Her yıl, öğrencilerime anlattığım bir örnekle başlayayım bugün:
Milgram, öğrenmeyi daha verimli kılacak olan bir deney yapar ve bu deneye katkı veren bunun için de kendilerine para ödenen 40 insan bulur. Deney, öğrencilere sorulan sorulardan ve yanlış bilinen her soru sonrasında öğrencilerin bağlı olduğu kablolara verilen ve her seferinde 15 volt olarak artırılan elektrik şokundan ibarettir. Deneyde öğrenciler kablolara bağlanmıştır. Soruyu soran kırk kişi de elektrik anahtarının başındadır. Her yanlış bilinen soru sonrasında elektrik voltu artırılır.
Deney sahibi Milgram, elektrik voltunu artıranları kategorilere ayırmıştır. Bunlardan bir kısmı, öğrencileri görmemekte, sadece ayrı bir platformda onlara elektrik verildiğini bilmektedir. Bir kısmı ise, öğrencileri görmeyen ancak voltaj artırıldığında çığlıklarını duyabilecekleri bir duvarın arkasındakilerden oluşmaktadır. Üçüncü kısmı ise öğrencileri hem duymakta hem de görmektedir, hatta onlara kabloları bağlamaktadırlar. Acılarını işitmekte ve kıvranışlarına şahit olmaktadırlar.
Deneyden çıkan ilginç sonuç şu: Öğrencileri ve yanlış cevap sonunda elektrik şokunun acılarını gören ve onları işitenler ve onlara dokunanların sadece %30’u bu öğrenme deneyine devam edebilmiştir. Buna karşın öğrencilere daha uzak olan ve sadece seslerini duyanların ama görmeyen grupta deneye devam etme oranı %50’ye ulaşmıştır. Öğrencileri göremeyen ve duyamayanlarda ise elektrik voltajını artıranların oranı –hatta hayati tehlike olsa bile- %65’e çıkmıştır.
Bu deney son derece ilginçtir. Esasen deneyde öğrencilere hiç elektrik verilmemiştir. Öğrenciler sadece acı çeker gibi yapmış, çığlık atmıştır. Asıl üzerinde deney yapılanlar, soruları soran ve öğrencilere elektrik verenlerdir.

Esasen bu deneyden hukukçular çok fazla sonuç çıkarmalıdırlar.
Kendilerine denileni yapan, diğer bir deyişle emir kulu olanlar için önemli olan karşısındakinin acısı değildir. Kendisine verilen işin ya da vazifenin yapılmasıdır.
Düşünsenize: Atom bombasını Japon halkının üstüne bırakıp gelen pilot, vazifesini başarmanın çığlıklarını atarak gelmekteydi. Arkasında sadece o an bıraktığı 140 bin insan cesedi onun için hiç de önemli değildi.

Bu hallerde haksızlık da haklılık da anlamını yitirir. Modern zamanların devlet teorileri, düzen anlayışı ve hukuk sistemi hatta ortaya attığı demokrasi modelleri de bunun üzerine kuruludur. Kişisel ahlakın ve insani değerlerin yerine, vazife ahlakı ve adaletini koymuştur. Önemli olan adil olmak değil, işini iyi yapmaktır.

Ben her ders yılı başında anlatırım bu hikayeyi. Öğrencilerimden bir çoğu hatırlar sanırım bunu. Sonra derim ki, eğer karşınızdaki insanı göremezseniz ve duyamazsanız, insanlar sizin için sadece bir nesne olursa, adalet dağıtamazsınız. Karşınızdakinin sadece sizin gibi bir insan olduğunu anlayın kafi derim.
Aynen sizin gibi acı çeker o da.
Aynen sizin gibi arkasından göz yaşı döken annesi, sevdiği ya da çocukları vardır ve onun da yolunu gözleyenler.

Adalet nihayetinde bir sezgi işidir, bir gönül işidir. Kuru kanun hükümleri ile olacak olsa idi, hakimin takdir hakkına hiç gerek kalmazdı ya da bizim hakkaniyet ilkesine de. Sezgilerin açılması, görebilmek, duyabilmek hatta dokunabilmekle ilgilidir.
Gözden ırak olanın gönülden ırak olması gibi, sesini duymadığınız, ızdırabını görmediğiniz birinin acısını nerden bilecekseniz? Ona yapılan zulmü nasıl anlayacaksınız?

Benim bu ülkede gördüğüm kadarı ile hukukçuların gözünün ve gönlünün açılması lazım asıl. Zira bu işi meslek olarak yapan bir çok insanın adalet noktasında gözü ve gönlü kör maalesef. Bunun nedeni de acıları asla duyamamasıdır. Acısını duymadığınız insana nasıl adalet verebilirsiniz ki? Samimi olarak söyleyeyim ki, körlük ya da sağırlık biz hukukçuların bariz vasfı haline geliyor gitgide.

Bir kere hukuk adamı olmaktan ziyade kanun adamı olabiliyoruz. Bazen önümüzdeki yazılı kurallar körleştiriyor bizi. Kural bu deyip, arkadaki zulmü göremeyebiliyoruz. Şirketlerde çoğunluk ilkesinin nasıl da azınlığı perişan ettiğinin çoğumuz şahidi oluruz ama umursamayız bile. Zira Ticaret Kanunu’ndaki kurallar böyledir. Arkadaki küçük pay sahibinin maruz kaldığı muamele, kanunun düzenlemesidir. Hukuk, bu kişileri görünmez kılar hukukçunun gözünde. Bizim için de gayet kolaydır bu noktada körleşmek.

Sonra toplumun dayattığı kurallar çıkar karşımıza. Kadına yapılan muameleler de, farklı bir kesime reva görülen muameleler de meşrulaşır. Hukukçu bunları da göremez ve duyamaz. 

Sonra ilkel duygular körleştirir insanı. Kin gibi, nefret gibi, menfaat gibi. Bir gruba duyduğunuz öfke ya da kin körleştirir sizi. Karşınızdakinin acısı, size keyif verir. Taraftarlık saiki ile meşrulaştırırsınız yapılanları. Zaten haketmiştir zulme maruz kalanlar.
Bir kısım hukukçular kurşun askerdirler. Zaten bunlara değil sözüm. Benim sözümün onlara hiç de etki etmeyeceğini bilirim. Sadece Allah bu ülkeyi bu gibilerden korusun derim ve Allah’a sığınırım bu türden.

Kalplerimizde biraz adalet biraz hakkaniyet duygusu varsa, işte o zaman da kendi beynimizi yıkamaya başlarız. Acıları okumak, görmek ve duymak istemeyiz. Ya pembe dizidir başvuracağımız ya da acıları saklayan medya. İkisi de birer acı örtme aracı haline gelir. Adaletsizliği ilke edinmiş bir gücün ya da iktidarın elinde size bu konuda yardım edecek çok sayıda enstrüman da vardır. Beslenen yazılı ve görsel yayın zaten ellerindedir. İktidarın aleyhine zaten yazılmaz ve çizilmez. Gözyaşları saklanır, çığlıklar kapatılır. Vicdanlar rahat ettirilir. Duyabildiğiniz bir kaç çapulcunun acısı da önemli değildir.
Sonra alışmak... İçinizde duyduğunuz acılara alışırsınız. Her şey gündelik hayata bağlanır. Zaten bu adaletsizlikler her zaman olmaktadır, olacaktır da...

Ah bu körlük ve bu sağırlık...
Ah bu görev ahlakı ve meşrulaştırmalar...
Ve ah bizim alışmalarımız ve hukukçuluğumuz....
Devlet teorilerinin insanı nesneleştirdiğini söylerim. Kapitalizmle, devleti tabulaştıranların farklı olmadığını da. Her şeyin değeri var bu ikisinde de, zira ikisi de sadece birer eşyadır yeri geldiğinde değiştirilebilen ve atılabilen.

Sevgili öğrencilerim ve dostlarım...
İnanın bu dünyada hiç bir şey, adalet duygusunu fedaya değmez. Ne devlet teorileri ne vazife ahlakı. Zulme kalben taraftar olan onu işleyen gibidir.
Her zaman söylediğimi söyleyeceğim bugün de... İyi hukukçu olmak için insanı anlamak, acıyı duymak gerekir. İyi hukukçu olmak için taraftar olmak değil, kendini körleştirmek değil, kanunları, teorileri ve kitapları ezberlemek değil, sadece ve sadece insan olmak gerekir.
Gönül gözünüzü ne olur kapamayın, körleştirmeyin kendinizi. Bu dünyada adaletsizliğin büyüğü ya da küçüğünün hiç birine onay vermeyin. Biraz dokunun acılara.

Yeni adli yılınız ve yeni ders yılınız hayırlı olsun.

(Bu köşe yazısı, sayın Prof. Dr. Tekin MEMİŞ tarafından www.hukukihaber.net sitesinde yayınlanması için kaleme alınmıştır. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısının tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan köşe yazısının bir bölümü, aktif link verilerek kullanılabilir. Yazarı ve kaynağı gösterilmeden kısmen ya da tamamen yayınlanması şahsi haklara ve fikri haklara aykırılık teşkil eder.)