Hastanede babamın yanındaki bir gecemden yazıyorum ve yine çok hasta olan amcamın bana anlattığı bir hikâye ile başlamak istiyorum. Hem babama hem de amcama şifa dileklerimle….
 
Issız diyarlarda yol alan adamın yük hayvanı, yolculuk bitmeden ölüverir. Sahibi çok üzülür. Zira tek ekmek kapısı, belki de dünyadaki tek serveti elinden uçup gitmiştir. Üzgünlüğü o dereceye varır ki, başından ayrılamaz hayvanının, kalbi mahzundur gözleri yaşlı.

Adamın bu durumunu gören biri yanına yaklaşır. Der ki adama, “satsana hayvanını bana”! Şaşırır ve sorar: “Ne yapacaksın ölü hayvanı”? Adam, “sen ne yapacaksın bana yarar bu” der. Hayvanın sahibi “ama ölü hayvan ne eder ki” der. Adam yine gayet sakin “ben onu diri fiyatından alacağım” der. Dirisinin 400 altın olduğunu öğrenince öder parasını ve alır. Hayvanı satın alanı, ondan çok zengin olanlar şaşkınlıkla izler hatta içinden alay da ederler.

Hikayedir ya. Herkes o gece bir rüya görür. Kıyamet kopmuş, sorgular başlamış ve hesaplar görülmektedir. O adamın satın aldığı hayvan da gelir hesap meydanına ve bir dağ kadar altınlık sevaba denk geldiği söylenir. Ölü hayvan, kıyamette bir dağ kadar altın sevabına denk gelmiştir.

Sabah olur herkes uyanır. Zenginler de hayvanı alanın kapısındadır ama ölü hayvanını satan da. Zenginler satın almak ister, hayvanın sahibi ise parayı verip geri almak.

Adam gülümser, zira o da görmüştür rüyayı. Der ki herkese: “satın almak vakti geçti, o dün dörtyüz altındı bugün bir dağ altın”.
 
Yıllar önce, İstanbul’a yeni taşındığımda bir hemşerim vardı. Eşyalarımın gelişinde de yanımdaydı ilk zamanlarda da. Zahmet vermek istemediğimi söylediğimde “hocam, insana yardım ilk zamanda lazımdır, sonra siz zaten her şeyi kendiniz halledersiniz”.

Doğruydu. Tamircinin bile nerde olduğunu, bakkalın nerde olduğunu, bir işçiye ihtiyaç duyulduğunda nerde olduğunu o ilk an bilmiyordum. Yardım benim için o zaman anlamlıydı.

Şimdi…. Ülkede zor zamanlar yaşanıyor. Ciddi sarsıntılar yaşıyoruz ve siyaset denilen kurum ve ona eşlik edenler, adeta nefret ekiyor bu topraklara. Ben tam da işte bu zaman, sevgi ekmenin zamanıdır diyorum.

Bu kadar mağdur edilen varken etrafımızda, kalbi kırık varken çevrenizde, babasız kalmışlar, yuvasız kalmışlar varken, muhtaçlar varken yardım etmelisiniz. Millet olmak da zaten budur. Düşeni iyice ezmek, sonsuz nefretle insanların mağduriyetini artırmak değil…  Tam aksine kırıkları sarmak, gözyaşlarını silmekle olur.

Kalbi kırık insanın “insanlara uzak Allah yakın olduğu” söylenir hep. Bir yetim başı okşamanın saçlar adedince sevap getireceğinin söylendiği Peygamber sözü, sanırım yukarıdaki hikâyeyi teyit ediyor. Ne yazık ki, bugün bu konuda imtihanı, en çok bu kültürden gelenler kaybediyor.

Millet ve milletim menfaatleri konusunda ne kadar hassas olduğumu en azından beni tanıyanlar bilirler. Çankırı’ya bir yolculuğumda -ben de askerlik vazifemi yapıyordum- Çankırı cezaevinde yatan bir DHKP’li aile diğer yan taraftaki koltukta idi otobüste. Çankırı’ya ilk defa gelen kadıncağızla bir de çocuğu vardı. Yol sordular, ne yapacaklarını bilemez idiler. İndiğimde aç olup olmadıklarını, evimde misafir edebileceğimi söyledim. Bunu duyan ve görenler yadırgadılar, “seni vuracak adamın ailesine yardım ediyorsun” diye. Ben hiçbir zaman öyle düşünmedim. Bir çocuk, sadece çocuktur, bir anne de her zaman anne! Bence bir küçük çocuğun ya da bir annenin ıstırabını görmemek için “insanlık gözü”nün kaybı gerekliydi. Şükür henüz ben de kaybetmemiştim.
 
Evde söylediğim bir şey vardır çocuklarıma: İyilik için bir avcı gibi olun. Her zaman çıkmaz karşınıza. Çıktı mı asla ıskalamayın. Yapın iyiliğinizi ve hemen kaybolup gidiverin. Zira zaman geçtikten sonra ihtiyaçlar bittikten sonra isteseniz de yapamazsınız.
 
Ne yapabiliriz ki demeyin! Bazen bir iş, bazen bir aş, bazen bir dostça selam, bazen bir yol gösterme, dostça kucaklama, bazen de bir tebessüm….
 
Bence iyilik seferberliğine çıkılmalı yeniden. Kaybettiklerimizi yeniden bulmak için, yaraları sarmak için, sevebilmek için ve tekrar millet olabilmek için. Gönlünüzü ve kalbinizi açın ve kucaklayın. Deva olun bir derde. Zira tam şimdi tam da ahret için “ticaret” vaktidir. Zira ki, “baki kalan bu kubbede bir hoş seda” olmanın başkaca yolu yoktur.
 
Zaman geçtikten sonra “hatıralar aynasında” size mutluluk verenin sadece bir çift gülen çocuğun masum gözleri olduğunu, dindirdiğiniz bir hıçkırığın ve kucakladığınız bir kalbi kırık insanın olduğunu göreceksiniz. Hayat, iyilik yapmak için çok az fırsat sunar bize. İşte tam da o vakittir. Kimseleri ayırmadan, aynı yaratıcının yarattıkları olarak, Adem ve Havva’nın çocukları olarak, aynı duaları edenler olarak kucaklamayı öğrenmeliyiz yeniden. Sarmayacaksak bugün, eğer saramayacaksak yere düşeni, “insanlık” çoktan ölmüştür de sadece kalan kılınmadık bir cenaze namazı kalmıştır. Eğer o da kılınırsa…. 
 
Sevgili öğrencilerim ve sevgili dostlarım…

Nasıl tohum ekmenin bir vakti vardır -ki “Ekim” ayı tam da bundan adını alır-, nasıl hasatın bir vakti vardır, nasıl namazın bir vakti vardır, nasıl bayramın bir vakti vardır, nasıl haccın bir vakti vardır, nasıl okulun bir vakti vardır aynen öyle de… İyiliğin de bir vakti vardır.

İşte tam da şimdi, belki her günden çok vakit iyilik vaktidir, zaman yaraları sarmak vaktidir ve kucaklamak vaktidir.


(Bu köşe yazısı, sayın Prof. Dr. Tekin MEMİŞ tarafından www.hukukihaber.net sitesinde yayınlanması için kaleme alınmıştır. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısının tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan köşe yazısının bir bölümü, aktif link verilerek kullanılabilir. Yazarı ve kaynağı gösterilmeden kısmen ya da tamamen yayınlanması şahsi haklara ve fikri haklara aykırılık teşkil eder.)