Ne kadar da çok kullanırız bu kelimeyi: “Hak etmek”! Bazen cezasını buldu anlamına gelir bazen de emeğin karşılığını almak anlamında. Her ikisi de derin derya anlamlar içerir. Ancak ne ben ne satırlar bunu anlatmaya kâfi.

Bugün benim üzerinde durmak istediğim husus, emeğin karşılığı olarak hak etmek olacak. Zira bu derslerin amacı, hiçbir zaman kimseleri yermek değil. Hatta çoğu kez kendi hatalarımı yazmak, üstü kapalı da olsa içimdeki yaralara dokunmak.

Aslında hak ettiğini düşünen herkese ilk sözüm: Gerçekten hak ediyor musunuz?

Bir kuşu elimizde tutar gibi ürkek ve titrek tutmak gerek hak ettiğimizi. Hak etmiyorsak bırakıvermek elimizi ve bırakın uçsun kuşu hak edenlerin eline.

Hikâye odur ya. Hanefi mezhebinin kurucusu İmam-ı Azam bir elmayı haksız ısırdı diye yıllar boyu köle gibi çalışır bahçe sahibinin yanında. Hakkını helal ettirmek için uğraşır didinir. Üzülerek belirtmeliyim ki, en çok da bu hikâyeyi bilenler hak etmeden yiyorlar bugün sepet sepet elmayı.

Yine şu güzel hikâye de anlatmaya değerdir. Bir bağda hangi üzümün ekşi hangisinin tatlı olduğunu bile bilmeden çalışmıştır. Bağ sahibi sorduğunda da ben buranın çalışanıyım ücretimi sizden aldım üzümlerden bir kere bile olsa tatmadım cevabını verir. Yani “bal tutan parmağını yalamamıştır”.

Belirtmeliyim ki, bugün herkes her şeyi hak ediyor! -Çalışan da çalışmayan da- kazancını hem de sonuna kadar hak ediyor. Gerçekten başaran da başarmayan da hak ediyor. Emek sarf eden de sarf etmeyen de hak ediyor. Sanırım tam da çözmemiz gereken sorun bu işte. Herkes zaten doğuştan her şeyi hak ettiğini düşünmekte.

Düşünceler değişince “hak etmek” kavramı da anlamını yitirdi. Hak etmek, zaten bazıları için doğuşa mahsus hale geldi. Nihayetinde “emeksiz yemek olmaz” deyimi, “alınteri”, “helal rızık” gibi kavramlar da anlam kaymasına maruz kaldı. Bugünlerde unutuldu bile.

Benim karşılaştığım herkes adeta bir dev aynasına bakıyor bu zamanlarda. Bir anda büyüyor gövdeler. Her şey kendiliğinden hak ediliyor. Karınca hikayesinin tersine çevrilip anlatıldığı ağustos böceği, günün sevilen hikayesi.

Bir dakika geciktiğinde mesaisini eksik yazanlar eksildi dünyamızdan. Yazılısına fazla not verildiğine itiraz eden öğrenciler de kalmadı. Çalıştığından fazla ücret verildiğinde ücreti iade edenler de yok artık. Yıldızların kayması gibi seyrediyoruz kayboluşlarını.

Düşünceleri yeniden ölçmeli yeniden düzeltmeliyiz. Bir mikyas bulmalı yeni bir ölçü bulmalıyız. Yeniden ıslah etmeliyiz kafaları. Çalıştığına rıza gösteren fazlasına itiraz edebilen nesiller yetişmeli yeniden. Çalıştığından daha fazlasını almayı “sadaka almak” olarak gören bir nesil yetiştirmeliyiz yeniden.

Hukukçulara da birkaç söz söylemeli. Bir vekaleti kaça alırsanız alın aldığınızda bütün özeni gösterin. Bir kere aldı mı işi sonuna kadar götürmelisiniz. Elbette yapılanın bir tartısı yok. Ama nihayetinde Fuzuli’nin deyişiyle “insafın bu yerde adı olmalı”. Tartınız insaf olmalı.

Bazen hak edilmeyenler de gelir insana. İşte bunlara, bu boyu aşanlara bir lütuf olarak bakılmalı.  

Galiba bu konunun en kritik noktası bu: Boyu geçenlere lütuf olarak bakılmaması, sahiplenilmesi. Bu benim denilmesi.

Sahiplenildiğinde, bu benim denildiğinde artık insan, doymak bilmez bir canavara dönüşür. Her şeyi yutsa doymayacak gibi…. Bir kara delik gibi olur. Işık aydınlatmaz, nasihat kâr etmez.

Sevgili öğrencilerim ve dostlarım,

Ben bugün kendi hayatıma bakıyorum hak ettim mi diye? Sorguluyorum kendimi.

Sadece lütuf diye baksam da boyumu aşanlara…

Bir gün birileri gelip elimden alırsa her şeyi. İtirazım olmayacak alınana. Uçup gidene, yok olana itirazım olmayacak.

Nasıl sel, bir dere yatağını aşarsa o dere yatağı itiraz edemez sele. Bol gelirse elbise bir bedene, itiraz hakkı olmaz elbiseye. İşte öyle….

Bir küçük kaşık, nasıl denizleri ister? Damla nasıl yarışır ırmakla?

Ben bir gün gidenlerin hepsine boyumu aşıyordu, taşıyordu diyeceğim, ardıma da bakmayacağım. Fazladandı, zaten taşıyamayacaktım diyeceğim. Doğrusu da bu zaten!

O gün geldiğinde Yunus Emre gibi demek gerek:

“Ballar balını buldum, kovanım yağma olsun”!