilmiş yahut tahrif edilmiş veya söylenmeyen bir sözün hüküm ya da karara etkili olacak şekilde söylenmiş gibi gösterilmiş ve buna dayanılarak hüküm verilmiş olması.

e) Hakkın yerine getirilmesinden kaçınılmış olması.

Görüldüğü üzere, tazminata hükmedilebilmesi kolay olmayan şartların varlığına bağlanmıştır.

Yargıtay tarafından verilen muhtelif kararlara bakacak olursak;

uygulanması gereken açık kanun hükmünün uygulanmadığı iddiasıyla açılan davada; hâkimin taşınmaz üzerindeki kısıtlamaların hükmedilen bedele yansıtılmasının unutulmasının hâkimin kasıtlı hareket ettiğine karine olmadığı, bir kanun hükmünün farklı bir anlam yüklenemeyecek kadar açık ve kesin değilse, bir başka deyişle hâkim görüşünü hukuki dayanaklara ve bilimsel görüşlere dayandırarak farklı bir bakış açısı getirmiş veya delillerin takdirinden elde ettiği kanaat ile uyuşmazlığı sonuçlandırmış ise burada hâkimin sorumluluğundan bahsedilemeyeceği, tapu kaydındaki ipotek şerhinin hükmedilen bedele yansıtılması hususunun farklı bir anlam yüklenemeyecek kadar açık ve kesin bir kanun hükmü olmadığı, 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu’nun düzenlemesi dikkate alındığında bu konuda farklı anlamların çıkarılabileceği sonucuna varıldığından sorumluluk şartlarının oluşmadığı “ (Yargıtay HGK, 04.02.2020 tarihli ve E:2018/688 K:2020/67 sayılı karar)

Davacı, ihbar edilen hakimin HMK 46/(c) maddesine aykırı davrandığını iddia etmiş ise de ihbar edilen hakimin farklı bir anlam yüklenemeyecek kadar açık ve kesin bir kanun hükmüne aykırı karar veya hüküm verdiği ve hakkın yerine getirilmesinden kaçındığı ve bunu kasten veya ağır ihmal ile gerçekleştirdiği yukarıda açıklanan yargılama süreci dikkate alındığında davacı tarafından ispat edilememiştir.” (Yargıtay HGK, 11.12.2018 tarihli ve E:2018/356 K:2018/1882 sayılı karar)

Her ne kadar açılan tasarrufun iptali davası Adana 3. Asliye Hukuk Mahkemesi tarafından verilen kabul kararı davacı lehine bozulmasına rağmen alacaklının takibe devam ederek taşınmazı sattırdığı ve ihale alacaklısı adına tescil edildiği bu nedenle taşınmazın rayiç değeri ile ihale sonucu elde edilen miktar arasında ki fark kadar bir maddi zararı doğmuş ise de bu zararın doğmasında öncelikle, tasarrufun iptali davası aleyhine sonuçlanması ile birlikte temyiz eden icranın geri bırakılması talebinde bulunmadığı icranın devam etmesi nedeniyle satışın yapıldığı bu sonucun çıkmasında bozma kararından sonra Hakim Hakan Yiğit tarafından taşınmazın devrinin önlenmesi için verilen tedbire rağmen tapu sicil müdürlüğüne taşınmazın ihale alacaklısı adına tescili talepli yazı yazan ve bu yazıya da elden takip yetkisi veren icra müdürlüğünün de katkısı bulunmakta olup hakimlerin yargılama faaliyetlerini yürütürken HMK 46. maddesinde ki şartlardan hiç birisinin gerçekleşmediği, bunun davacı tarafça da ispatlanmadığı hakimlerin tamamen kendisine anayasa ve yasalarca verilen yetki ve taktir yetkilerini kullandığı anlaşıldığından davanın reddine karar vermek gerekmiştir.” Yargıtay HGK, 15.11.2018 tarihli ve E:2018/149, K:2018/1712 sayılı karar)

Görüldüğü üzere, Yargıtay’ın bu tür tazminat davalarındaki davaların reddi yönünde eğilime sahiptir ve davacının ispat külfetini yerine getiremediği yolundaki gerekçeye sıklıkla dayanmaktadır.

Sonuç

Açılacak davaların devlete karşı açılması gerektiği ve rücu müessesine yer verilen düzenlemenin varlığını faydalı ve gerekli bulduğumuzu söyleyebilir fakat açılacak davanın çözüm ve görüm yerinin salt adli yargı yeri olmaması gerektiğini düşünüyoruz. İdari rejimi benimsemiş olan ülkemizde adli yargı-idari yargı ayrımının olduğu malumunuzdur. İdari uyuşmazlıkların ayrı bir usul takip edilerek, idari hakimlerce hallinin seçimi de bunun göstergesidir. Hal böyle iken bir idari uyuşmazlıkta idari hakim tarafından verilen karar nedeniyle devletin tazmin sorumluluğunun doğup doğmadığının tahlil ve tespitini adli yargı yerine bırakmak benimsenen idari rejim esaslarıyla bağdaşmamaktadır. Bu durumda olması gereken; idari yargı yerlerince verilen kararlar nedeniyle açılacak tazminat davalarının halli görevi Danıştay’a verilmelidir. Zira; hakimlerin yargılama faaliyetinden doğan tazminat davalarında, hatalı olduğu iddia edilen karar, kısmen de olsa yargısal denetime tabi tutulmaktadır. Bu denetimin, mahkeme kararını teknik ve hukuki açıdan yorumlayabilecek uzmanlığa sahip olmaları beklenmelidir. Örnek vermek gerekirse, vergi, imar ya da kamu personeli hukuku kapsamında verilen karar kapsamında devlet aleyhine açılan tazminat davasında; devletin tazminat sorumluluğunun bulunup bulunmadığını en iyi şekilde değerlendirebilecek olan adli yargı yerleri değil idari yargı yerleridir.

Olumlu buluğumuz hususlar da vardır. Bunların birincisi; davanın devlete karşı açılması ve davanın kısmen ya da tamamen kabulü halinde kararın infazı yani zararın tazmini daha kolay olacaktır. Zira; davalının özel kişi olması halinde, tazmin her hal ve şartta kolay ve olamayabilecektir. Oysa ki; devletin kasasında para olmayacağı düşünülemeyeceğinden tazmin daha kolay, hızlı ve tek seferde yapılabilecektir.

Olumlu bulduğumuz diğer bir husus ise; bu tür davaların gereksiz yere açılmasını önleme adına davanın esastan reddi halinde davacıya uygulanacak para cezasıdır. Nitekim 6100 sayılı Yasa’nın “Davanın reddi hâlinde verilecek ceza” başlıklı 49. Maddesi şöyledir; “ Dava esastan reddedilirse davacı, beşyüz Türk Lirasından beşbin Türk Lirasına kadar disiplin para cezasına mahkûm edilir.

Hüseyin Çelikkol

Hukukçu

------------------------

[1] Anayasa Mahkemesi tarafından verilen 16/2/2012 tarih ve E:2011/35, K:2012/23 sayılı kararda da vurgulandığı üzere; “İdarî yargının görev alanına giren bir uyuşmazlığın çözümünde adlî yargının görevlendirilmesi konusunda yasakoyucunun mutlak bir takdir hakkının bulunduğunu söylemek olanaklı değildir. Ancak, idarî yargının denetimine bağlı olması gereken idarî bir uyuşmazlığın çözümü, haklı neden ve kamu yararının bulunması halinde yasakoyucu tarafından adlî yargıya bırakılabilir.”